İman-ibadet ilişkisi yahut iman-amel münasebeti, içinden geçtiğim örgün eğitim kademelerinde işlenen boyutu itibariyle aşina olduğum bir konu idi. İmanın ibadeti gerektirdiği, imansız ibadet olamayacağı, ibadetsiz imanın ise her türlü tehlikeye açık olduğu vb. hususlar belli oranda malumum idi. Hatta itikadî ekollerin konuyla ilgili temel fikirleri ve bunları kendi açılarından aklî ve naklî delillerle temellendirmelerine dair genel malumâtım da vardı.
Fakat birkaç gün önce, müzakereleri bir derste, konu dolaylı olarak buraya geldiğinde, bazı müzakerecilerin, -çok detaylandırmadan- gündeme getirdikleri kısa notlar, bana çok çarpıcı “hakikatler” olarak göründü. Şöyle ki; bir müzakereci, “Namazımızı kim kıldırıyor? Namazımızı tahkikî imanın kıldırması lazım; tevhit inancının kıldırması lazım, Allah’ın varlıklarda gözlediğimiz özellikleri (esma) kıldırması lazım…” yollu açıklamalarda bulundu. Başka bir müzakereci, yine namaz örneğinden devam ederek, “Namazımızı sadece Allah’a iman değil, aynı zamanda meleklere iman, risalete iman, ahirete iman, kadere iman gibi bütün iman esaslarının kıldırması lazım. Hatta iman esaslarından hangisi “namazı kıldırma” konusunda etkisiz gibi görünüyorsa, gerçekte bu konuda imanî bir zaaf var demektir”, dedi. Başka bir müzakereci konuyu, uyan ve uymayan yönleriyle “bileşik kaplar” benzetmesi üzerinden açıklamaya çalıştı. İlk müzakereci konuyu biraz daha şöyle açtı: “Toplumda maalesef namaz, oruç, zekat gibi emirlerin yerine getirilmesinde yahut zina, içki gibi nehiylerin dikkate alınmasında “imanî temellendirmeler” çok zayıf kaldı. Başka bir ifade ile itikat ve fıkıh iç içe yürümedi. İnsanlara, “şunlar iman esasları, şunlar ibadetler” diye listeler verildi. Ama ibadetlerin imanî boyutlarıyla temellendirilmesi ciddi şekilde ihmale uğradı. Nursi, iman esaslarıyla ibadetleri aynı kategoriye koyup “Hakikat-ı İslamiye’nin yedi olduğunu” belirterek, -deyim yerindeyse- devrim yaptı. Zira bu tasnifte “ibadetler” imanın yedinci esas olarak imana eklenmek suretiyle, iman-ibadet ilişkisi vurgulu bir şekilde dile getirilmiş oldu…”.
Dersten sonra, gerçekten “devrim niteliğinde” bir tefekkürle karşı karşıya olduğumu düşündüm. Evet, ibadetin tanımlarından birisi “emirleri yapmak, nehiylerden kaçınmak” idi. Demek ki, gerek emir niteliğindeki gerekse nehiy niteliğindeki her ibadetin bütün iman esasları ile doğrudan irtibatı vardı. Hatta iman esaslarının ilki olan “Allah inancı” açısından bakıldığında, Onun her bir ismi/özelliği ile irtibatı vardı… Bu açıklamalar önüme çok zengin bir tefekkür tablosu koymuştu. Mesela, namaz örneği üzerinden gidersem, namazın Allah’a iman ile, meleklere iman ile, kitaplara iman ile, peygamberlere iman ile, ahirete iman ile ve nihayet kadere iman ile doğrudan irtibatı vardı. Bu irtibatlar ağı bana “namazı kıldırmalı” idi. Daha doğrusu, eğer bu iman esaslarını tahkik ederek benimsemişsem, bunların her biri adeta zorunlu olarak namazı kılmamı gerektiriyordu. Hatta “iman-ı billah” açısından her ism-i İlahî bana namaz ibadetini yerine getirmem konusunda rehberlik ediyordu.
Konuyu kendi dünyamda biraz daha somutlaştırmaya çalıştığımda, bunun tam da böyle olduğunu fark eder gibi oldum. Şöyle ki, Allah’a imanı “Onun esması” ile düşündüğümde, her ismi, evet namaz kılmamı gerektiriyordu. Söz gelimi, ben kendimin ve kainatın var edilişinde Onun “hâlık: yaratıcı” özelliğini, var oluşun devamında Onun “kayyûm: varlığı kâim kılan” özelliğini, var oluşta sayısız imkanlarla donatılışımda Onun “mün’im: nimet verici”… özelliklerini görüyorum. Bütün bunlar, böyle bir Rabbe karşı “teşekkür ile karşılık vermenin benim insanî görevim olduğu” anlamında namaz kılmamı gerektiriyor. Gözleyebildiğim veya okumalarımdan anlayabildiğim kadarıyla, en küçük varlıklardan galaksilere alemde, muhteşem, daha doğrusu sonsuz diyebileceğim bir kudret özelliği görüyorum. Böyle bir Kudret sahibine karşı insanî olarak “Ona senada bulunmak” anlamında namaz kılmam benim için zaruret arz ediyor. Yahut saksıdaki laleden, bahçedeki kiraz ağaçlarına, kelebeğin kanatlarından gök yüzündeki yıldızlara kadar alemde gördüğüm “güzellikler”, bunun kaynağı olan Yaratıcıma karşı “hayret etme, takdirde bulunma” anlamında namazı eda etmemi, adeta yemek yemek yahut su içmek gibi insanlığımın zaruri neticesi kılıyor…
Aynı şekilde, diğer iman esaslarından mesela, genel anlamda risalet, özelde Hz. Muhammed’in risaleti bana, beni ve alemi Yaratan Rabbime karşı şükrümü nasıl ifa edeceğim konusunda fiilî kılavuzlukta bulunuyor. Benim, Yaratıcımın sonsuz yüceliği, sayısız iyilikleri, tarifsiz güzellikleri karşısında Ona insanî “tavrımı” yerine getirmemde elimden tutuyor, bana yol gösteriyor, bizzat bana rehberlikte bulunuyor. Onun (asm) bu konudaki teşvik edici sözleri ve hadis nakilleri ile bana ulaşan uyarıları, hayatı boyunca uygulamaları (sünnet) benim kendisine karşı minnet duyarak onun öğrettiği şekilde namaz kılmamı zorunlu hale getiriyor.
Keza son bir örnek olarak, ahirete imanın namaz kılmamı gerektirmesini, bir yönüyle, basit olarak şöyle değerlendiriyorum: Yaşadığım her zaman dilimi, dar anlamıyla, elimden çıkıp gidiyor. Eğer yaşadığım gerçeklik karşısında, insanî bir tavır olarak bu gerçekliğin kaynağı olan Zât’a karşı namazı kılmışsam, “görevini yapan” yahut “yapmaya çalışan insan” psikolojisi ile rahat ediyorum. Diğer bir ifadeyle, Yaratıcıma olan teşekkürümü, hayretimi, kusurlarımdan istiğfarımı arz etmiş olmam bende eşsiz bir “huzur” hissi uyandırıyor. Geniş anlamda ise Yaratıcım, vahiyle gönderdiği mesajı ile bana, kendisine kulluk yapanlara bahşedeceği lütuflardan, bundan uzak duranların ise uğrayacağı kayıplardan söz ediyor. İşte ahirete imanı hem dar anlamıyla hem genel ve geniş anlamıyla düşündüğümde, hem şu anda duyduğum cennetvârî huzur hem de hayatımın neticesi olan ikinci yaratılışımda, -ki buna “ahiret” denir-, rahmetinden umduğum cennet hayatını düşünmem, Onu ihsan edecek olan Rabbe karşı, bana “namaz kıldırıyor”, adeta benim namaza koşmamı gerektiriyor…
Burada benim kastım, iman esaslarının ibadetleri nasıl gerektirdiğini etraflıca örneklemek ya da özetlemek değil. Söz konusu müzakerede gündeme gelen “iman-ibadet bütünlüğüne” bir kere daha dikkat çekmek, bunun kulluğumuz adına nasıl zengin, derinlikli ve kapsamlı tefekkürlere kapı araladığına işaret etmek.
Ben kendi adıma, böylesi müzakerelerden çok istifade ediyorum. Bir müzakerecinin dile getirdiği gibi, bundan başkalarının da istifadesini sağlamak için Kur’an’dan haberdar olan genç kuşakların bu gibi hakikatleri çeşitli düzlemlerde, çeşitli formatlarda ve çeşitli örneklerle açıklayarak insanlığın önüne koymaları gerekiyor…