Hiçbir insan kendini ‘bedenden ibaret’ görmez diye biliyorum. Fakat pratikte sürekli bu bilinçliliği ben şahsen gösteremiyorum.
Demiş ya mübarek zat, “Bir ben vardır bende (bedende), benden (bedenden) içeru”. İşte o “ben”in bilincinde olmam gerek.
Bedenim, evrendeki düzene tabi olarak yaratılmış olup varlığı devam ediyor, bu alanda benim bir tercih imkanım yok. Fakat beni insan yapan tarafımı kullanmak benim irademe bırakılmış. Ben kendimi böyle yapılmış buldum. İşte o “ben” hem kendisinin ve hem de çevresinde var olan her şeyin bilincinde yani algılayabiliyor, yorumlayabiliyor, sorgulayabiliyor, sonuçlara ulaşabiliyor, kararlar verebiliyor. Ne harika bir yaratık! Ben de o bendeki “ben”e hayret ediyorum, nasıl da kendisinin bilincinde!
İnsanım ya, unutuveriyorum “ben”deki bu sonu gelmez özelliklerin bana ait olmadığını ve başlıyorum atıp kesmeye! “Bunu sevmedim, şu daha iyi değil mi?” “Hoop! Bir dakika, ne yapıyorsun böyle?” diyorum kendime. Kendimi kendim sorgulayabiliyorum ve anlıyorum ki, yanlış bir şeyler yapıyorum. Kendi gerçeğimi reddedip, kendimle çelişebiliyorum.
Çürümüş portakalın pis kokusunu sevmeme duygusu ile donatılmışım;”ben”deki özellik böyle çalışıyor. Onu sevmemek benim kendi tercihim değil, benim irademe yapılan bir ikazdır o: “Bu kokuyu sevme!” Bana düşen gayet güzelce bir kabuldür, “Evet, doğru söylüyorsun, sevmedim o kokuyu.” Demek, ben şu sahte tavırdan bir çıkmalıyım: “Ben sevmiyorum” değil.
Bendeki hazır duygu bana şöyle sesleniyor: “Sevme onu, sakın ondan, o senin için zararlı. Öğren ki, işte böyle bir portakalı yemez ya da bir muhtaca vermezsen çürür gider, yararlı bir yaratık iken, onu serbest iraden ile yararsız, lüzumsuz hale getirebilirsin, sevimsiz kılabilirsin. Sen kendi görevine bak, bir daha böyle yapma. Haydi bakayım özür dile o portakalı ve onun çürümüş halini sevmeyen duyguyu sana verene, bir de teşekkür et de, sana emanet edilen bu güzelim yaratıkları yerli yerinde kullanmayı öğren. Seni bu özelliklerle donatmış. Fakat iraden ile ukalalaşıp, Yaratana ait olan bir yaratılış düzenini kendine mal etme! İradeni hakkıyla kullan!”
İnsan olan yönümle işte böyle eğitiliyor buluyorum kendimi. Dünyanın devamlı geçici, kendimin devamlı yaşlandırılarak yaratılmamı, hatta en sonunda ölümüm ile karşılaşacağım gerçeği… bunların hiçbirini sevmeyecek duygular verilmiş bana. Bunları sevmeyecek duygu ile donatılmamın bana yaptığı hatırlatma ne ola ki? “Sevme geçiciliği!” diyor. “Sevme gençliğin kaybını, yaşlılığı” diyor. “Ehh, sevmeyeceğim bunları da ne olacak?” “Bilincini kullan, sorgula, araştır, düşün! Neden bunları sevmememi istiyor benim Yaratıcım?”
İnsanım ya, evren içinde bu sorularımın cevabı yalnızca “İşte öyle, sen böyle bir varlıksın, varlığının mahkumusun, sorularının cevabı bende yok” diyor evren bana. Çaresizim, nasıl olur da sorularım olsun ve fakat cevapları olmasın? Bir terslik var bu işin içinde. Bilincim beni ikaz ediyor: “Bu soruları sana Verene yöneltsene sorularını. Madem soracak özellik vermiş, cevap da vermesi gerekmez mi?” “Evet ya, vermesi gerekir. Fakat nerede cevapları?”
Evren suskun! Yalnızca bana bir takım işaretlerle konuşuyor. İçimden bir duygu, “Şöyle adam akıllı, benim anlayacağım şekilde cevabını veriversene” diyorum. Sanki ”işaretlerime dikkat et” dercesine suskun ve fakat devamlı sinyaller veriyor. “Beni incelemelisin, nasıl oldu da bu işaretlerle dolu olarak var olduk hep beraber sen ve ben?” dediğini anlamam çok zor olmadı. Sahi, nasıl oluyor da böyle işaretlerle dolu bir madde yığını önümde duruyor? Sanki bir ses dalgası var, dinliyorum, anlıyorum bana anlamlı bir şeyler söylüyor. Öyle ya, ses dalgasındaki anlamın kaynağı hava molekülleri olacak hali yok ya, dikkat etmem gerekir, araştırmalıyım.
Anlıyorum ki, ses dalgası bana “Ben kendim bu anlamın kaynağı olamam” diyor. “Kaynağımızı araştır. Sana sorularının cevabını verecek olan Odur.” Kaynağı aramak için, bilincimi, aklımı, gözlerimi, kulaklarımı, duygularımı açınca hemencecik duyuveriyorum, Bu evrenin bir sahibi var, senin kolayca anlayacağın şekilde sana konuşup sana sordurttuğu sorulara bir cevabı olmalı” diyen sesi.
Araştırıyorum, bazı kişilerin böyle bir iddia ile konuştuklarını, insanlara ulaştırmak için yılmadan çabaladıklarını duyuyorum. Onlardan birisi de Kur’an ile çıkıyor karşıma. Başkaları da var, araştırmalıyım. Bakıyorum Kur’an’a, “evrenin Yaratıcısının mesajıyım” diyor ve Yaratıcının bana yaptığı açıklamaları iletiyor: “Ben bu evrenin Yaratıcısıyım, evreni senin Beni tanıman için işaretler (ayetler) kümesi olarak var ettim. İyi ettin, beni buldun, gel konuşalım” diyor.
Dinliyorum kendisini. “Ne yarattı isem, senin Beni tanıman için yarattım. Sen kendinde yaratılana bak, çürümüş portakalı ne kadar da iğrenç bir koku ile yarattım diye Beni itham etme. Onu en güzel kokularla donatarak yaratan da Benim. Ne çabuk unutuverdin! Şimdi de sana bir şeyler öğretmek için pis koku ile yarattım. Beni güzelce tanıman için sana verdiğim o insanî özelliklerin, sendeki ‘ben’ dediğin özelliklerin var ya, işte onları kullan. Anlarsın ki sana bir şeyler öğretiyorum. Seni eğitiyorum Beni daha iyi tanıman için. Sen portakalı yemezsen böyle çürük şekilde yaratırım, iğrenç kokusuyla seni uyarırım, ‘yeme onu,’ diye. Sana faydalı iken zararlı hale getiririm ki, yemeyeceğin bir yaratığımı atma bir kenara, ver onu bir başka ihtiyaçlı yaratıklarıma. Bu şekilde yarattığım her şey seni ilgilendirdiği kadar seni eğitmek içindir. Senin görevin, senin kapasitende yarattıklarımdan faydalanıp Beni daha yakından tanımaktır. Sana bu tanıtıcı özellikleri ta baştan verdim. Kendimi tanıtacak tüm özelliklerle seni donattım, Kendimden sana Beni tanıtacak özellikler yerleştirdim. Kendi ruhumdan sana ruh üfledim, yani Beni tanıyacağın aletler verdim…”
Kur’an böylesi mesajlarla dolu. Yeter ki, onu ciddiyetle çalışayım, öğrencisi olayım, öğreneyim. Şimdi daha iyi anlıyorum Kur’an’ın şu mesajını:
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
“Rahmetim var ya, işte o yaratılan her şeyi kapsar.”(7: 156)
”Ey insan, Beni tanımana vesile olacak her şeyi senin Beni tanıman için özel olarak, eğitilmiş, Benim ile tanışmış bir şekilde Bana geri gelmen için seni muhtaç olarak yarattığımı bilerek, sana şefkat göstererek rahmetimle yarattım. Ne ki yarattım senin eğitilmen içindir. Sevdirdiklerimle Beni tanıdığın gibi, sevdirtmediklerimle de Beni tanımanı isterim. Sevdirtmediklerimi Beni itham için, ‘Bunda ne rahmetin var ey Yaratan?’ diyerek ukalalığa düşmemen için sana hatırlatıyorum. Onları senin için yarattım, özgür iradeni hangi yönde kullanacağını öğrenesin diye…”
“Biliyorum, bakacaksın masum gösterdiğim yaratıklarımdan mesela bir ceylana ve onu parçalayacak şekilde yarattığım aslana, şaşırıp kalacaksın, ‘Ne de merhametsiz bir yaratılış bu böyle’’ deme hemencecik. Dikkat et, aynı parçalayıcı aslanı yavrusunu bu ceylan etiyle beslerken görünce de şaşırıp kalma, “Ne şefkatli bir şekilde yaratılış böyle?” diye. Bunların hepsi sana bir eğitim aracıdır. Eğer Ben sana sevdirtmediğim bir yaratılış gerçekleştirmezsem, seni iyi tanırım Ben, sen Beni tanıyamazsın. Eğitim alamazsın. Seni öyle yarattım ki, ancak böyle iki seçenekten birini seçebilecek, birbirleriyle karşılaştırarak, “şu benim için güzel örnek, şu da benim için yapmamam gereken örnek” diye anlayacaksın.”
“Sana öğrettiğime bak. Sana ceylanı parçalayan aslanı sevdirtmemem senin böyle tercih yapmaman içindir, yavrusunu beslerken gördüğün aynı aslanı da sevdirttim ki, sen de öyle yapmayı tercih etmen içindir. İşte Ben her işimde Hikmetli, Rahmetli bir amaç taşırım. Ceylanın da sahibi, aslanın da sahibi, senin duygularının da sahibi Benim. Beni maksatlı bir yaratılış gerçekleştiren Hikmetli ve Rahmetli bir yaratıcı olarak tanı. Bana ihtiyaçlarını bildir, Ben sana yine rahmetimle, hikmetimle ihtiyaçlarını karşılarım. Bana yönelt sorularını, her şeyi Benim senin için yarattığımı anla. Bu şekilde yaratılışın senin için bir eğitim aracıdır…”
Kur’an’ın öğrencilerinden birisinin Kur’an’dan anlayıp bize sunduğu şu sözleri ne kadar öz ve anlamlı değil mi?
“Yetmez mi dert, derman sana.” Link
“Dert” bildiklerimiz aslında benim eğitimim için “derman” imiş. Yaratılış maksadımı gerçekleştirme araçları imiş. Ölen galaksiler de böyle, akşam dünyanın karanlığa bürünmesi de böyle, kış da böyle, bahar da böyle, sonbaharda solan yapraklar da böyle, yaşlılık da böyle, hastalıklar da böyle, virüsler de böyle, bütün canlıların, insan dahil, ölüm ile hayatlarının bu dünya şartlarında sonlanması da böyle… Bana benim gerçeğimi anlatıyor, bu dünya hayatını bir araç olarak kullanmamı anlatıyor, onu amaç haline getirmeMEmi öğretiyor. Amacımın bu dünyayı böyle hikmetli, rahmetli bir öğretim alanı kılan Yaratıcımı tanımam olduğunu bana öğretiyor, beni eğitiyor.
“Sen çürümüş portakalın pis kokusundan ne kadar rahatsız olacak şekilde yaratılmışsın, değil mi? Çürütme o güzelim portakalı. İnsanlar için zevkle seyretme, koklama ve sonra da yiyerek tadından ve içindeki besleyici maddelerden faydalanma amacıyla yaratılan portakalı bu maksatlar için kullanmaz da çürümeye bırakırsan işte böyle sevimsiz bir koku yaratırım senin için. Anlarsın, öğrenirsin ki bir daha böyle yapmayasın. İşte bu dünyayı seni ilgilendirdiği kadarıyla senin için bir öğretim, eğitim alanı olsun diye yarattım. Sen bir öğrencisin, öğrenciliğini bil, öğrenmene ve uygulamana bak…”
“Sen ceylanın parçalanışını gördüğünde yüreğinin parçalanacak şekilde yaratmam, senin için ne güzel bir eğitim aracındır. ‘Yaratıcı portakalı çürüterek, ceylana aslanın parçalaması ile öldürerek zulmetti’, deme. Onlar Benim yaratıklarımdır, onlar hakkında hüküm vermek Benim görevimdir. Sen kendi görevine bak. Benim yarattığım bu dünyada Bana öğretmenlik yapmaya kalkma. Bu sahneyi yaratarak sana eğitim vereni tanıman içindir bu yaratılış. Eğer seni bu yaratılış sahnesi ile eğiterek sen böyle yapmayacaksın, sana bunu sevdirtmedim diyeni tanıdı isen işte amaç gerçekleşmiştir. Eğer ‘Ben bu yaratılışı sevmiyorum! Neresinde bunun rahmet, hikmet?’ diye küstahlık yaparsan, işte o zaman varlığının gerçeklerine ihanet etmiş olursun. Sonuçta, senin sahibin senin kendin olduğunu iddia edip, Yaratıcına ihanet etmiş, Onun malını senin kendinin olduğunu iddia eden bir hırsız olursun…”
Bu evrenin rahmetler, hikmetler içerecek şekilde yaratılışının maksadını yine Kur’an’ın öğrencisinden dinleyelim:
“Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zulcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-i Samedâniye suretine çevirmesine sebeptir.” Link
Biz insanları ilgilendirdiği kadarıyla, doğrudan bize sevdirilmeyen yaratılışların da gerçekleştirildiği ve böylece bir birleriyle kıyas edilerek öğrenilen hakikatlerin bulunduğu alemin (hakaik-i nisbiye) görünüşte zıtlıklar içeriyor gibi yaratılması, aslında Yaratıcısının mutlak özelliklerinin insanlar tarafından anlaşılmasına vesile olsun diyedir.
“…daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tağayyur ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tağayyur için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül ve tağayyur kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı.” Link
Demek ki, bize bakan yönüyle, zıtlar karıştırılarak zararlı veya faydalı gördüklerimle iç içe yaratılan, şer olarak nitelendirebilecek özellikler ile hayır olarak nitelendirilebilecek özelliklerin birbirleriyle kaynaştırılarak gerçekleştirilen, çirkin görünenler ile güzel görünen varlıkların birbirleriyle karıştırılarak yaratılan şu alemin hamuru yoğruluyor ki, yapılan sürekli değişiklikler, en sonunda bizim taze pişmiş bir ekmek yememizi amaçlıyor olduğunu anlamamız mümkün olsun. Bu ekmeği yemek için bu dünyadayız. Ekmeğimiz, yani amacımız, “hakaik-i hakikiye” olan Yaratıcımızı bütün isimleri, sıfatları ile tanımaktır. Gerçek tekamül, yani insanın insaniyetinin yaratılış amacına ulaşması, Yaratıcımızın haber verdiği yaratılış maksadı olan Onu tanımak ve kendimizin Ona ait olduğunu idrak edip varlığımızı Ona teslim etmektir.
Özetle, benim amacım, kendimde ve dışımda gözlemlediğim alemin bizzat kendisinin mahiyeti hakkında hüküm vermem değil. Zaten mahiyetini bilmemin de mümkün olmadığını bana verilen kapasite içinde anlıyorum. Bir varlığın mahiyetini ancak onu Yaratan bilir. Varlıkların mahiyetini bilme teşebbüsünde bulunup, bilemeyince de Yaratıcıyı itham etme yanlışına düşmemeliyim. Ben, yaratılıştaki gözlemlediğim varlıkların bende gerçekleşen izlenimlerinden sorumluyum.
Sonuç: Benim Onun abdi olduğumu, ancak Onun bana Mabud olabileceğini öğrenip Ona varlığımı teslim etmektir benim varlık amacım, diye anlıyorum.
Bu amaca ancak ve ancak Yaratıcımızın bize yaptığı rehberlikle ulaşabileceğimizi anlamak ümidiyle…