İngilizceyi ilk defa öğrenmeye başladıktan 3-5 ay sonra artık bu dili çözdüm, anlıyorum, zannetmiştim. Sonra ana dili İngilizce olanlarla konuşmaya başlayınca, anlamadığımı anladım. Eskiye göre, evet, birşeyler anlıyorum, genel gramer kurallarını öğrenmiştim. Onun için yolun sonuna geldim, zannediyormuşum. Daha da sonra ciddi kitaplar okumaya başlayınca, bu dili hiç anlamadığım ortaya çıktı. Yeniden başlamam gerek gibi hissetmiştim.
İmanı yaşamak da böyle bir şey. Önce, ”Varız işte canım, hayata hazırlanmak lazım, ekmek aslanın ağzında…anlamsız, olup, bitiyor dünyası.”
Daha sonra, yaratılmış bir dünya, anlam taşıyan bir dünya, gerisinde kast taşıyan bir dünya olduğunu ÖĞRENİYORUZ. Büyük bir inkılap yaşıyoruz.
Artık dünyamızda bir yaratılmış dünya var! Bu çok önemli farkındalığın içine girmeye başlayınca… işler karışıyor. Dünya ile ilişkilerimi nasıl kuracağım? Önce, tamam Allah var, din doğru demiştim ve dini görevlerime sadık kalacağıma söz vermiştim. Şimdi dini görevlerin birer sonuç olduğunu kavrayınca, bu sonuca nasıl ulaşılacağını araştırmaya başlayınca yepyeni bir serüven başlıyor. Şimdi öğrendiklerimin önemli bir temeli attığını farkediyorum ama, hala bir bina yok ortada olduğunu farkediyorsunuz.
Öğrendiklerimizin ne anlama geldiğini sorgulamaya başlıyoruz. “Evet, bir Yaratıcı olmadan bu varlık alemini izah etmek mümkün değil, görünüyor. Fakat bir Yaratıcının olması benim için ne ifade eder?”
Bu sorunun cevabını araştırmaya başlayınca, önümüze koca bir deniz çıkıyor. Herşeyin o Yaratıcıya şahitlik yaptığını kavramak, kainat ile Yaratıcının konuşması olan “kitaplar”ın öğrettikleri arasındaki bağı kurmaya çalışmak gerekiyor. Kainatın şahitliğinin önemi ortaya çıkıyor. Bu şahitliğin önemini kavrayınca, kainat önceki varlık düzeyinden daha da bir konuşan varlık haline geliyor. Kendisini bir eğitime tabi tutanlar için bu öğrenme süreci bir müddet heyecanla devam ediyor. Sonunda bir dünya görüşü değişikliği yaşayanların farkında oldukları bir anlayış tesis edilmiş oluyor.
Evet, kainat konuşuyor, bana mesaj getiriyor, güzel bir varlık anlayışı. Bu da bir süre devam ettikten sonra sıradanlığa bürünmeye başlıyor. Ve takip eden sorgulamalar: İnsan ilk defa böylesi bir aşamada: “Güzel de, ben kimim Ya Hu!” diye sormaya başlıyor. Ceset, akıl, hisler, nefis, insani sırlar, ruh vs. Ne garip bir varlığım ben böyle; dünyadayım, dünyaya sığmıyorum. Sanki cesetteki deliklerden (göz, kulak, burun, ağız, dil, deri vs) birisi dışarıya bakıyor. Parmağımızı oynattığımızda sormadan edemiyoruz: “Beynimize, parmağımızı oynatma ‘kumandasını” veren kim?”
“Bir ben vardır bende, benden içeru.”
Ehhh, şimdi n’olacak? Varlık aleminden gelen mesajlara bir de benden gelen mesajları eklemek gerekmez mi? Ben de bu varlık aleminin bir parçasıyım.
Varlık aleminin bir parçasını inceleyen ve ondan mesajlar alan “ben,” yine bir varlık parçası olarak bu mesajları değerlendirip, şimdi, hem alem ve hem de ”ben” aracılığıyla bana Mesaj Gönderen Kaynak ile bilinçli bir şekilde iletişime geçmem ve Ona muhatap olmam gerekiyor.
Şimdiye kadar ben bu işin yüzeyinde kalmışım diye anlayıveriyorum. Az gittik, uz gittik… dönüp baktık, bir arpa boyu yol gitmişiz.” Ümitsizliğin işareti kendini gösteriyor: “Ben daha bir şey öğrenmemişim!”
Hayır, hayır, öğrenmişsin de, bu sefer öğrendiğin, daha birşey öğrenmediğin. Bu düzeyde meselenin özüne doğru yolculuğun haritası önümüze serilmeye başlıyor.
Esas yolculuk şimdi başlıyor demektir. Evet, esas yolculuk “la ilahe” ile başlar. Buna “Hiç mertebesi” demişler.
[Şimdi serüveni bırakıp, bu aşamada yaşanılan halin içeriğine dair kısa bir analiz yapalım. “Varta” denilen, yanlış değerlendirmelerin yapılabileceği bir aşamadır bu. La ilahe’yi anlamak cook önemli. Hiçbir şeyin, kendini var etmeye gücü yetmediğini, varlığının kendisinden kaynaklanmadığını, dolayısıyla, insanın da kendisindeki özelliklerin kendisinden kaynaklanmadığını farketmesi beklenir. Peki, biz kendi kendimize kalınca bir “Hiç”iz, öyle mi? Hayır. Biz Yaratıcının Özelliklerini yansıttığı, tezahür ettirdiği, tecelli ettirdiği mahluklarız. Varlığımızın ve varlığımıza takılmış özelliklerin kaynağı olma noktasında “hiç”iz.]Bu aşamada, kendimizin kendisine ait bir özelliği yok ise, şimdiye kadarki yaşadığımız hallerin bizim için fazla bir şey ifade etmediğini anladık demektir. Yine sanki, “Dön başa” gibi hisseder insan. Bu da bir ümitsizliğin kaynağı olabilir. Dikkat etmek gerekir. Evet, seyahatin yeryüzünde yürümekten çıkıp, balonla yukarıya yükselmek gibi bir dönemine giriyoruz demektir. Buna da “masivayı terk” (varlık aleminin kaynağı olan Allah’tan gayri herşeyi terk) demişler. Bu aşamayı “iddia”larımızı terk, diye özetleyebiliriz.
Bu aşamada dikkat edilecek nokta, “masiva”nın içine kendimizi katmayı unutmayacağız. Yani, mümin oluşumuz, ibadetlerimiz, yaptığımız fiiller vs. herşeyin, Yaratıcımızın bir ihsanı, bir tecellisi olduğunu bilerek, her anımızda yalnızca Ona ait olduğumuzun farkında olarak yaşamak. Hiçbir iddiamızın, hiçbir pazarlığımızın olamayacağını anlamak. Ancak her şey, her an Yaratıcımızın Rahmetinin bize ikramı. Emanet olan irademizi kullanarak bu bilinçliliği canlı tutma duasında olmak.
Marifetullah seyahatinin miracında son durak burası mıdır? Hayır.
Bu dönemin de bir müddet sonra tatminsizliği yaşanmaya başlar. Yine bir doyumsuzluk, tatminsizlik, bir eksiklik, bir iç tutarsızlık sezilir. Bu da bir ümitsizlik kaynağı olabilir. Hala, bir şeyleri kendine izafe etmenin tabansızlığı, gerçek olmadığı hissedilince, bu boşluğun doldurulması için yeni arayışa geçilir. Yorulmamak gerekir.
Olup biten herşeyin aslında Yaratıcımızın tasarrufunda olduğu, bize düşenin ise, Onun İradesinin tecellisinden (“kün fe yekün” ile gerçekleşen tecelliden) başka bir şeyin vücud aleminde olmadığını idrak etmek. Her yerde, her fiilimizde Onun İradi tercihini görme aşamasına girildiğinde, bir önceki aşamadaki farkındalığın da yetmediğini idrak edip, irademizi Onun İradesine teslim edince, hep Onun Huzurunda, Onun tercihleriyle varlığımızı hissetmek suretiyle, “terk-i terk” dönemine girilir.
Mairfetullah’ta mertebe ilerledikçe, sanki miracın (merdivenin) basamakları da incelmekte, “varta”ların daha da bir hassas birimlere (kilometreden, metreye; metreden santime; derken milimetrik ölçü birimlerine) geçildiği görülür.
Yanlış algılamalara çok açık olan bu “terk-i terk” dönemi, okyanusa kendisini teslim etmiş bir insana benzetilebilir. Fakat bu temsil dikkatle kullanılmalıdır. Temsilde hatalı anlaşılmalara dikkat edip, uzak durmak gerekir. Okyanusa kendisini teslim etmiş kişinin, hiçbir zaman “artık okyanus olduğu,” yani okyanus cinsine dönüştüğü zannina kapılmaması gerekir. Bu aşamada kullanılan ifade, “fena fillah.” Okyanusa teslim olanın, “insan;” okyanusun ise, “su” olduğunun bilinmesi beklenir. Ancak, su cinsinden olan su damlası okyanusa düşerse okyanus olur. Su cinsinden olmayan insan, okyanusa düşerse “okyanus” olmaz, olamaz! Bizzat sonsuz olmayan hiçbir zaman “Sonsuz” olamaz. Sonsuz tektir. Sonsuz olan da hiçbir zaman rakam cinsinden ifade edilemez.
Bu aşamalar bir terakkinin ifadesidir. Fakat, dikkat edilmezse, yanlışlara götürebilir. Her bir aşamanın sonunda iki alternatif vardır. İlkokulu bitirip mezun olan ve diplomasını alan bir öğrenci gibi. Okul bitti, diplomamı aldım, eğitimim bitti, demek de var, eğitimin bir aşamasından geçtim, şimdi diğer bir aşamasına başlayacağım, demek de var. Eğer yaşanılan aşamayı “son” zannedersek, artık ben bu meseleyi çözdüm, zannedersek (ki bir aşama olarak çözüme ulaşılmıştır) dünyadaki Rabbimizi tanıma eğitimini kendi kendimize bitirmiş oluruz. Artık yeni arayışlara yolumuzu kapatırız. Eğitimin hala bitmediğini anladığımızda, ne zaman bu eğitim biticek, diye ümitsizliğe kapılmak da bir diğer yol.
Her eğitim aşamasının (ilkokul diploma alınsa bile) bir ileri düzeydeki eğitime (orta okula) hazırlık olduğunun, hayatın, bu seyahate (mirac-ı marifetullah’a) devam etmek için verildiğinin, değilse yaşamanın bir anlamı olmadığının fark edilmesi beklenir.
“İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” Hayatını israf ediyordur. Ömür verildiği sürece, daha kat’ edilecek basamak var, demektir: “Ömür biter, yol bitmez.”
Hayırlı yolculuklar!