“Belâgat-i Kur’âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:
Birincisi: Delil-i inayettir ki, menafi-i eşyayı tadat eden bütün âyât-ı Kur’âniye bu delile imâ ve şu burhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise, Sâniin kast ve hikmetini ispat; ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.
Mukaddeme: Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikrâ-i tam edemez. Ve ihata edemez. Fakat nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.
Bununla beraber, bir emirde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için; kaidenin külliyeti, nev’in hüsn-ü intizamına delildir. Demek, cemi’ fünun-u ekvan, kaidelerin külliyetlerine binaen, istikrâ-i tamla nizam-ı ekmeli intaç eden birer burhandırlar. Evet, fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılâbat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermekle Sâniin kast ve hikmetine parmakla şehadet ve işaret ettikleri gibi, şeyâtîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıptır.
İşaret
Cehl-i mürekkebi intaç eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etse ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyânı olan mümâresât-ı ilzâmiyattan nefsini tahliye etsen, hurdebinî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlahiyenin şuursuz, mecrâ ve mahrekleri tahdit olunmayan ve imkânâtında evleviyat olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husûl-pezir ve destgâhın masnuu olduğunu, kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemezsin. Meğer herbir zerrede Eflâtun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti ispat ettikten sonra, zerrât-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üssü’l-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen… Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir.
Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikate ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.
Tenbih
“Ferciıl basara hel terâ min futur” (Mülk Suresi 3. Ayet) Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilsin? Kellâ, gören görmez – meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle müptelâ ola. İstersen Kur’ân’a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel veçhiyle bulacaksın. Zira Kur’ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve nimetleri tâdad eder. İşte o âyât, şu burhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut. Tafsili ise, eğer meşiet-i İlâhiye taallûk ederse, âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarikinde, sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu burhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.”
Kur’an’ın, mümin insan ve İslam toplumu oluşturmadaki rehberliği
Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçlarının usulü dörttür. Bu metinde dördüncüsü olan mirac-ı Kur’ani incelenir.
“Belâgat-i Kur’âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik.”
İnsaniyetin umumuna hitap eden mirac-ı Kur’ânidir. Müellif Said Nursi, Allah’ın konuşması olan Kur’an’ın sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitabı olduğunu bu cümlede vurgular. İnsanın vazifesi Rabbini tanımaktır. Bu tanımada insanın gerçeğine uygun bir meslek geliştirebilmede takip edilen yollardan biri delil-i inayettir.
Delil-i inayet konusu İslam aleminde yaklaşık bin yıldır tartışılan, araştırılan bir konudur. Risale-i Nur’un da bu konuda kendi iç tutarlılığını koruyan bir tavrı vardır. Risale-i Nur’un İslam kaynakları dışında bir kaynak olmadığını hem o kaynakların inceleştirilmiş bir takdimi olduğunu dikkate alarak okumalıyız. Çünkü o kaynaklara ne gitmeye zamanımız var, ne gücümüz var, ne ilmimiz yeter, ne hazırlığımız vardır. Ama o kaynaklardan mahrum kalmamak için o bilgileri bizim anlayabileceğimiz şekilde bugünün diliyle takdim eden Nursi, o kaynaklardan faydalanarak, günümüz problemleriyle cebelleşen insana ulaştırmıştır. Madem insanlar zamanında böyle çalışmalar yapmışlar, bunları keşfetmişler, şimdi de o keşfi bir adım ileriye götürecek kendi günümüzün şartlarında o keşfi uygulamaya koyacak çalışmalar gerekir. Bu çalışmaları günümüzün insanından bekleriz.
Sahabeler ayet-i kerimeleri nasıl çalışıyorlardı?
“Delil-i inayettir ki, menafi-i eşyayı tâdat eden bütün âyât-ı Kur’âniye bu delile imâ ve şu burhanı tanzim ediyorlar.”
Kur’an’ın direkt insana açık olarak hitap ettiği yerler vardır. İnsanı, yediği şeylere baktırarak, yaratma aşamalarından bahsederek, bütün bunların kasti bir iradeyle ve şuurlu bir tercihin sonunda gerçekleştirildiğini anlatır. Bu yaratılış faaliyetlerinin gerisinde şuurlu bir iradenin tasarrufunun olduğunu anlayabilecek bir kabiliyetin insanda bulunduğuna bu hitapla dikkat çeker. Kur’an’da bu açık hitapların yanı sıra açıkça bahsetmediği, dolaylı olarak okuyucusuna hitap ettiği yerler de vardır. Okuyucu diye bahsettiğimiz Kur’an’ın nuzülü sırasındaki muhataplarıdır. Çünkü o zamanlarda kitap gibi basılmış bir halde değildi. Parça parça gelen vahyi, insanlar tek tek ayetler şeklinde duyuyorlar, muhatap oluyorlar, ağızdan ağıza naklediyorlardı. Bazıları, kendileri için parçalar halinde yazıyordu. Genellikle Kur’an’ın ilk muhatapları bir ayetten etkilenip, o ayetin dünya görüşlerini temelinden değiştirdiğini fark ederlerse o ayeti ezberlemek suretiyle vird-i zeban ediyorlardı. Yani ezberleyerek kendilerine mal ediyorlardı. Az sayıda sahabe hariç, Kur’an’ın başından sonuna kadar muhatap olayım, gibi bir tavır yerine, onları ilgilendiren, etkileyen, onların ilgi alanına giren ayeti ezberlerlerdi. Ayrıca kendi aralarında herkesin kendi düzeyinde o ayetin ima ettiği manaları ders alacak şekilde birbirleriyle muhatap eden çalışmaları vardı. Bunun en güzel örneği bir hadiste şöyle anlatılır: “Nahnu kunna netederras’ul-Kur’an.” Resulullah’a bir ayet inzal olduğu zaman, o ayeti insanlara okur, anlatırdı. Nakledilen hadiste geçtiği gibi ders yapardı, mütalaa ederdi.
Resulullah ve sahabe Erkam adlı bir kişinin evinde toplanırlar ve orada bu ayetleri çalışırlardı. O mekana da Darü’l Erkam denirdi ve Mekke’nin ileri gelenlerinin toplandığı Darü’l Nedve’ye karşı alternatif oldu. İslam’ın ilk yıllarında henüz dini kabul etmemiş müşrik kalan insanlar Darü’l Nedve’de toplanırlar ve Mekke’nin problemleriyle ilgilenirlerdi. Şehrin lokal idaresi ve toplumun ihtiyaçlarıyla ilgili yapılacak işlerin yanısıra , özellikle hacca yönelik hazırlıklar planlanıyor ve programlanıyordu. Bunun üzerine Hz. Muhammed (a.s.v.) Erkam’ın evinde toplanarak bir ihtiyacı karşıladı. Bu evde gelen vahiylerin mütalaası yapılıyordu. Fakat ne anlatıldı, ne söylendi, Resulullah hangi izahlarda bulunduğuna dair nakiller yok. Burada yapılan toplantı çok önemliydi çünkü insanlar buraya ilim yapmak, akademik çalışmalara girişmek, tarihi bir olayın kaydını gerçekleştirmek gibi mesleki endişelerle gitmiyordu. Darü’l Erkam’daki toplantılara katılanlar problemleriyle cebelleşmek, sorunlarını çözmek için gidiyorlardı ve kendi sorularını sorup kendi cevaplarını alıyorlardı. Böylece kendi dünyalarındaki Kur’an’ın getirdiği perspektifin inkılabını yaşıyorlardır.
Resulullah’ın bu ikame ettiği tedristen sonra medrese geleneği gelişti, müesseseleşmeye gidildi ve eğitim kurumları kuruldu. Böylece ilk medreseyi Resulullah Darü’l Erkam’da kurmuştur diyebiliriz. Burada yapılan derslerde Kur’an çalışılıyordu fakat Arapça bilgisi değil. Bu kelimeyi şu kabile böyle kullanıyordu, diğer kabile şöyle kullanıyordu, gibi konularla uğraşmıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.v.)’ın vermek istediği mesaj, insanın hayatına tekabül eden kısmına işaret ederek, insanın varlığını izah etmek ve hayatını hangi prensipler üzerine tesis etmesi gerektiğini anlatmaktı. Mekke döneminde de Medine döneminde de şartların akışına göre uygulamalar yaşandı. Yoksa planlı programlı toplum oluşturma, o toplumu bir devlet ya da hükümet yönetimi biçimine dönüştürme gibi bir planları olmadı. Bulundukları şartlarda ne yapılması gerekiyorsa o yapıldı, vahyin getirdiği mesaj hayata uygulandı. Her hangi bir mesele hakkında vahiy mesaj ulaştırmadıysa veya açıklık getirmediyse, toplumda hakim olan kurallarla hayatlarını hiçbir anarşiye, kargaşaya veya reaksiyona girmeden toplumun o geleneği ile anlaşarak devam etmişlerdi.
Mekke döneminde özellikle şunu gözlemliyoruz; vahiy yeni bir dünya görüşü veya yeni bir uygulama getirdiği zaman o dünya görüşünün prensipleri hayata uygulandı. Böylece toplum kendi içinde hazım ede ede olgunlaştı yani toplum kendi kendine prensiplerini ve sistemini oluşturdu. İçten bir gelişme vardı. Kişiler değişmişti, kişilerin dünya görüşleri, öncelikleri, tercihleri değişmişti. Kişilere göre toplum oluşuyordu yoksa dışardan programlanmış, düzenlenmiş bir toplum kişilere empoze edilmedi. İslam yönetim biçimi, Mekke ve Medine’de yaşayan kişilerin kendi ihtiyaçlarıyla, kendi anlayışlarıyla geliştirdikleri kişisel yapılarının toplumsal hayata yansımasından ibarettir. Belli bir modelin topluma giydirilmesi gibi bir durum söz konusu değil. Zaten Kur’an’ın getirdiği, kademeli olarak insanlara takdim ettiği dünya görüşü veya insanın kendisinin gerçeğini anlamaya yönelik teklifleri ve Resulullah’ın uygulaması böyle bir fıtri gelişimi takip ediyordu.
İslam tarihini az çok okuyoruz ,sohbetler dinliyoruz,flmler seyrediyoruz. Fakat bu bilgi yığınını böyle anlamlı bir şekilde düzenleyip sıralayan bu sıralamadan,bu düzenden şu an içinde bulunduğumuz kaos için yol haritası çıkaran yazılara pek rastlayamıyoruz. Allah razı olsun. Tarihi değerlendirmekte usul arayışında olmazsak günümüzü düzene sokmak için de tabiri caizse paldır küldür davranıyoruz. Allah razı olsun . Ben yazıdan çok yararlandım.
Allah sizlerden de razi olsun.ali