Yansımalar

Şimdi Dua Zamanıdır

Şimdi Dua Zamanıdır | Ha-Mim

İnsan şuurunun veya ruhunun, kendisinin varlık kaynağını ve var oluş amacını sorgulama özelliğine sahip olduğunu herkes kendisinde tecrübe eder. Bu özellik insana mutlaka bir var edicisi olması gerektiğini bulmasına yardımcı olur. Demek birinci hatırlatıcı bizim kendi iç dünyamıza yerleştirilmiş. Fakat hür iradem de verilmiş, kabul etmeyi de kabul etmemeyi de seçebilirim.

İnsana bu kadar içkin olan bir özelliği bile kullanmayı beceremeyenlerin, varlığımın anlamı ve maksadı konusunda bana yapacakları bir rehberlik olabileceğini zannetmiyorum. 

Bu özelliğimi canlı tutup sorgulama yaptığımda bir Var Edicimin olması gerektiği, bütün kainatı ve beni Onun var ettiği sonucuna ulaşmam zor olmuyor.

Yaratıcımın şefkatinden bana gönderdiği elçisinin yani Resulünün ilk nesil öğrencilerinden yani sahabilerinden bazılarının şöyle bir tavrı olduğunu hepiniz duymuşsunuzdur: “Acaba ben de mi münafığım?” Bu ne demektir? “Bu, beni gerçekten bir yaratan var mı?” sorgulamasına benzemiyor. “Münafık mıyım?” diye sorguluyor. Yani, “Evet, bana ve bendeki tüm duygularıma, çevremdeki her şeye varlık veren bir Yaratanın var olmasının gerekliğinden eminim de, acaba benim bütün anlayış ve hayatım bu inancıma tamamıyla uygun mudur?” Haydi biraz hafifleterek söyleyelim, “Öyle bir yaratan var olması zorunlu ama şimdi ben ne yapacağım?”

Bu varlık aleminin varlığıyla bana yönelttiği anlamları, bu anlamlar ile bana Yaratıcımın her bir varlığı bilinçli ve kasıtlı bir şekilde var ettiğini, bana verdiği duyguların beklentilerinin karşılığını bu yarattığı alemde bulamadıklarımın cevabını, amacını bildirmesi gerektiğini, bu bildiriyi bana ulaştıracak araçları görevlendirmesinin benim için zorunluluğunu ve sonra da bu görevlilerin bana “şimdi ne yapacağım”ı hayatlarında uygulayarak beni bir eğitime tabi tutmasını, sonunda da bu eğitimin neticesinin ne olacağını bildirmesini beklerim. Eğer bu beklentilerimden bir tanesi bile karşılanmazsa ben çaresizlik içinde varlığımın amacına ulaşmadan bu dünyadan göçer giderim.

İşte bu görevli öğretmenlerin öğrencilerinin problem gördükleri noktalar, zannediyorum bunlardı. Evet, Yaratıcımın olması zorunlu, başta ben kendim, sonra da çevremdeki her şey bana bunu ilan ediyorlar. Hatta Onun görevlendirdiği öğretmen bana sürekli bunu hatırlatıyor ama… “Ben bu hatırlatıcılara rağmen irademi kullanarak onlardan faydalanıp gerekeni yapıyor muyum? Yoksa “Tamam canım, bildik, bir Yaratıcımız var, her şey Onu ilan ediyor” deyip işime mi bakıyorum, işim ile Yaratıcım arasındaki ilişkinin bana getirdiği görevleri üstlenmeden?

Benim varlık amacım yalnızca bu dünya hayatıyla sınırlanabilir mi? Beni insan yapan ruhumun cevabı “Hayır! Asla!” diye çığlık atıyor. Herkes kendisini dinlesin. “Peki, inandım ki bir Yaratıcım var, şimdi ne olacak?”

Bakıyorum ki, bu zorunlu başlangıç beni bu başlangıcın uzantılarını araştırmaya zorluyor. Görevli elçi öğretmenin öğrencilerinin sorunu bu olsa gerek: “Münafık mıyım?” Emin değilim. Demek ki inanmak yetmiyor. İmanından emin olmak yetmiyor. Ya? 

Şimdi dinleyelim bu öğretmenin öğrencilerinden birisi ne diyor?

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”

Öğretmenin bana ulaştırdığı Yaratıcımın mesajında devamlı bir konu gündeme gelir: “Teslim olun!” Veya inananların ifadelerini naklen, “Teslim olduk.”

Nedir bu teslimiyet ki dünyada ve ölümden sonraki tekrar yaratılışta mutluluğa erişmeyi sonuç veriyor? Önce iman, sonra imanın uzantısı olan varlık anlayışımın etrafını saran diğer uzantıları yani delilini gördüğüm ve fakat kendisini yaratık alemde görmediğim tüm sonuçlarımı göz önünde bulundurarak, “Evet bunları da tasdik ettim, tamam mı?” diyorum. İşte bu aşama beni düşündürüyor. Bu anladıklarıma teslim oldum mu? Elçi öğretmenin öğrencilerinin korkusu, yani münafık olma ihtimali bundan sonra başlıyor.

İnsan kainatta yerini, konumunu, kainatın Yaratıcısının konumunu da belirledikten sonra eğer o Yaratıcı ile bir bağ yani teslimiyet bağı kurmaz ise, teslim olduğunu iddia edemez. Bu bağ, bu teslimiyet kısaca “Ben senin abdinim, Sen de benim Mabudumsun” ilişkisi içine girmektir, diye anlıyorum.

Bu bağlamda “teslim olamamak”, inandığımın gereğini yapacak şekilde hür irademi kullanmamam demek olmalı. İşte münafıklık bu noktada söz konusu olur. İnanıyorum ve fakat teslim olmayı tercih edemiyorum. Eğer Kur’an mesajı ciddi bir şekilde incelenirse görülür ki, münafıklık sorunu, inananların teslim olamamalarının örneklerini sunar. Bu örnekler benim için de geçerlidir. Mesela,

اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ 

“İnsanlar ‘İman ettik” demekle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki, Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Sözünde doğru olanları ve yalancıları Allah böylece birbirinden ayırt edecektir.” Ankebut (29): 2-3.

Küçük bir not: A’rabî’nin yani avamın İslam toplumunun genel geçer kurallarına tabi olup (yani Medine yönetimine) teslim olduklarını söylemeleri, onların gerçekten Kur’an’ın imanî temellerini anlayıp tasdik ettikten sonra Kur’an’ın mesajına teslim olmadıklarını bildirip imanî temellerin tesisi için gayrete davet eden Hucurat suresinin 14. ayetinde dile getirilen husus konumuzla ilgili değildir. Kur’an’ın imandan sonrası için sunduğu teslimiyet aşamasını konuşuyoruz.

Anlayabildiğim kadarıyla Elçinin öğrencilerinin korkusu bu idi: “Evet, inandım ama hayatın içindeyken Yaratıcımın bana sunduğu imkanları ben ubudiyet bilinci içinde mi değerlendirdim, yoksa farklı bir durum mu söz konusu?” Aslında Kur’an’ın münafık diye nitelediği kişiler Allah’a zaten inanıyorlardı. Fakat Resule teslim olmayı, günlük hayatlarında onun öğreticiliğine tabi olup eğitilmeyi kabul edemiyorlardı. Biz hayatın gerçeklerini kendimiz görürüz, tespit ederiz ve gereğini yaparız. Adeta şöyle demeye geliyordu tavırları: ”Şu ‘Allah’ın elçisiyim’ diyen eğitimsiz, yurdundan kovulmuş kişinin rehberliğine ne ihtiyacımız var? Onun yap dediğini yapmam neden gereksin ki? Sanki o benden daha iyi mi bilir?”

Kur’an, işte bu noktada sürekli Resule tabi olmanın zorunluluğundan bahseder. Öyle ya Yaratıcıya nasıl tabi olurum şu yaratık aleminde? Mutlaka Onun bana sunduğu şu dünyada bir örnek görevlendirmeli ki, onun örnek hayatından kendime prensipler çıkarmalıyım:

مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا

”Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince; Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik.” Nisa (4): 4

Özellikle çağımızda hayatın anlamı ve maksadı, Yaratıcının rehberliği ve öğretmene ihtiyaç konusunda kendi gerçeğiyle tutarlı olan bir araştırma yapmayan insanlar tarafından “mal bulmuş mağribi gibi” talan edilen bu anlayış daha da bir benimsenme eğiliminde, gittikçe de yayılmaktadır. Kanaatimce esas virüs budur. Ruhumuza gelen, kalbe musallat olan, kendine güvenip öğretmene tabi olmak istemeyen insana sunulan bir alternatif virüse karşı uyanık olmam lazım.

Peki, çare nedir?

İşte elçi öğretmenin bir öğrencisinin reçetesi:

“Demek, dua ve tevekkül meyelân-i hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe dahi meyelân-i şerri keser, tecavüzâtını kırar.”

O halde dua etmek lazım: “Ey Rabbim! Beni böylesi virüslerden korumana ihtiyacım var. Ben abdim, Sen Mabudumsun. Benim sürekli Seninle olmam için yardımına ihtiyacım var. Ben her zaman imanımın gereği gibi hayatta tercih yapamıyorum, zayıfım, acizim, kabul ediyorum. Sana ihtiyacımı itiraf ediyorum. Benim görevim ihtiyaçlarımı karşılayan Sana yönelmektir. Bana gereken yolu göster, o yola girmeme yardımcı ol!”

Böylesi bir dua hemen arkasından itiraf gerektiriyor: 

”Şimdiye kadar Sana yönelmeden kendi yolumu kendim bulmaya çalıştım. Senin elçilerinin eğitimine girmeye gayret göstermedim, Senin beni karşılaştırdığın yaratıklarınla beni Sana yönelmeme davet ettin. Fakat ben Sana yönelmek yerine Seni tanımayı bile becerememiş medeniyetlerin reçetelerinin peşinde koştum. Beni affet, kusuruma bakma! İtiraf ediyorum hatamı. Sen affetmeyi sevensin, biliyorum. Affet beni Ya Rabbe’l-âlemin!”

Öğretmenimiz, bize Mabudumuz ile ubudiyet ilişkimizi nasıl kuracağımızı öğretiyor:

”Allahümma inneke afuvvün tuhibbul-‘afva, fa’fu ‘anni.”

Arapçası: اللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ العَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي

“Ey benim Yaratıcım, sahibim, bana yol gösteren ilahım! Sen Affedicisin ve affetmeyi seversin, beni affet!”

Yaratıcımızın mesajı ise şu şekilde benim ubudiyet ihtiyacımı nasıl Kendisine takdim edeceğimi öğretiyor:

وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ 

“Sabah akşam, yalvararak ve ürpererek, sesini yükseltmeden, için için Rabbini an; sakın gafillerden olma.” A’raf (7): 205

Hem insanî tüm duygularım ile, hem aklım ile, hem bedenim ile, hem dilim ile abd olduğum gerçeğinden gaflet etmeden, hayatımın her anını Onun huzurunda, Onunla beraberlik bağları kurarak, yani Ona teslim olarak bilinçli bir şekilde yaşamayı öğrenmem gerektiği haberi alıyorum bu ayetten.

ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ

“Rabbinize alçak gönüllüce ve yüreğinizin ta derinlerinden dua edin, yalvarın. Doğrusu O, haddi aşanları sevmez.” (A’raf (7): 55.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın