Nisâ, 4: 93’te Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse -onun cezası-, içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, la’net etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır!”
Bu ayet yaşayan bir mü’minin (insanın) fiziki hayatına son vermek olarak anlaşılmasının yanı sıra işari olarak şöyle bir konuya da parmak basıyor olabilir:
Her insan müslüman olarak yani yaratıcısına teslim olacak kapasite ve potansiyelde doğar. Bu bağlamda yukarıdaki ayette bahsi geçen “mü’min” ifadesi insanın kendisine de işaret ediyor. Kim bir mü’mini yani kendisini kasten öldürürse, yani kendisine yaratıcısınının bütün isimlerini azami mertebede tanıma kapasitesi ile verilen cihazatı veriliş amacına uygun kullanmayıp onları israf ederse, o cihazlarla yaratıcısının isimlerini tanımayıp onları öldürürse, o isimlerin cemali tecellisinden ebediyyen mahrum kalacaktır (cehenneme girecektir). Gözünü serbest iradesiyle güneşe kapayan insan karanlıkta kalır. Işığın kaynağını tanımamayı seçmiştir çünkü. Yaratıcının isimlerini tanımayan, bu isimlere karşı gözünü kapayan, mevcudat aynası ile kendisine ulaşan rahmeti görmemeyi tercih eden ve eşya ile yaratıcısı arasındaki bağı kurmayan insan, cemali tecellilerden ve yaratıcının merhametinden mahrum kalacaktır ki cehennem budur.
Said Nursi Barla Lahikası’nda Onbeşinci notanın üçüncü meselesi’nde şöyle söylüyor:
“Cenab-ı Hak(kın) sana ibâha suretinde verdiği hayatı intiharla hâtime çekemezsin , gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin.”
Ayette geçen “kasten” kelimesine dikkat etmek gerekiyor. Bu kelime Said Nursi’nin 28. Mektupta ifade ettiği “teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla (muttali olmak, tam farkına varmak) ile teklif takarrur eder” hakikatini vurguluyor.
Sual ediyorsunuz ki: “Zaman-ı fetrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin miydiler?”
Elcevap: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, “Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz. (İsrâ Sûresi, 17:15)” sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.