أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَـَٔاوَىٰ
93:6. O seni yetim bulup barındırmadı mı?
Yetim, genellikle anne veya babası olmayan bir insan olarak anlaşılır. Aslında dünyaya henüz gelmiş bir bebek anne ve babasının elinde bile yetimdir. Ailesi, bebeğe istediği gibi davranabilir. Zayıf ve masum bir bebeğin olası bir kötülüğe karşı hiçbir koruyucusu yoktur. Tıpkı bir ağaç gibi korumasızdır. İnsanlar bir ağacı istediği gibi kesip kullanabilir. Onun kendini savunacak gücü yoktur. Hatta insanlar, onu anlamsız ve lüzumsuz bir varlık olarak niteleyip tüm kâinata hakaret edebilir. Kâinatı bu hakaretamiz muamelelerden kim koruyabilir? İşte bu noktada tüm varlıkların Varlık Kaynağının esasında onların sahibi olduğu gerçeği bütün soruların cevabını bulmaya rehberlik eder. Bir varlığı kim var ettiyse onun esas sahibi O’dur. Tüm haklarının koruyucusu da O’dur. Geçici kâinat şartlarında varlıklara kötü muamele edilmesine sanki izin veriliyor gibi görünür. Aslında bütün bunlar yeniden var etmenin gerçekleşeceği ahiretten önce, bilinçli bir varlık olan insanın kendisini geliştirmesi için özgür iradesinin önünde sergilenen bir eğitim sahnesinde gerçekleşmektedir. Esas olan sahnenin sonrasıdır. İnsana yaptıklarının hepsinin sorumluluğunu üstlenerek eğitimine son verildikten sonra hak ettiği “diploması” verilir. Böylece layık olduğu düzeyde yeni bir yaratılış ile baş başa bırakılır. Kur’an’a göre yetim, varlığı Rabbine dayandırılmayan, yapmış olduğu Yaratıcısını tanıtma görevine karşılık anlamsızlıkla itham edilen ve böylece hak ettiği şekilde muamele görmeyen her varlıktır. Bütün varlıklar, Yaratıcının Mutlak özelliklerini bilinçli insanlara yansıtmak için yaratılmış ve yaratılmaktadır. Bu şekilde algılanmayan ve takdir edilmeyen her varlık yetimdir. Öyleyse insan ilk önce kendinden başlayarak yetim bırakılmış tüm varlık biçimlerini hak ettikleri Varlık Kaynağına bağlamalıdır. Tüm varlıkları Varlık Kaynağına teslim etmelidir. Bu yaklaşım insanı teslimiyete yani İslam’a ulaştırır. Varlıkların yetimlikten nasıl kurtarıldığının en mükemmel uygulaması ise kendisi de bir yetim olan Muhammed (SAV)’in örnekliğinde hayat bulur. Varlığını Rabbine teslim etmek isteyen her insan, Muhammed (SAV)’e tabi olmalıdır.
İnsan, ne zaman yetimdir?
İnsan, varlığını bir Mutlak Ebedi Kaynağa bağlamadığı zaman kendini kimsesiz ve manasızca hareket eden bir varlık olarak hisseder. Yani, varlık kaynağını tanımayıp gaflet içinde yaşarken bu kâinatta bir yetim gibi dolaşır. İnsan, varlığından emin olmak ister. Nasıl ve neden var olduğunu bilmeyi arzular. Burada, bu kâinat türünden olmayan bir Varlık Kaynağı tarafından desteklendiğini fark ettiği an kendini emniyette hisseder. Çünkü kendisini var eden Varlık Kaynağının, aynı zamanda onun tüm ihtiyaçlarını karşılayan sonsuz yani Mutlak özelliklere sahip olduğunu bilir.
İnsan, varlığını sürdürebilir mi?
İnsan, her an var edilmeye muhtaç olduğunu idrak ettiği an aslında varlığını sürdürenin de kendisi olmadığını anlar. İnsanı var eden Varlık Kaynağı, aynı zamanda, an be an onun varlığını da sürdürmektedir. Gerçekten insan durup düşündüğünde bir saatin, bir dakikanın, bir saniyenin ve idrak edebileceği en küçük bir anın var edilmesinde kendisinin hiçbir müdahalesinin olmadığını anlar. İnsana sonsuzmuş gibi gelen bu küçücük anların var edilmesi, Mutlak bir Kudret ve İradeyi gerektirir. Öyleyse bu küçücük anları var ederek insanın varlığını sürdüren Varlık Kaynağı, Mutlak yani kâinat türünden olmayan özelliklere sahiptir ki varlıklar böylece var edilmeye devam ediliyorlar. Her an, insana kendi gerçekliğini, yani ne olduğunu, tamamen muhtaç ve bağımlı bir varlık olduğunu idrak edebilmesi için verilen yeni bir fırsattır. Varlığının her anında onu ayakta tutacak bir Hikmet Sahibine ihtiyacı vardır. Nitekim evrende yaratılan her varlığın ve her şeyin her an yaşatılması için de Mutlak Bir Hâkimin olması gerekir. Bütün kâinat, rızık için tamamıyla bu Hâkime muhtaçtır. İşte, “Rabbul alemin” yani bütün âlemlerin Rabbi ifadesi bu anlama gelir. Böylelikle, “Ben şahitlik ederim ki, burada hiçbir şeyin varlık vermeye ve yaşatmaya gücü yetmiyor. Ve yine şehadet ederim ki, ey âlemlerin Yaratıcısı benim varlığım da Sana aittir” diyerek Varlık Kaynağımıza olan şahitliğimizi yeniliyoruz.
- İnsanın varlığı ancak Varlık Kaynağına bağlandığında anlam bulur.
Bu anlayışla, varlığının Kaynağını tanıyan insan asla yalnız veya yetim hissetmez. İnsan, her ne kadar hayatını paylaşacak bir arkadaş veya eş istiyor olsa da bu fiziki ilişki, sadece herkesin kendi mezarına tek başına gideceği bir evrenle sınırlıdır. İnsan ruhunun özlediği Ebedi bir arkadaştır. Sadece bu kâinatla sınırlı olmayan, onun her tür ihtiyacını bilen, karşılayan ve onunla her zaman ilgilenen bir Dost. Bu Dost ise insana tüm varlıklardan daha yakın olan, kendisini yaratan Rabbidir.
İnsan, kendi kendine yeter mi?
Sınırlı da olsa, bir şeyleri seçerek yapmak insanı kendi kendine yetiyor olduğu düşüncesine sevk edebilir. Aslında bu seçeneklerin de evrenin Yaratıcısı tarafından yaratıldığı ve insana bu seçenekler arasından herhangi birini seçmekte özgürce davranma özelliği verildiği unutulmamalıdır. “Sizi seçmekte özgür kıldı” anlamına gelen ayetler, (Kehf, 18: 3; İnsan, 76: 3; Beled, 90: 10) insana sunulan seçenekler arasından seçim yapmakta özgür olduğunu belirtir. Bu seçeneklerin hepsi evrenin yaratılış düzeni içindedir.

وَوَجَدَكَ ضَآلًّا فَهَدَىٰ
93:7. Seni dalalette bulup hidayete erdirmedi mi?
Fatiha suresinin son ayetinde de geçen dalalet kelimesi insanın varlıklara verdiği manayla yakından ilişkilidir. Sanıldığının aksine dalalet içki, kumar, hırsızlık gibi belirli günahlara saplanmış olmakla sınırlı değildir. Aksine biz ayeti yalnızca Peygamber’e (SAV) hitap ediyor diye anlarsak zaten fıtratına uygun temiz biçimde yaşamaya çalışan ve özü sözü doğru bir insan olarak dikkat çekerken bu ayet neden onun dalalette olmasından söz etsin ki? Demek ki bu ayet, kültürel din anlayışından farklı bir yere dikkat çekiyor. İnsanın ve dolayısıyla tüm varlıkların varlık kaynağına dikkat çekiyor. Biz de Peygamber (SAV) gibi varlığımızın manasını sorgulamaya başlarsak bu ayetler bize de rehberlik eder. Nitekim kâinat, Kur’an ve Peygamberler bizim için rehberdirler. Hidayete ulaşmamıza vesile olurlar. İnsan, varlıkların görünen yüzleriyle yetinirse yani sorgulamadan her şeyi olduğu gibi kabullenip öylesine yaşadığını zannederse dalalettedir. Varlıkların nasıl var olduğu, Varlık Kaynağının nasıl olması gerektiği Peygamber (SAV)’e öğretilmiştir. Ona risalet görevi verilerek rehberlik edilmiştir. Biz insanlar ise bu risaletin eğitiminden geçerek hidayete erişebiliriz. Nasıl ki, bedenen hastalandığımızda hemen en iyi hastane ve doktorlara müracaat ediyorsak en az onun kadar ciddiyetle, varlık nedenimizi bulmak için de bu konuda görevlendirilmiş öğretmenlere yani Peygamberlere müracaat etmemiz gerekir.
Nübüvvetten önce Muhammed (SAV), içinde yaşadığı kültürün insanın varlık kaynağını ararken geçirdiği sorgulamalara cevap vermediğini anlayınca o kültürün insanlarından ayrılıp sanki anlamsız bir şekilde var olmanın çaresizliğine düşerek Hira mağarasına kapanmıştır. Vahiyden önceki bu sorgulamalar ve arayışlar uzun yıllar sürmüştür. Sanki bir tür çaresizlik, yolunu bulamama, dalalette olma, yoldan sapma duygusu içinde kalmıştır. Her ne zaman biz de Yaratıcımızı reddeder veya unutursak, dalalet içinde, kimsesiz, hayatı anlamlı kılacak bir çaresi olmayan insan durumuna düşeriz. Eğer kendisine Yaratıcı olduğu haberi ulaşırsa bu haberin ne kadar kıymetli olduğunu ancak böyle bir hali yaşayan kişi takdir eder. Can simidi gibi imdada koşan Yaratıcının cevabı, Kendisini tanımanın yolunu göstererek ihtiyacını kabul edenlere ulaşır: “Her şeyi Yaratan [insanın bu ihtiyacını bilen, yalnızlıktan, anlamsızlıktan kurtaran] Rabbinin adına [Onu tanımak için] oku!” (Alak, 96: 1) emri o zaman gerçek manasını bulur. Bu yol göstericilik yani vahiy, ancak böylesi bir ihtiyacı en zirvede hisseden insana verilir. Peygamber (SAV) bu arayışı en mükemmel biçimde yaptığından vahiyle verilen cevaba en uygun kişi olarak seçilmiştir. Ne zaman ki vahiy geldi o zaman dünyası nura gark oldu. Yani vahiy bu süreçte bir insan olarak Peygamber (SAV)’e bütün bu kâinatı yaratan Mutlak özelliklere sahiptir, Tektir ve Varlığı kendindendir mesajını vermiştir. Daha da ötesi bütün varlıkların kendilerinde yansıyan özelliklerle Yaratıcıyı tesbih ettiklerini yani özelliklerini yansıttıklarını öğretmiştir. Bütün varlıklar gibi insan duyguları da O Yaratıcıya aittir. Bütün varlıklar gibi onlar da Yaratıcının eseridir. İnsanın içindeki sonsuzluk ve ebedi mutluluk hissini yaratan O’dur. Bu duygunun karşılığını da O yaratacaktır. İnsanın ruhen yaşadığı sahipsizlik, yol bilmezlik ve şaşkınlık halinden onu kurtaracak olan ancak Yaratıcısıdır. Öyleyse bu gerçeğin insan ruhuna inzal olması yani ulaştırılması lazımdır ki ruh mutmain olsun. İşte ilk vahiyle ruhuna bu hakikat inzal olan Muhammed (SAV), Rabbine teslim olup dalaletten yani insan duygularının Rabbini tanımaması hissinden kurtarılarak hidayete, hayatını anlamlı bir şekilde yaşamanın yoluna erdirilmiştir.
Bütün insanlar için bu süreç örnek alınabilir. Duyguları Rabbiyle tanıştırarak dalaletten kurtulup hidayete erme pratiği yapılabilir. Her insan, bu risalet terbiyesinden geçerek Rabbini tanıyabilir. Bu süreç her insanın bizzat kendi ruhunda tecrübe etmesi gereken bir şahitlikle gerçekleşir. Nitekim İslam’a girmenin esas dayanağı da bu şahitliktir. Namaz, oruç, zekât ve hac bundan sonra anlam kazanır. Müslüman olmaya karar veren bir insan, “ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şahidim ki Muhammed (SAV) O’nun abdi ve resulüdür” diyerek bizzat kendisinin müşahede ettiği bir hakikate teslim olduğunu ilan eder. Nitekim Peygamber (SAV) kızı Fatıma’ya (RA) hitaben, kendi çabası olmadan babasının peygamberliğine güvenerek kurtulacağını sanmaması gerektiğini ifade etmiştir. Eğer insan kendi tecrübeleriyle şahitlik yapmadan ezbere Müslüman olduğunu söylüyorsa bu sadece lafta kalır. Nitekim hayatına da tesir etmez. Sadece atadan kalma bir alışkanlık veya gelenek olarak öylece durur bir kenarda. Peygamber’in (SAV) insaniyetinde tecrübe ettiği iman süreci her insan için öğreticidir. Müslüman toplumların büyük çoğunluğundaki temel sorun bu sürecin bizzat tecrübe edilmeden ön kabule dayanmasıdır. Bundan dolayı Allah’ın varlığı kabul edilip tasdik edilmesine rağmen bu kabul hayata pek tesir etmez. Çünkü kâinatın bir Yaratıcısı olduğu kabul edildikten sonraki adıma yani var olan her bir şeyin onu Yaratana şahitlik yaptığının tahkik kısmına geçilmiyorsa, insan kendini çoğu zaman anlamsız, yalnız, yetim hissetmek zorunda kalır. İman sürecini gerektiği gibi ciddiye almamanın sonucunda bu haller yaşanır. Bundan dolayı her Müslümanın kendini her gün kontrol etmesi ve neden Müslüman olduğuna dair enfüsi ve afaki delilleri araması gerekir. İnanmadığını söyleyen kişilerin de, anlamsız bir hayat yaşamaktan kurtulmak istiyorlarsa, vahyin sunduğu bu süreci denemeleri gerekir ki, farklılığı görebilsinler.
وَوَجَدَكَ عَآئِلًا فَأَغْنَىٰ
93:8. Ve seni yoksul bulup zengin etmedi mi?
Fakirlik ve zenginlik, genellikle ekonomik göstergelerle ifade edilmesine rağmen vahyin dikkat çektiği nokta daha çok varlığı anlamlandırmayla ilgilidir. Geniş kapsam içerisinde ekonomik manadaki seviyeler de yer alır. Ama esas olan bütün kâinatla birlikte insanın varlığını izah edebileceği, dayandırabileceği bir Kaynak bulmasıdır. İşte vahiy Peygamber’i (SAV) arayış içerisinde olan zayıf bir insan konumundan alıp bütün varlıkların Sahibi olan Yaratıcıya bağlanmış olma konumuna getirerek her türlü fakirlikten kurtarmış ve en geniş kapsamlı zenginliğe ulaştırmıştır. Bu değişim ve dönüşümü Yaratıcısını tanıyan her insan yaşayabilir. Bu süreçte rehberlik edecek olan Peygamber, Kur’an ve kâinattır. Yaratıcısını bulan ve tanıyan bir insan fani varlıklara muhtaç olmaktan kurtularak zenginliğe ulaşır. Dünya şartlarında ihtiyaçlarını karşılamak için uygun işleri bulup çalışır. Bu çalışmalarını varlık kaynağını sorgulayarak bilinçli bir şekilde yaparsa, kendisine rızık olarak sunulanların Varlık Kaynağının, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kâinatın Yaratıcısı, yani sonsuz Zengin (Gani) olması gerektiğini anlar. Sonsuz zenginlik kaynağını bulmuş olur, ümitsizliğe düşmez. Kendisini sağlıklı biçimde yaratan, düşündüren, çalıştıran, yediren, içiren kısacası varlığını devam ettirenin bütün kâinatın Yaratıcısı olduğu bilinciyle rızık arama yoluna endişeye kapılmadan devam eder. Bu anlayışla hem duygu hem de fikir bakımından zenginliğe de ulaşmış olur. İçinde bulunduğu şartlara göre verilen rızıkların kıymetini Vereni tanıtan araçlar olarak takdir eder, iktisat ve kanaat ile şükrederek emniyet içinde hayatını sürdürür. Örneğin, bu bilince ulaşmış bir mümin emek harcamadan herhangi bir şeyi alıp kullanamaz. Çünkü her şeyin hesabının görüleceği bir günden emindir. Bu nedenle gerek kazanırken gerekse de harcarken ihtiyacını karşılar, fazlasını muhtaçlarla paylaşır.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Duha– Part 4–09/26/18” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.