Diğer Ders Notları

“Melekleri Dinlemeye Hazır mısın?”

"Melekleri Dinlemeye Hazır mısın?" | Ha-Mim

Hafta sonu yapılan müzakereli derslerin birisinde, meleklerle ilgili gündeme gelen bir müzakereyi, bilahare kendi dünyamda yoğurup anlamaya çalıştığımda, biraz merak, biraz ilgi, biraz da heyecana dayalı olarak kendime şöyle soru haline getirdim: “Melekleri dinlemeye hazır mısın?”

Eğer dersten önce bu veya buna benzer bir soruya muhatap olsaydım, “Hâşâ! Ne demek? Ben kim, melekleri dinlemek kim? Benim durumum nerede, melekleri dinlemek nerede?” türünden cevap verirdim. Zira geleneksel melek anlayışıma göre onları ancak peygamberler, bir de özel seviyeye ulaşmış veliler duyabilir, konuşmalarını dinleyebilir. Oysa hem derste okunan metinde hem metinle ilgili yapılan müzakerede, her insan gibi benim de melekleri dinleyebileceğime dair bir sonuç ortaya çıkmıştı. Şöyle: Metinde “bu dünya memleketine gelen bir yolcunun hem kendisini bu aleme gönderenin hem de bu alemi yapanın kim olduğunu sorgulamak üzere, fiziki alemi tek tek dolaşmasından sonra, bazı ikna edici karinelerden yola çıkarak ‘sema ehli olması lazım, onların fikirlerini de bilsem’ diye düşündüğünde, meleklerin ‘gel bizi dinle’ diye ses verdiklerini” söylüyor ve kısaca onlardan “dinlediklerini” naklediyordu. Tamam, müellif melekleri dinlediğini belirtiyordu ama; bu bir açıdan “intak” (konuşturma) sanatı ile ilgili olarak yorumlanabilir, başka bir açıdan ise müellifin ulaştığı özel seviyenin sonucu olarak değerlendirilebilirdi.

Lakin, metin mütalaa edilirken bir müzakerecinin ortaya koyduğu tefekkür, benim hem geleneksel melek anlayışımı bir kere daha sorgulamam gerektiğine hem de sonuçta melekleri benim de “dinleyebileceğim” yolunda bir tabloya işaret ediyordu. Özü şu: Fizikî alem; çok düzenli, çok amaçlı ve çok anlamlı göründüğüne göre bir kitaba benzetilip düşünüldüğünde, melekler kitabın “anlam” boyutuna denk düşer. Benim kitabın anlamına muhatap olmaya çalışmam tam da meleklere muhatap olmam yahut onları ‘dinlemem’ anlamına gelir.

Müzakereci konuyu, -aklımda kaldığı şekliyle ve kendi ifadelerimle- şöyle bir çerçeve içinde takdim etti: “Ben insan olarak öncelikle ‘bu alem nedir, bu varlıklar neyin nesidir, beni ve bu alemi kim var etmiştir’ gibi temel hususları merak ediyor, bunları öğrenmek istiyorum. Benim bu soruma bedenim yahut bedenimin bir parçası veya hücresi -maddi olarak- konuşup cevap vermez, veremiyor. Ya da evren veya evrenin bir parçası -madde olarak- dile gelip konuşmaz, konuşmuyor. Ama bedenim veya bedenimin bir parçası ya da kainat veya kainatta bir varlık, üzerine yansıyan ‘anlam’ı itibariyle benim sorumu veya sorularımı cevaplandırır, cevaplandırıyor İşte melek varlıkların ‘anlamını temsil eden boyut demektir’, diye anlıyorum…”

Fizikî alem; çok düzenli, çok amaçlı ve çok anlamlı göründüğüne göre bir kitaba benzetilip düşünüldüğünde, melekler kitabın “anlam” boyutuna denk düşer. Benim kitabın anlamına muhatap olmaya çalışmam tam da meleklere muhatap olmam yahut onları ‘dinlemem’ anlamına gelir.

Müzakereci şöyle devam etti: “Bunu bir kitap örneği üzerinden ben kendime şöyle somutlaştırıyorum: Ben elime bir kitap aldığımda, kitabın yazarını tanımak için kağıda, kitabın cildine, kapağına, mürekkebine… bakmam. Bunlar bana yazarı tanıtmaz. Ya ne yaparım? Kitapta yazılanları okuyarak yazılanların ‘anlam’ına bakar, buradan yola çıkarak yazarı tanıma imkanı bulurum. İşte kainata baktığımda da kainattaki maddeler, dağlar, ağaçlar, kuşlar… maddi yönleriyle değil, üzerlerinde sergiledikleri özellikleriyle, diğer bir ifadeyle ‘mânaları’ ile bana Yaratıcısını ve Onun özelliklerini dile getirir. Söz gelimi kainat kusursuz düzeni ve işleyişi ile Yapımcısının kudret, ilim, irade sahibi olduğunu yansıttığı gibi, yine mesela canlılar Onun ‘hay’ olduğunu, yine mesela, bir kuş “görmesi, duyması, ihtiyaçlarının karşılanması” gibi özellikleri ile Yaratıcının “semi, basîr, rezzâk” gibi özelliklerini yansıtır. İşte melekler kainatın ve kanattaki varlıkların ‘anlamlarını’ temsil ediyor. Eğer ben evrene ve evrendekilere yansıttıkları ‘anlam’ları üzerinden muhatap oluyorsam melekleri ‘dinliyorum’ demektir…”

Daha önceki müzakerelerde de gündeme getirilen “melek” tasavvuru, elbette bütünüyle bundan ibaret olmamakla birlikte, “melekleri dinleme” bağlamında, böyle bir tablo içinde ortaya konulduğunda “meleklerle temas kurma”, “onlarla konuşma”, en azından “onları dinleme” gibi hususlar benim için de mümkün hale gelir gibi oldu. Zira sonuç gayet açıktı: Eğer ben gördüklerimle, evrenle, evrendeki varlıklarla “anlam” boyutu” ile ilişkiye geçersem pekala melekleri “dinlemiş” oluyordum.

“Haydi baklayım” dedim, kendi kendime, “bu anlayış etrafında en yakınında bulunanlardan başlayarak dinlemeye çalış”. Önümde yaz meyvesi, altın renkli, orta büyüklükte bir kavun; ileride de evimizin “mırmır”ı, gri-beyaz, sevimli kedicik vardı. Önce kavuna kulak verdim, mânası bakımından. Evet, konuşuyordu: “Gördüğün gibi benim bir şeklim var, ben şeklimle beni Var Eden’in “musavvir: şekil verici” olduğunu ilan ediyorum. Benim rengim var. Ben rengimle Yaratıcımın “renklendirici: mülevvin” olduğunu gösteriyorum. Ben, seni besleyici şu şu özellikteki içeriğe sahibim. Bunlarla ben Yapıcımın “seni düşündüğünü, senin ihtiyacına göre bana içerik verdiğini belirtiyorum…” Bu gözle bakınca, evet, kavun “anlamı” ile konuşuyordu, “meleği dinlediğimin” farkında idim. “Elhamdü lillah” dedim.

Melekleri dinlediğimden emin idim. Onların ses vermelerini, bu bakışın bana kazandırdığı “kulak”la rahatça duyabiliyordum. Sadece kavun, kedi değil, gözümü çevirdiğim her şey bana açık açık konuşuyor, üzerlerindeki anlamı ile Yaratıcının özelliklerini tek tek kulağıma fısıldıyorlardı. “Fısıldıyorlardı”, dememe bakmayın, dikkatimi toplayarak dinlediğimde “yüksel sesle, gayet vurgulu olarak” söylüyorlardı…

Gözümü ve kulağımı köşedeki kediye çevirdim, “mânası”na. O da başladı, konuşmaya; vücuda gelişinden, şeklinden, renginden, görme-işitme-koklama gibi duyularından, hatta fiziki bakımdan göz alıcı “güzelliğinden” bahsederek Yaratıcısını özellikleri yansıttığını dile getirdi bir bir. Sübhanallah, dedim yine.

Melekleri dinlediğimden emin idim. Onların ses vermelerini, bu bakışın bana kazandırdığı “kulak”la rahatça duyabiliyordum. Sadece kavun, kedi değil, gözümü çevirdiğim her şey bana açık açık konuşuyor, üzerlerindeki anlamı ile Yaratıcının özelliklerini tek tek kulağıma fısıldıyorlardı. “Fısıldıyorlardı”, dememe bakmayın, dikkatimi toplayarak dinlediğimde “yüksel sesle, gayet vurgulu olarak” söylüyorlardı…

Bu kadarla mı kaldım? Hayır. İfade etmeliyim ki böyle bir düşünce benim, -zaten bir parçası olduğum ve aynı zamanda iç içe olduğum- evren ve evrendeki varlıklarla çok tatlı ve çok sıcak bir ilişki kurmama yol açıyor, diye hissettim. Bunu hangi sıklıkta ve hangi yoğunlukta yaşayabileceğimi bilmiyorum. Ama derste altı çizilen ve “varlıklarla anlam boyutu” üzerinden ilişkiye geçebilmenin, aynı zamanda melekleri dinleme, onlara kulak verme olduğunda şüphem kalmamıştı.

Umarım varlığın anlam boyutu ile her zaman iç içe olur, onların yansıttığı özellikleri “meleklerin konuşması” olarak anlar, hem bizi ve alemi yaratan Yaratıcımızı sürekli olarak “tanıma”ya çalışır, hem de Ona yönelişimizle “kul” olma çabası içinde oluruz, diye dua ediyorum.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın