Yansımalar

“Bütün Kitaplar Bir ‘Kitab’ın Anlaşılması İçin Okunur”

"Bütün Kitaplar Bir 'Kitab'ın Anlaşılması İçin Okunur" | Ha-Mim

Yazıya başlık yaptığım ifade çok değer verdiğim bir arkadaşıma ait. Fakat anlamında benim de kendimi bulduğum güzel bir cümle. Hepiniz bilirsiniz ki, “Kainat bir kitaptır” denir durur. Bu söylem ne yalnız Müslümanlara aittir ve ne de yeni söylenilmiş bir sözdür.

Şimdilerde kütüphaneleri dolduran kitaplar, ne yazık ki kainat kitabını, bir kitap gibi değil de kağıt yığını gibi okuyor. Kimse onlar, bu onların problemi. Kağıtlardan makinalar, binalar, araçlar yapmak için çalışıyorlar içinde yazılı olanları okumadan. Hepimiz faydalanıyoruz, teşekkür ediyoruz. Peki, bu nihai amaç mıdır?

Ben kendime bakarım. Acaba ben kainat kitabını ve diğer kitapları neyi öğrenmek için okuyorum? Ben kainatın içindeyim, “bu neyin nesidir” diye çocukluk çağımdan beri sorup geliyorum. Kainat benim insaniyetimin sorularına tam cevap veremiyor. İşaretler yapıyor, sessiz konuşuyor, beni bir başka alana davet ediyor, sanki “Oraya müracaat etmelisin” diyor. Kendisinin varlık Kaynağını gösteriyor, ”O Kaynağı tanı, cevabını ondan bekle” diyor. Çünkü sorularım öncelikle varlığımın güvence altına alınmasını ve insaniyetime takılan ihtiyaçlarımın karşılanmasını içeriyor: “Nereden bulacağım bu güveni, nerede benim sonsuz mutluluk özlemim? Bu özlemim nerede tatmin edilecek veya tatmin edilecek mi? Bunları sorduğum zaman kainat, “ben yapamam” diyor, “beni var edene sor!” 

Kendime dönüyorum, bakıyorum. Kendi varlığımda (yalnızca bedenî varlığımı kastetmediğim açık, değil mi?) da bir bütünlük görüyorum. Yani bütün bir kitap gibi. Kainat ile çok güzel, ahenk halinde ilişkiye geçebilecek bir kapasitede var edilmişim. O halde bütün diğer kitapları kendi kitabımı okumak için okumalıyım. Doğru. Fakat ben de kendimdeki beklentileri kendimden kaynaklanan bir cevap ile güven altına alamıyorum. “Sen şunu istiyorsun, korkma, ben sana bunu veririm” diyemiyorum. Yalnızca istiyorum. Basit bir örnek ile konuşursam, ‘üşüyorum’. Bu bedenimin ihtiyacına, “Korkma, sana bir kazak örerim, giyersin, üşümezsin” diyebiliyorum. Fakat insaniyetimin ihtiyaçlarına “Korkma, ben sana veririm, araştıracağım, sana beklediğin sınırsız mutluluğu getireceğim, birazcık sabret canım” diyemiyorum. 

İnsaniyetim kendi kapasitesindeki ihtiyacına cevap veremediği gibi, kainat da cevap veremiyor. Ortada bir anlamsızlık, tutarsızlık var. Diğer taraftan, ne kainat ve ne ben bir insan olarak öyle tutarsız olacak bir Kaynak tarafından var edilmişe benzemiyoruz. Bizi var eden sınırsız özellikleri olan birisi olmak zorunda. Bunu anlamakta zorlanmıyorum. Ne ad takarsam takayım, her insan kapasitesinin bir varlık izahı arama çabası içine girmesi de bunun güzel bir örneği. Varlık kaynağının anlamsızlığı sonucuna ulaşanlar da, çok azdırlar ama var, ancak sorguladıktan sonra kendilerine göre bazı nedenlerle böyle bir iddiada bulunmuşlar.

Bu tersliğin çözümü yok mu? Mutlaka olması lazım. Çünkü kainat ve ben kendi içimizde varlıklarımızda tutarlıyız, aramızdaki ilişkide de bir tutarlılık var. Kainatta ne gibi özellikler varsa, insanda da o özelliklere karşı gelecek bir alet var, kullandıkça özellikleri çıkarıyor. Zaman alması başka, ama demek ki şu sonuç gayet önemli: Beni kim var etmişse, kainatı da o varmış etmiş olmalı. Aramızda da bilinçli bir ilişki kuracak şekilde bağ kurmuş. Gel gelelim, ben de kainat da insaniyetimin sorularına cevap veremiyoruz.

İnsan bilinci yorulmak bilmez, soruyor, araştırıyor: “Beni bu özelliklerle kim var etmiş ise, o özelliklerin ihtiyacını karşılamazsa çok ayıp eder. Bu kadar da olmaz ki!” diyorum. Biraz daha dikkat ettiğimde, her bir şey, ”Ben kendi kendime olamam, beni var eden var” diyerek Onu bana tanıtıyor. Öyleyse bu tanıtmanın da bir amacı olmalı.

Bu süreçte insan anlıyor ki, bu amaç gereği, benim sorularım cevaplanmalı. Eğer insaniyetimin sorularının cevapları olmazsa bu kainatın ve benim varlığımız anlamsız, çelişkili olurdu. Çelişkili olması için de bir gerekçe görünmüyor varlık aleminde. Yani, Var Edenin bir yetmezliği, unutkanlığı, ihmali olan birisi olduğunu gösteren bir işaret görünmüyor. 

Burada yaşarken ne kendimin ve ne de kainatın dışına çıkamıyorum. Demek ki, bu sorularımın kaynağı ne ben ve ne de kainat olabilir. Ancak ve ancak beni bu sorularımla ve kainatı anlamlı bir şekilde bu derinlikte var edenin bu işe bir el atması gerekir. Benim bilincim bu sonuca ulaşmada hiç de zorlanmıyor. Varlık anlayışımı bir daha gözden geçirmeliyim. Yani varlık aleminde bir kainat, bir de sorularımla birlikte ben varım. Ne kainat ve ne de ben sorularıma, beklentilerime karşılık vermiyor. Nerede bulacağım onu?

Bütün meselem bu benim! Değilse hayatta kalma sürecimi artırma ve günümü gün etme ve sonuçta yok olup gitme anlamsızlığının içinden çıkamıyorum. Eğer bir denklemin eşitliğinin sağ kanadı sıfır ise, sol kanadındaki rakamların büyüklüğü beni hiç ilgilendirmez. Eğer denklem sıfıra eşitse. Öyle ya, hayat denkleminin görünüşüne bakılırsa sonunda sıfıra eşitleniyor. Kainat dahil hepimiz ölüme mahkumuz. Hele şu günlerde ayak parmaklarımızın dibinde duruyor; burnundan giren bir görevli, ”sıfırlarım seni” diyor.

İnsaniyetimin sorularının cevabını içeren Kitabı bulmak için okuyorum ben diğer bütün kitapları, kainat kitabı da dahil. Bu kitabı bulup, önüne oturup, onu anlamam için yaptığım her türlü çabamın ulaşacağı nokta burasıdır. Hayatım devam ettirildiği sürece, işte, bu kitabı bulup onun önünde benim için özgün bir okuma yapmam gerekir. Böyle bir Kitap olmazsa benim ve kainatın anlamsızlaşmaktan kurtulması mümkün değil. Olmalı, araştırmalıyım. Bakıyorum, bazı kitaplar ”Ben bu sorulara cevap vermek için insanların ve kainatın sahibi tarafından gönderildim” diyor. İncelemeliyim.

Kainat ve insan kitaplarına karşın bu Kitap, kainat içinde bulamadığım soruların cevabını içermesi zorunlu ise, durum çok farklı olacaktır. İnsan kainatı okuduğu gibi bu Kitabı okuyabilir mi?

Konumuzu aşar ama, oraya girmeden de edemedim. İnsan öğrenerek kendi içindeki potansiyel gerçeğini ortaya çıkarır. Öğrenmek ise kendi kendine olmuyor. Eğer bir “ders kitabı” varsa onun öğretmeni, eğitmeni olmalıdır. Bu öğretmenler, eğitmenler, kainatın ve insanin bildirmediği ve bilemeyeceği cevapları içermesi gerekiyorsa, onun öğretmenleri de bu “bilemeyeceğimizi” bilenler olmalı. Yani? Önemli bir konuya gelindi zannederim. Bu öğretmenler özel olarak yetiştirilmeliler kitabın Yazarı tarafından. Öyle ya, bir aleti yapan mühendis o aletin kullanım kılavuzunu hazırlamazsa o aleti kullanmaya ihtiyacı olanlar, kullanmayı bilmedikleri için aleti bozarlar. Bu dünyadaki bir makine böyle ise, düşünüyorum, dünyanın bir parçası olmayan bu Kitabı kullanmayı becermem, deneme, yanılma yöntemi ile öğrenmem mümkün mü?

Tam da can alıcı bir nokta şurasıdır. Bu Kitabın içeriğini öğretmensiz anlayabilmem ne kadar mümkün değilse, çünkü içeriğinin kapasitesi bu kainatın ve benim kapasitemin ulaşamadığı alanla ilgili bilgi içeriyor, bu öğretmenin de bilgi kapasitesi bu kainatın bilgisi ile sınırlı olmamalıdır. Bu öğretmenin bilgi kapasitesi, kitabın içeriğini aşamaz. Fakat ben de bu öğretmenin bilgi kapasitesini aşıp, sözüm ona kendimce “özgün” bilgiye ulaşamam. 

Ya ne yapabilirim? Hiç mi kendime ait bir sonucum olmayacak? Elbette olacak, günün sonunda kendime ait bir sonucun olması kaçınılmaz. Kabım kadar bu öğretmenden faydalanabilirim. Kabım kadar, kaçıncı sınıfta öğrencisi isem o sınıfın kapasitesi kadar. Okulda bulunduğum sınıfı aşarsam, ikinci sınıfa geçerim. Birinci sınıfta iken o düzeyde bir özgün sonuca ulaşırım.

Allah’ın bana emanet ettiği iki çocuktan küçüğü büyüğüne bir gün demişti ki: “Ben büyüyeceğim ve sonunda seni geçeceğim.” Çocuk ya bu, diğer kardeşinin büyüyeceğini hesaba katmadı. Çocuk olarak haklı da, yetişkinlerin böyle düşünmesi garip. Bu öyle bir Kitap ki, öğretmeninin öğrencilerinin, öğrencilerinin, öğrencilerinin bu Kitabı anlamak için öğretmenlerinden öğrendiklerini bize suna suna gelmişler. Bize de şimdi bayrağı elimize vermişler. Koşabilme kabiliyetimiz kadar koşacağız. Peki, bir problem mi var burada? Kanaatimce, dikkat etmezsem, evet. Neden?

Yine Allah’ın emanet ettiği çocuklarımızdan bir örnek vereceğim. Bunlar gerçekten yaşanmış olaylardır, tahmin yapmıyorum. Bu çocuklardan birisi bir gün artık hecelemeyi öğrenmiş okuma düzeyine yeni ulaşmıştı. Evimize gelen misafirlere de gösteri yapmak için, “Ben artık okuyabiliyorum” gibi imalar ile övünüyordu. Onlar da teşvik olsun, biraz da eğlence olsun diye, “Yok canım, sen çok küçüksün” diye takılıyorlardı. Çocuk da meydan okudu, “Haydi getir bir şey okuyabildiğimi göreceksiniz.” Onlardan birisinin çantasında bir gazete varmış. Çıkardı ve gösterdi, en baş haberi, büyük yazılı. Çocuk okudu. Alay ediyorlar ama çaktırmadan, “Ahh, gerçekten okuyabiliyor.” Diğeri, ”ama küçük yazıları okuyamaz” Çocuk heyecanlanıyor ve “Okuyabilirim, göster!” Bu aşamaların sonunda çocuk galip çıkmıştı ve şu sözünü hiç mi hiç unutamam: “Ben artık her şeyi biliyorum!”

Farka dikkat etmeliyim: ”Ben cümleleri okuyabilecek kadar bir özgünlüğe ulaştım” ayrıdır, “Ben artık her şeyi biliyorum!” özgünlük iddiası ayrıdır. Sorun bu ayrımı yapıp yapmamamda yatıyor. Yapabiliyorsam, haddimi biliyorsam ne mutlu! Özgün öğrenmelerime devam ederim. Konumumu iyi belirlemeliyim, özellikle bu Kitabın içeriği ve öğretmeninin kapasitesini aşamayacağımı bilmeliyim, yani sınıfımı, kabımı bilmeli, ondan sonra, kendi kabım kadar ”özgünlükten” bahsedebilirim. 

Ben matematikten ancak aritmetiğin en düşük düzeyini öğrenmiştim. O kadar. Şimdi ben tutsam Türkçe bir yüksek düzeyde matematik kitabını sözlüğe baka baka okusam ve sonunda “özgün” bir Matematik anlayışıma ulaşma çabası içine neden girmeyeceğimi iddia edersem, vahameti siz düşünün!

Bu “Kitap” ve öğretmeni ve öğretmeninin öğrencileri…nin önce adam akıllı öğrenciliğini yaparım. Ondan sonra ulaştığım sonuç için, ”Şimdi ben birinci sınıf öğrencisi olarak sınıfı geçtim” diyebileceğim bir düzeye gelirsem, benim işim, acele edip “özgünlük” iddiasına girişmek değil de ikinci sınıfa öğrenci olmaktır. Hele bir doktorayı bitireyim de ondan sonra böyle konuşabiliyorum bir bakayım. Fakat şu nokta da önemli. Biliyorum bir konuda ihtisas yaptıkça daha çok o konudaki cahilliğimin farkına varıyorum. İki kitap okudum diye kendimi o konunun profesörü görmem, o konunun cahili olduğumu gösterir.

Şimdiki okullarda bu bahsettiğimiz “Kitap” değil, kainat ve insan kitabı, kağıt parçaları inceler gibi basamak basamak öğretilir. Bunlardan ilkokul öğretmeni vardır, profesör vardır. Bu eğitim sistemi içinde bir üniversite öğrencisi, ilkokul öğretmenini geçer, o öğretmene göre daha “özgün” bir anlayışa sahip olur. Bu durum doğrudur. Garipsenmez, çoğu zaman yaşıyorum bunu. Fakat iş bahsi geçen Kitab’a gelince durum farklıdır. Bu Kitap ancak Kitab’ın yazarının özel olarak yetiştirdiği öğretmenleri tarafından öğretiliyor. Ne Kitap karşısında ve ne de bu öğretmen karşısında, bir ilkokul öğretmeni karşısındaki tavrı takınabiliriz.

Benim özgünlük anlayışım bu. İslam, on beş binden fazla tefsir denemeleri üretmiş bir tarihe sahip. Demek ki, bir kişi kendisi bulunduğu sınıfta öğrendiklerini sunması alışılagelmiş bir uygulamadır. Öğretmenlere saygınlık çerçevesinde onlardan faydalanıp, ”Ben kendi kabım kadar” diyerek, bu sonsuz ilimden gelen ve bu ilmin sahibi tarafından eğitilen öğretmenin kendisi ve onun öğrencilerinin eğitimine tabi olarak yapılan çalışmalar kütüphaneleri doldurur. ”Dinde özgünlük neden olmasın?” gibi değil de, açıklamak gerekir. Çünkü ”din” kelimesi onlarca anlamı birden kapsayan bir kelimedir.

Sözün özü, “Kitap” var, kitapçıklar var. Bütün kitapçıklar bu “Kitabı” anlamak için okunur. “Öğretmen” var, öğretmencikler var. Bütün öğretmenler bu “Öğretmeni” anlamak için dinlenir! Rabbim, bizi de o ‘Kitabı’ okumaya çalışan ve o ‘Öğretmeni’ dinleyenlerden eylesin!

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın