Bayramlık bir konu. Dün bayram değildi, bugün bayram. İşte bak, iki günüm birbirine eşit değil!
Fazla söze ne hacet. Hayır amellerimizi artırmalıyız. Hem de devamlı. Dün iki rekat kıldım, bugün üç olmalı. Olmadı, dört olmalıydı. Artır rekat sayılarını, eşitliği artırarak bozacağız ya. Acaba bu mu kastediliyor?
Sayı önemli değil, sen kaliteyi artırmaya bak. Evet, doğru gibi geliyor. Neyin kalitesini artıracağım? Canım, hadis olduğuna göre açık değil mi? Kıldığın namazların kalitesini, yani “huşu”nun, “takva”nın, “iman”ın kalitesini.
“Huşu,” “takva,” hatta “iman…” güzel sözler bunlar. Yani, ne yapacağım da huşum, takvam veya imanım artacak?
“Sen de amma ince eleyip sık dokuyorsun,” demezseniz ben gerçekten bu kelimelerin sözlük anlamlarının dışında bir şey anlamıyorum ki, bir de bunları artırmaya kalkıyım. Sen gerçekten anlıyor musun?
Namazda boynunu biraz bükeceksin, mütevazı olacaksın (huşu); yolda yürürken yere bakacaksın (takva); Allah ismi anıldığında “celle celaluhu” diyerek yerinden şöyle bir silkinerek kalkacaksın, Rasulullah savs’in ismi anıldığında elini kalbinin üstüne götürüp uzun bir salavat çekeceksin (iman). Bunları mı kastediyorsun?
Neyse uzatmayalım. Zor bir konuymuş vessalam. Fakat bir cevabı olmalı.
Alışılmamış bir yaklaşım görüyoruz Risale-i Nurlarda. Acaba derde deva olur mu? Bir bakmak lazım.
Acaba kainatın iki günü birbirine eşit mi? İki ayrı günde aynı kainat mı var? Devamlı her şey döndürülüp duruyor, hiçbir şey sabit değil, değil mi? Kendime bakıyorum da ben eskisi kadar yakışıklı değilim. Neden ki? Değişiyorum demek ki. Daha doğrusu, kainat gibi ben de değiştiriliyorum.
Soru şu: Neden hem kainat hem insanlar sürekli değiştiriliyoruz dersiniz? Bu eşitliği bozan değişme nerede gerçekleşiyor? Gerçekten bilen var mı?
Yıldızların yerleri değişiyor, dünya zaten ben bildim bile dönüp duruyor. Yorulmak, durmak bilmez. Haa mevsimler var, güneşin etrafında donduruluyoruz! Öğretmediler mi size, dünya güneşin etrafında dönerken eğik başlı, mütevazı duruşundan dolayı mevsimler oluyor, mevsimler olunca da yiyecekler topraktan çıkıp geliyor, itabiat anai ne kadar cömert diye? Şimdi artık insanlar uyandı. Yutturamazlar doğa moğa diye. Her şey o kadar düzenli, anlamlı, kasıtlı, bir faydayı gözetecek şekilde bilinçli gerçekleştirildiğini görmemek için hala, “Ye iç, eğlen, keyfine bak. Otomobil uçar gider…” şarkılarını dinleyen avanaklardan olmak gerek.
Olay ciddi arkadaşlar, gerçekten ne oluyor bu dünyada? Televizyonda dün gece verilen haberden bahsedecek kadar safdil birisi olmadığımı herhalde anladınız. Koca kainattan bahsediyorum, atom altı dünyadan bahsediyorum. “Neden şu durmayanlar durmuyor, daima dönüp tazeleniyorlar?” diye soran Nursi’nin sorusunu soruyorum. Valla, bu adam müthiş. Meselelere, ya da sorunlara kökünden yaklaşıyor. Genel geçer sözlerle adamı uyuşturamazsınız: “İyi insan ol, akrabana yardım et, hayır sever ol, dini cemaatlere yardımda bulun. Hergün de bu yardımı artır, iki günün bir birine eşit olmasın,” diye kandıramazsınız. Yapıştırır soruyu alnınızın ortasına: Ne demek “iyi insan olmak”? “Ne yardımı edeceğim? Kim neye muhtaç aslında?” Hayır, hayır bu zat öyle sıradan sözlerle ikna olacak birisine hiç benzemiyor. İstersen git, bu soruyu sorduğu Mektubat isimli kitabının 18. Mektup bölümünün 3. Meselesini oku. Evet, biliyorum, her şey değişiyor, devir de değişiyor. Şimdi artık “link” vermek gerekiyor. İşte linki: http://erisale.com/#content.tr.2.126
Her bir an, yaratma işinin tekrarlandığını görmemek için kör olmak lazım. Her bir şeyin diğer herşey ile doğrudan ilişkili olduğunu da anlamamak için, ilkokul eğitiminden geçirilip beyninizin yalnızca “yıkanmış” değil, “kilitlenmiş” olması lazım.
Bilinçli bir var etme fiili öylesine kendisini gösteriyor ki, insan, ”Bunu kim böyle yapıyor?” diye sormadan kendisini alamıyor. Hem yeniden yeniye yapıyor ve hem de her yaptığına yeni bir özellik veriyor, hem de evrenin tümünde gördüğümüz düzeni de koruyor. Biz de ne yapacağımızı şaşırıp kalmıyoruz. Onun neyi ne zaman yapacağını bilerek Ona müracaat ediyoruz. Öyle ya, kayısı çekirdeğini, bize öğrettiği mevsimde, yine bize yaratılışı bir düzen içerisinde gerçekleştirerek bildirdiği şartlarda ekersek, bizim neyi nasıl Ondan isteyeceğimizi bildiriyor ve ona göre de bize cevap veriyor. Düzeni bozmayarak bizim zevkle bu dünyadaki hayatımızı yaşamamızı sağlıyor, daha doğrusu bizi “misafir” gibi ağırlıyor. İnsanın “sağolasın!” diyesi geliyor. (Evet, “Ya Hayy” bu demek.)
Bütün bu görünenler, kasıtlı bir şeylere benziyor. Sanki, “Bakın, Ben, bu sınırlı dünyada sınırsız değişiklikle, sınırsız özelliklerimi size tanıtmak için böyle ‘iki günü birbirine eşit olmayan’ bir yaratılış ile Kendimi siz bilinçli insanlara tanıtıyorum.” Eğer, “Boşver, ben Müslümanım, dini görevlerimi de yapıyorum zaten, eğer öldükten sonra bir daha yaratılırsam, vazifesini yapmış birisi olarak Allah’ın karşısına çıkarım,” demeyip, işi geçiştirmezsek, bu tür bir davetiyeye kulak vermemiz lazım.
İki ani birbirine eşit olmadan Kendisini bize tanıtana, iki günü birbirine eşit olmadan tanıyarak cevap vermezsek, gerçekten zarardayız. Bütün kainatın şahitliğine, sanki, “Boş ver, ne oluyorsa olsun, beni ilgilendirmez, ben zaten iyi bir Müslümanım,” der sırtımı dönersem, Yaratıcıya, “Senin başka işin yok muydu da tekrar tekrar Kendini bize tanıtmak için uğraşıp duruyorsun?” der gibi olmuyor muyuz? Ne kadar ayıp, terbiyesiz bir karşılık vermek olur!
Hergün her acıktığımızda tekrar tekrar yemeklerin en güzelini istiyoruz, eski yemekleri kapıcıya veriyoruz. Birkaç gün üstüste patates yemeğini önümüze koyan eşimizi iyi bir fırçalıyoruz: “Patates yiye yiye patates olduk bee! Yani, yok mu Allah’ın başka nimeti?” Böyle bir argümanda “Allah’a sarılmak” da çok iyi gider, savunması da bayağı tutarlı. Allah’ı anmak işimize de gelir.
Peki, hergün aynı nakaratı tekrarlamak yerine, taptaze bir gözleme dayandırarak, “Evet, gerçekten görüyorsun ya, Yaradanımız da ne kadar mükemmel bir şekilde yine yepyeni bir tablo ile Kendisini bize tanıtıyor. Bak şu güzelim manzaraya, gök yüzüne, aya, güneşe, bahçedeki otlara, böceklere, ağaçlara, kuşlara, belki de değişen insan hücrelerine, atomlarına, zerrelerine… Bütün bunlar laf olsun diye tazelenip durmuyor ki!” diyerek kalıp itibariyle aynı da olsa, içeriği itibariyle her an yenilenmiş, tazelenmiş bir kontrat imzalamak gerekmez mi? Tarihini ve imzasını yenilediğiniz kira kontratı gibi, bir anlaşmayı yenilemek gibi.
Kainatta sergilenen bu muhteşem sahne karşısında, “Ne kadar da mükemmel yapıyorsun, Ya Sani’!” “Ne kadar da güzel yapıyorsun, Ya Cemil!” “Ne kadar da anlamlı yapıyorsun, Ya Mukaddir! Y Munazzım!” “Ne kadar da Şefkatle bizi gözetiyorsun, Ya Rauf!” diye diye her an tazelenmiş bir “La ilahe illallah” bizim için bir “iki anımızı birbirinden farklı ve terakki etmiş insanlar” haline getirmez mi dersiniz?
“Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla Lâ ilâhe illâllah cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere herbirisine bir Lâ ilâhe illâllah’ı bir lâmba yaptığı gibi…”
Evet, bu söz kime ait diye merak ediyorsanız şu linki tıklayınız: http://erisale.com/#content.tr.4.329
Şimdi bakalım içimizde kaç kişi, Said Nursi, anlamsız bir tekrardan ibaret olan hayat yaşamaktan kendisini nasıl kurtarmış, diye merak edip şu aşağıdaki linki tıklayıp 4. Mesele altbaşlığı altındaki yazıyı okuyarak, “iki gününü birbirinden farklı” kılacak? Link şu: http://erisale.com/#content.tr.2.464
Hergün yeni doğar, her gün yeni doğmuş bir bebek gibi dünyaya gözlerimizi açarız. Hiç eski dünya tekrar edilmez. Öyle görünüyor ki, şu alemde bazı insanlardan gayri, iki günü birbirine eşit olan başka bir yaratık yok.
“Aleme rezil olmamak” için gelin bir toparlanalım, tazeleyelim akdimizi, vefalı olalım vefalı Ev Sahibimize, inshaAllah.
Ramazanın yenilikleriyle donansın bayramınız.