“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatâdır“
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazab edilmez.
Öyle ise, işi bırak o âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazab zemîme.”
29. 03. 2020 tarihli, 99. Lemaat dersinde yukarıdaki metin okunup müzakere edildi. Başlığı sayılmazsa dört cümleden oluşan metin, çok değerli müzakerelere konu oldu. Bunlardan zapt edebildiklerimi aşağıya alıyorum (her paragraf ayrı bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder:
*Metin ifade bakımından sade görünüyor. Aşina olmadığımız tek kelime “tahassüs” sözcüğü; bu da hislenme, duygulanma anlamına geliyor. Fakat metne nüfuz etmek için ‘Allah’ın rahmetinden fazla rahmet etmenin’ ve ‘Allah’ın gazabından fazla gazap etmenin’ ne demek olduğunun açılması ve anlaşılması gerekiyor. Sonra rahmet ile gazap arasındaki ilişkiyi çalışmak lazım. Bunların birisi ödül diğeri ceza mı, birisi iyi diğeri kötü mü, birisi olumlu diğeri olumsuz mudur? Bir diğer husus da metnin pratik hayatımıza yansıyan boyutunun ne olduğu. Mesela şimdilerde dünyamızda bir “misafir var”, görünmeyen ama herkesin görünür hayatını kısıtlayan bir virüs. Bu Allah’ın gazabı mıdır, nasıl bakmak gerekir?..
*Prensip olarak biz, “Allah katından bakarak” Onun rahmeti şöyledir, böyledir, diyemeyiz. Onun ruhundan üflediğini söylediği insan olarak biz, mesela ben kendime bakar, bendeki rahmet ve gazap tecellisini dikkate alırım. Ben kendimdeki rahmet ve gazabı kullanırken ölçüm ne olacak, bunu düşünmem gerekir. Ben kendi kriterlerimle bunun dengesini bulamayabilirim, başkaları da. Toplum da bunun ölçü kaynağı olamaz. Çünkü toplum benim gibi insanların toplamından ibarettir. Böyle durumlarda “insanî tarafım” diyor ki, bunu Kaynağına sor! O Kaynağın adı ne ise, Ona diyeceğim ki, “sen bana böyle duygular verdin, bu duyguları hangi kritere göre kullanacağımı bilmiyorum, bana bildir”. Şunu biliyorum ki beni yemek yemeğe muhtaç olarak var eden kim ise yiyecekleri veren de O’dur. Beni su içmeye muhtaç olarak yaratan kim ise yağmuru yağdıran da Odur. O halde beni bu konuda kritere muhtaç kılan kim ise O bana bu konuda ölçüyü söyler olmalıdır. Bu çaba ve çağrı içinde olacağım. Yine alemdeki örneklerden biliyorum ki O bütün çağrılara cevap verendir (mücîbü’d-daavât). İşte burada karşıma Resul çıkıyor. Bana diyor ki, “elimde bu kainatta fiilleriyle konuşanın sözlü konuşması demek olan Kitabı var. Beni O görevlendirdi. Ben ahlak felsefesi, hukuk felsefesi vs. çalışmadım. Onun öğrettiklerini sana söylüyorum. Rahmet ve gazabın ölçüleri şunlar şunlardır”. Ayrıca O Elçi yaşayışı ile de bu ölçüler dahilinde hareket ettiği için bana örnek oluyor. Yani ben kriterlerin “teorik kısmını” elindeki Kitaptan, uygulamayı Elçinin yaşayışından (sünnetlerinden) alıyorum. Sonuç olarak rahmet ve gazapta temel kriterin insan fıtratı ile birlikte vahiy ve Resul olduğu, yani bu üçünün toplamı olduğu fikrine ulaşıyorum. Bunu metne uyarlarsam, bu kriterin işaretlediği sınırın dışında kalan rahmet ya da gazap hatadır, yanlıştır, diye anlaşılıyor!
*Önce metinde geçen “Allah’ın rahmeti” ve “Allah’ın gazabı” terkiplerini kendi dünyamda anlamaya çalışıyorum. Rahmet, meçhulüm olan bir kelime değil; acımak, bağışlamak, ihsanda bulunmak gibi anlamlara geliyor. Rahmetin “karşılıksız vermek” demek olduğu da konuşulmuştu. Peki, ‘Allah’ın rahmeti ne demek, gerçekten O rahmet sahibi midir’, diye düşündüğümde, kendi varlığımda ve evrende bir “rahmet” vakıası gözlüyorum. Mesela ben dünyaya geldiğim o elverişsiz şartlarımda her ihtiyacımın karşılanmış olduğunu biliyorum. Peki, ‘gördüğüm bu rahmetin kaynağı nedir’, diye baktığımda bunu her hangi bir varlığa izafe edemiyorum. Konu bu olmadığı için sorgulama basamaklarını atlayarak ifade etmem gerekirse, alemi Yapan’ın “rahim” olduğuna, olması gerektiğine, keza Onun mutlak olduğuna, dolayısıyla rahmetinin de mutlak olması gerektiğine ulaşıyor, bunu tasdik ediyorum. Fakat bendeki rahmet “izafi”, “sınırlı”, “arizî”; Onun rahmeti ise –mutlak olması hasebiyle- zâtî, sınırsız, sonsuzdur diyorum. “Gazap” konusuna gelince, ben yine kendime baktığımda dayanamadığım, yanlış gördüğüm durumlarda kabaran böyle bir duygumun olduğunu görüyorum. Fakat diğer taraftan ben, kendime bakan yönüyle “acizim, çaresizim, öfkelenmem bu tür zaaflarımdan kaynaklanıyor. O ise –ulaştığım sonuca göre “Vâcübü’l-vücûd” ve “mutlak” olduğuna, mesela Mutlak Kadir olduğuna göre Onun benim gibi acizlikten kaynaklanan bir öfkeye sahip olmaktan münezzeh olması gerekir, diyorum. O halde geriye, kullarının yaptığı yanlışlar yahut zulümler karşısında Onun mağdur yaratıklarının hakkını koruma adına adil olma sıfatı kalıyor. Demek ki gazap Onun adil olmasının suçlulara bakan boyutunda “adaletle muamele etmesinden” başka bir şey değildir, diyorum.
*Peki, burada “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet ya da gazap nedir” dediğimde, aklıma üç alan geliyor: a) alemde rahmete aykırı diye gördüğüm olaylar (depremler, tsunamiler, hastalıklar, virüsler…), b) Kur’an’da bazı suçlar için belirlenen hükümler, c) ahrette inanmayanlar için hazırlanmış olan azap ya da cehennem. Metin diyor ki bunların hiçbirisi rahmete aykırı değildir. Mesela ilk alanla ilgili olarak musibet ve hastalıkların bir kısmı insanların hatalarından kaynaklanıyor, bir kısmının ilahî iradeyi göstermek, insanları irşat etmek, günahlara kefaret olmak gibi hikmetleri bulunuyor. İkinci alanla ilgili olarak da hükümler, “Adil-i Rahim”den geldiğine göre bunları da rahmet kapsamında görmek, -sözde daha çok rahmet ya da gazap duygusuyla- bu sınırların altına inmemek ya da üstüne çıkmamak gerekiyor. İnkarcılar için hazırlanmış olan uhrevi ceza da mağdurların hukukunu koruma adına yine adalet ile muamele etmesi demek oluyor!
*İlk bakışta metinde çelişki var gibi görünüyor. Şöyle ki Allah sonsuz rahmet sahibi ise “ondan daha fazla rahmet” nasıl söz konusu olabilir? Nursi’nin bunu atlaması düşünülemez. Öyleyse bu çelişkiyi gidermek lazım. Bana şöyle geliyor: Eğer ben Allah’ın rahmetinden fazla rahmet göstermek istiyorsam, bu demektir ki ben kendimdeki rahmeti Onun rahmetinin dışında görüyorum. Yani bendeki rahmeti kendime veriyorum, kendimce bakarak “şurada rahmet az, daha fazla olması lazım” demeye kalkıyorum, böylece haddimi aşmış oluyorum. Metin diyor ki, “ilahî rahmetten fazla rahmet talebinde bulunma, sendeki rahmeti Kaynağına ver, eğer bir yerde veya bir şeyde daha çok rahmet arzun varsa, haddini aşıyorsun, aşma!” Aynı şekilde gazap konusunda da ben bir yetersizlik görüyorsam haddimi aşmış oluyorum, diye anlaşılıyor!
*Ben merhametli yaratılmış bir insan olarak dünyadaki birtakım olaylara baktığım vakit içimi acıtan ve üzen bazı hadiselerin bulunduğunu görüyorum. Buralarda tecelli eden “rahmeti” de haliyle az buluyorum. Peki, çözüm nedir? Çözüm bütüne bakmak, bütünü görmek ve bütünü değerlendirmek! Çoğu defa insanlar parçada boğuluyor ya da kör oluyor gibi geliyor bana. Bütüne bakmayınca denge bozuluyor. Resul tam da burada devreye giriyor, nazarımızı parçadan bütüne çeviriyor ve rahmeti görmemi sağlıyor. Mesela tebliğ için Taif’e gidiyor, orada insanlar taşlıyor kendisini. Fakat o buna aldırış etmiyor, zamansal ve mekansal anlamda bütündeki rahmeti görüyor, gösteriyor ve teselli buluyor, teselli veriyor. Metindeki “Adil-i Rahim’e nazar et” cümlesi buna işaret ediyor, diye anlıyorum.
*Evet, yaşadığımız dünyada olumsuzluklar, üzücü olaylar ve zulümler var. İnsanlar bunları gördükleri zaman uçlarda savrulmalar yaşayabiliyorlar. Mesela birileri geleneğimiz böyle diyerek tavuğun kafasını kopararak beslenirken bazıları (vaganlar) bütünüyle hayvanî ürünlerden uzak kalabiliyor, yine mesela kurban kesmeyi bile eleştirebiliyorlar. Bence burada savrulmaları önlemenin ve dengeyi sağlamanın iki temeli var: a) varlığa bakış ve yorumlama paradigması, b) ahiret inancı. Eğer varlığı bir Var Eden var, diye bakıp yorumlayan bir öğretiyi benimsiyorsanız vagan da olmazsınız, kurbanda hayvan kesmeyi de anlarsanız. Keza bazı haksızlıkların burada tam olarak karşılıklarını bulmuyor diye gördüğünüz zaman, “bu dünya imtihan dünyası, ödül ve ceza yeri değil, ödül ve ceza ahrette olacak, dolayısıyla şu zulümlerin de karşılığı orada verilecek” diye inanıyorsanız dengede kalıyorsunuz.
*Müzakerelerin başında “bu metnin pratik hayatımız bakan mesajı nedir” şeklinde bir soru gündeme gelmişti. Bence bu sorunun cevabı metnin “Fazla şefkat elemdir; fazla gazab zemîme” şeklindeki son cümlesinde saklı. Yani eğer sen bir şeye baktığında yetersiz bir rahmet olduğu yolunda “elem” duyuyorsan bil ki yanlıştasın. Ya da yine baktığın bir şeyde “gazap eksikliği var, biraz daha olması lazım” diye zemmedici bir tutum içine giriyorsan yine yanlıştasın. Yani senin ilahî rahmet ve ilahî gazaptan fazla rahmet ya da gazap istediğinin göstergesi “elem” ve “zem”dir. Elem çekiyorsan, haddini aşıyorsun, dön ve huzur bul, zem içinde isen yine haddini aşıyorsun, dön ve huzur bul” diye anlaşılıyor. Mesela yine müzakerenin başında gündeme getirilen ‘misafirimiz’ hakkında, “bu virüs niye var, niye gönderildi” diye üstü örtülü şekilde kaderi “zemmeden” ya da zemmi çağrıştıran bir tutuma içine girme, diyor, metin.
*Dünyada olumsuzluk gördüğüm zaman bundan dolayı içim acıyorsa neden “haddi aşmak” olsun bu, diye düşünüyorum. Ben insan olarak böyle yaratılmışım. Gözleri görmeyen ya da topallayarak yürüyen bir kedi görürsem içim acır ve üzülürüm. Bence mesele kainatı yaratanın ‘mutlak rahmet sahibi olduğuna ikna olup olmamak’. Eğer buna ikna olmuşsam kedideki acınacak bir duruma karşı üzülürüm ama burada da görmediğim bir rahmet var, derim. Çünkü mutlak’ta istisna olmaz. Diğer taraftan bu dünyadaki zulümler ile ilgili olarak meselenin bir ucu, Nursi’nin onuncu sözde anlattığı bir konuya dayanıyor: “kainatta bir adalet gördüğümüz halde çoğu zaman zalim zulmüyle, mazlum mazlumiyeti ile bu dünyadan göçüp gidiyor, demek ‘büyük mahkemeye’ bırakılıyor”!
*Diğer taraftan ben gazabı rahmetin olmaması ya da rahmeti görmemek diye anlıyorum. Ayette, “Siz iman ederseniz ve şükrederseniz Allah niye azap etsin” (Nisa, 4/147) buyruluyor. Azap, iman ve şükrün olmamasıdır. Gazap da öyle diye anlıyorum.
*Ben, “parçada rahmeti göremiyorsan bütüne bak” şeklindeki anlayışı yanlış olmasa bile eksik buluyorum, tatmin edici bir argüman değil bu. Ben zulümlerin yaşandığı bir yerde isem birisinin bana, “bak, filanca yerde çok büyük adalet tecellileri, güzellikler, rahmet ışıkları var” demesi beni asla kesmez! Diğer taraftan aynı pozisyonda bulunan bana başka birileri, “ahiret var, adalet orada gerçekleşecek” derse bu da kısmî bir rahatlama sağlasa bile tam olarak tatmin etmez beni. Çünkü acıyı yaşayan benim! Bu iki argüman aslında “destekleyici argüman” niteliğinde. İnsan “kurucu argümanlarla” tatmin olur. Burada kurucu argüman nedir? Rahmet kavramının tanımını doğru yapmak! Eğer rahmeti, mesela “varlığı karşılık beklemeden var oluş maksadına taşımaktır” şeklinde tanımlarsak, gördüğüm olumlu-olumsuz, sevdiğim-sevmediğim ya da bana sevimli gelen-sevimsiz gelen her şeyi bu tarif kapsamında görebilir, bundan tatmin olabilirim. Ayrıca destekleyici argümanlar da benim bu tatminimi teyit etmiş olur!