Ders Notları Risale-i Nur Okumaları

Lemaat, 98. Ders Notları

Ha-Mim Defaulted Featured Image

“Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun

Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celb eder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen.

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli,ömür içinde ecel,olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazan’da münteşir bir leyle-i zû-kadîr.Esmâü’l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i Âzam.Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

Şey’en şey’en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.”

22. 03. 2020 tarihli, 98. Lemaat dersinde yukarıdaki metin okunup müzakere edildi. Her zaman olduğu gibi müzakerenin bereketi metnin kapalı ya da yarı kapalı gibi görülen ifadelerini en azından belli ölçüde daha anlaşılır hale getirdi. Ben bu müzakerelerden dikkatimi çekenleri aşağıya özetliyorum (her paragraf bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder):

*Metin başlığında, meziyetimizi ya da meziyetlerimizi büyüyüp gelişmesi için toprağa atmamızı tavsiye ediyor. Bu ne demektir? Meziyetimizi saklayacak mıyız? Diyelim ki birisinde güzel şiir yazmak gibi bir meziyete varsa yazmayacak mı? Halbuki kişisel gelişim kitapları bunun tam tersini söylemiyor mu? Meziyetimiz gizli kaldığında nasıl neşvü nema bulur? Neşvü nema bulmasının yolu tam aksine onu açığa çıkarmak değil midir? Kısacası, metne baktığımda bu ve benzeri birçok soru geliyor aklıma…

*Metin, “ey zî hassa-i meşhure” şeklindeki hitabı ile daha çok özel vasfı olan kişiye hitap ediyor, diye anlaşılıyor, ilk etapta. İlerleyen cümlelerde “ihvan”ndan söz etmesi hem bunu doğruluyor hem de bu kişinin aynı zamanda etrafında çevre oluşturmuş bir şahsiyet olduğuna işaret ediyor. Elbette buradan çıkan mesajı kendi dünyamıza taşıyabiliriz ama metin, dediğim gibi etrafında halka oluşturmuş bir ilim ve irşat sahibi kişiye sesleniyor, onun üzerinden genel ders veriyor. Anladığım kadarıyla metin bu kişiye diyor ki, “sakın öne çıkma, belirginleşme, “hafa”da yani gizlilikte kal. Böyle yaparsan çevrendeki insanlara ihsan ve bereket vermiş olursun, senin ilim ve faziletin onlara yansır, onlar üzerinde görünür, onların her biri adeta sen olursun. Ama böyle yapmaz da kendini öne çıkarırsan, meziyetleri şahsınla ilişkilendirip kendine mal edersen zulmetmiş olursun, ayrıca çevrendekileri de hürmetten düşürürsün!..”

*Evet metin, etrafında halka oluşturmuş meziyetli bir kimseye hitap ediyor. Böyle insanların “hafa” içinde olmaları gerektiğine dikkat çekiyor. Bu tarzda meziyeti olmadığı halde kendisini zorlayarak meşhur olmaya çabalayanlar için ise “Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i taşahhus-ı şöhret” diyerek onları tayib ediyor! Ama bu, bizim buradaki mesajı alıp kendi çapımızda, kendi hayatımıza uygulamamıza mani değil!

*Konuşulanlara ilaveten aklıma şöyle bir düşünce geldi: İnsan arza yani yeryüzüne “halife” olarak gönderiliyor. Ne demek bu? İnsanın bu dünyada yaratılışına uygun davranması. Peki, insan kimdir? Nursi’nin başka yerde yaptığı tanıma atıf yaparsak “kainat ağacının meyvesi”. Peki, ben nasıl meyve olacağım? Bu arzda yani bu toprakta bana verilen meziyetlerle kainatı okuyup gördüğüm özellikleri kainatın Sahibine vermekle! Çünkü kainattaki her şey tıpkı “ben” gibi mahluk ve kainatın Sahibini tanıttıran varlıklar. Onlar benim yaratılış “kardeşlerim” yani ihvanlarım. Eğer ben bunu yaparsam benim gözümde onlar da kıymetlenir. Ben de bu dünya toprağında yaptığım bu faaliyet dolayısıyla “onlara zulmetmemiş” olurum. Bütün bunlar da ahirette “meyve” olarak karşıma çıkar!

*Az önce bir müzakerede geçen, “meziyetlerimizi kendimizden bilmeme” konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer ben iyi bir piyanist yahut tüccar veya mühendis isem bunu kendimden bilmeyecek, bana bu meziyeti verenin, beni ve tüm varlıkları yaratan Varlık Kaynağı olduğunu düşüneceğim. Bu düşünme ya da anlayış elbette benim hal ve tavırlarıma da yansıyacaktır. Böylece ben kendi dünyamda bu meziyetimi gerçek Sahibi ile irtibatlandırdığım gibi çevremdeki insanlar da, “evet, bu kişideki şu yetenekler Varlık Kaynağından geliyor, Onun tecellisidir, diyeceklerdir. Bu suretle onlar da “bereketlenmiş” yani doğruyu teslim eden ve bunun kazanımlarına ulaşan kimseler olacaktır. Böyle yapmayıp da meziyetlerimi kendime bağladığımda ve bu anlayışı hal ve davranışlarına yansıttığımda ben hem kendime hem onlara zulmetmiş olacağım.

*Metin, ana fikrini pekiştirmek üzere ömür içinde ecelin, ramazan içinde kadir gecesinin, Cuma gününde icabet saatinin, esma-i hünsa içinde ism-i azamın “gizli” kalması örneklerini veriyor. Kadir gecesi örneğinden yürürsem, ben bunu şöyle anlıyorum: 29 veya 30 günlük ramazan ayında bir kadir gecesi var; Kur’an’ın ifadesiyle, “bin aydan daha hayırlı olan”. Fakat bunun hangi gün olduğunu bilmiyorum. O geceye ulaşmak için de onun, bir bakıma “ihvanları” olan her geceyi değerlendirmeye çalışıyorum. Böylece ramazanın bütün geceleri kıymetleniyor, bereketleniyor!

*Metinde geçen “toprak” ifadesi, Nursi’nin başka yerlerde söylediği ifadeleri hatırlattı bana. Nursi toprak meteforu için tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet” diyor. Meziyetimizi toprak altına atmak da onu “enaniyetimiz” yani kendimizle ilişkilendirmeksizin Kaynağına teslim etmek anlamına geliyor. Mesela benim iyi beste yapmak gibi bir meziyetim varsa, ben bunu Kaynağına bağlayacağım. Bunu yaparsam nehrin çağıldamasını da, bülbülün şakımasını da aynı Kaynağa vererek onların da “ihsan ve bereket” bulmasını sağlamış olurum. Aksi istikamette bir anlayış ya da davranış içine girersem o “ihvanlarıma” zulmetmiş, onlara ait olmayan özellikleri onlara vermiş olurum.

*Metin baba şunu çağrıştırdı: Biz, Risale-i Nurları telif etmiş bir şahsiyet olarak Nursi’ye baktığımızda, onun kendini tamamen devre dışı bıraktığını, “bende hiçbir özellik yok dediğini” ama diğer taraftan Risale-i Nurları müthiş derecede övdüğünü görüyoruz. Risale-i Nur’u överken de şunu söylüyor: “Bunlar benim değil, Kur’an’ın nurlarıdır”. Bu ifade ile hem zahiren çelişki gibi görünen tablo ortadan kalkıyor hem de Nursi herkesin dikkatini Kur’an’a çekiyor. Bir bakıma, siz de o kaynaktan istifade eder, “envar”a ulaşırsınız diyor. Diğer taraftan Nursi, Risale-i Nur’un Kur’an’ın malı olduğunu, Kur’andan kaynaklandığını söylediği halde yaklaşımlarını kainat üzerinden veriyor. Neden? Çünkü Kur’an, iman esaslarını kainatın şahitliği üzerinden temellendirir!

*Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse Nursi, Risalelerin, “Kur’an’ın nurları” olduğunu söylüyor. Neyi söylemiyor: Benim ilmimden, benim özelliğimden kaynaklanıyor demiyor. Kur’an’a referans veriyor. Ama daha çok da kainatı çalışıyor. Daha ileri bir noktada şunu söylüyor: Kur’an’dan faydalanmak istiyorsan kainata müracaat et. Çünkü Kur’an, imanın hakkaniyetini kainat üzerinden kanıtlıyor. İnsanın halife olarak gönderilmesi de bu demektir. Kainata bakarak, kainatta görünen özellikleri tespit edip kaynağına bağlamak! İlgili ayette belirtildiği gibi Allah insana kendi ruhundan üflediğini söylüyor. Yani her insan potansiyel olarak alemdeki özellikleri görüp açığa çıkaracak, esma-i ilahiyi deşifre edecek donanıma sahip olarak bu dünyaya gönderiliyor. İşte bunu yapan insan kendisindeki özelliklerle kainattaki özellikleri tespit edip Kaynağı ile buluşturacaktır. Ubudiyet tam da budur! Halifelik de bu anlamda “ubudiyet”ten başka bir şey değildir!

*İfade olunduğu gibi gerçekten Nursi, eserlerinde kendisini “mahviyet”e sarıyor, “ben sizin ders arkadaşınızım” diyor, “lezzetli üzüm salkımlarındaki özellikler kuru çubukta aranmaz, ben kuru çubuğum”, diyor. Sonuçta onun kendisini böyle “hafa toprağında gizlemesi” Kur’anî mesajlarla iman terbiyesine giren milyonlarca insanın yeşermesine vesile olmuş ve oluyor! Ne var ki burada kendimizi de çek etmemiz gerekiyor, bugün itibariyle. Risale-i Nuru okuyan kimseler olarak, Nursi’nin dediğinin aksine, onun şahsını öne çıkarırsak eksenimiz kayar! Hatta –Allah korusun- küflenmekle karşı karşıya kalabiliriz! Metin bana böyle bir mesaj da veriyor gibi geldi.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın