Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (03. 09. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=RYvp9BZKeTw), İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakere edilmesine devam edildi. Özellikle aşağıdaki paragrafla ilgili olarak değerli tefekkürler paylaşıldı:
“Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, her bir fiil-i rubûbiyet ve her bir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakimiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasaydı ve onları durdurmasaydı, her biri umum mevcudatı istilâ edecekti. Meselâ, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misilli ağaçların kavağa bitişik olan cüzî fertlerini, o kavak nevinin tamamen, birden zapteden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istilâ etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın. Evet, her bir nevi mahlûkatta, belki her bir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kâinatı istilâ ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 19)
Metin, önce fevkalâde bir kuvvetin harekete geçmek, her yere ulaşmak ve her yere yayılmak gibi bir özelliğe sahip olduğuna dikkat çekiyor. Ardından her bir “rubûbiyet fiilinin” ve her bir “ulûhiyet esmasının cilvelerinin” kainatta açık eserleri olduğunu fakat bunların kainatın bütününde görülen “hâkimiyet” ve “adalet” tarafından durdurulduğunu ifade ediyor. Eğer böyle bir durdurulma olmasaydı bunların her yeri kaplayacağını ve fakat bu durumda kainatta hikmet, adalet ve dengenin söz konusu olamayacağını söylüyor. Daha sonra da bunu daha anlaşılır hale getirmek için kavak ağacı üzerinden örnekleme yapıyor. Boyunun uzaması ile bilinen kavak ağacının, yanı başında bulunan ceviz, elma ve kayısı gibi ağaçlara bitişmediğini, aynı bahçede her bir ağacın müstakil olarak varlığını devam ettirdiğini dile getiriyor. Sonuç olarak kainata baktığımızda hem her bir varlığın kendisine verilen özelliklerle var olduğunu hem de kainatın bütününde düzen ve dengenin korunduğunu, bunun da Yaratıcı Kudretin vahdetine, Onun hiçbir şerikinin olmadığına, olamayacağına, esasında böyle bir Kudretin iştirake izin vermeyeceğine ulaşıyor.
Bir müzakereci metinde geçen “fiil-i rubûbiyet”, “cilve-i esma-i ulûhiyet” tabirleriyle ilgili olarak şunları söyledi: “Risale-i Nur’da dikkat çeken şöyle bir özellik var: Bir konuyu işlerken dinî kaynaklarda geçen terimlere müracaat ediyor, onları kullanıyor. Mesela burada rubûbiyetten söz ediyor, ulûhiyetin esmasının cilvelerinden söz ediyor. İlk bakışta, ‘nereden biliyoruz bunları’ dedirten, peşin hükme dayanan argümanlar gibi görünüyor bunlar. Halbuki benim anladığım kadarıyla Risale-i Nur usul olarak, evet kullandığı kelimeleri dinî kaynaklardan alıyor, vahyin bize sunduğu ifadelerden alıyor. Belli, bunlar Kur’an’ın ifadeleridir. Anlaşılıyor ki müellifin bir maksadı muhatapları Kur’an kelimelerine, Kur’an terimlerine alıştırmak, yaklaştırmak. Başka maksatları da var. Mesela bir maksadı da ‘müslüman, dindar kesimi’ yabancılaştırmamak. Bunun dışında, bir de benim yakın zamanlarda tespit ettiğim bir maksadı daha var; o da bu kainatta gözlenen hakikatleri bu kelimelerin ifade ettiği mânâlar çerçevesinde insanlara anlatmak.”
“Son dediğim hususla ilgili olarak mesela ‘fiil-i rubûbiyet’ diyor. Rubûbiyet vahyî kavram olmasının ötesinde, bakıyorum, sözlükte ‘sahip olmak, çekip çevirmek, düzene koymak, işleri olması gerektiği tarzda yapmak’ gibi anlamlara geliyor. Metindeki ‘fiil-i rubûbiyet’ de böyle bir rablığın fiili, işi’ demek oluyor. Gerek makro alemde gerekse mikro alemde baktığım zaman her yeri kaplayan, sınır tanımayan böyle bir sahiplik, böyle bir otorite, böyle bir çekip çevirme görüyorum. Bu çekip çevirme her bir varlıkta tam düzen içinde gerçekleştiği gibi bütün kainatta da tam bir uyum, denge ve düzen içinde gerçekleşiyor. Yani vahyin dışında kainat da bana rubûbiyeti gösteriyor, rubûbiyetten bahsediyor. Öyle bir rubûbiyet ki sınır tanımayan, sınırı olmayan bir rubûbiyet. Her yeri istila etmiş bir rubûbiyet. Mutlak bir rubûbiyet.”
“Metinde geçen ‘cilve-i esma-i ulûhiyet’ terkibi de aynı şekilde kainatta görülen bir hakikati ifade ediyor. Sözlük anlamı bakımından ‘cilve’ görüntü demek, ‘esma-i ulûhiyet’ de Allah’ın isimleri, Allah olmanın gerekli özellikleri’ demek. ‘Allah’ deyince insanlar ne anlar? Kainatı yaratan kaynak diye anlar. Onun esması yani isimleri ise kainata bakınca kudret gibi, ilim gibi, hikmet gibi gördüğüm özelliklerin işaretlediği nitelikler, vasıflar. Kainata baktığımda Onun bu özelliklerini inceden inceye hem en küçük şeylerde gayet açık olarak hem de kainatın tümünde yine gayet açık olarak gözlüyorum. Bu bağlamda Onun mesela kudret ismi ya da özelliği sınır tanımaz yani sınırlanamaz biçimde görülüyor; ilim yani bilgililik ismi ya da özelliği sınır tanımaz şekilde görülüyor…”
“İşte Risale-i Nur müellifi bu tür terkip ve kavramları hem muhatapların zihinlerini Kur’an terminolojisine hazırlamak hem dinî kültürü olanların yabancılaşmasını önlemek hem de kainatta gördüğümüz hakikatleri sözlük anlamına uygun kelimelerle zikretmek gibi maksatlara bağlı olarak kullanıyor. Bu suretle, böyle bir düşünce usulünü ve analiz tarzını gayet insanî, gayet şefkatli, gayet hikmetli bir biçimde önümüze koyuyor. Böyle bir kullanıma dayalı olarak alt yapısını güçlendirmiş insanlar Kur’an okuyunca, bunlara dikkat etmiş, bunları sorgulamış ve ikna olmuş ise, -ki bu izahları ikna edici bulmamaya bir sebep göremiyorum ben-, Kur’an’ı daha kolay, daha iyi anlıyor hatta Kur’an’a hayran olmak zorunda kalıyor. Aklı ve kalbiyle aydınlanmış, aklına ve kalbine yatmış olarak böyle bir kimse, ‘evet, Kur’an şu kainatı yaratanın konuşması olmalıdır’ diyor. Ama böyle bir usulden ve anlayıştan habersiz olup, ‘biz Kur’an’a inanırız, Kur’an bizim kitabımızdır, Kur’an ne diyorsa doğrudur’ gibi aklî temeli olmayan anlayış içinde bulunursak Kur’an’ın incelikli hakikatlerine karşı duyarsız kalırız. Risaleleri de makul gerekçelerle, kainatın şahitliğinde bize bu hakikatleri ders veren paha biçilmez bir kaynak diye görmez ve okumazsak tarafgirliğin mahkumu oluruz. Bu eserleri bir grup insanın ‘buldum ve bırakmam’ şartlanmışlığı içinde kendisiyle ilişkilendiren, birçok insanın da alerjisine neden olan konumda bırakmış oluruz.”
Dersin ilerleyen bölümlerinde metnin anlaşılmasına yönelik başka önemli noktalara değinildiği gibi insanların kainatta apaçık görülen bu “vahdet” tecellilerine karşı duyarsızlığın nedenine ilişkin “irade hürriyeti” etrafında da önemli açıklamalar yapılıyor. Benim, kendi adıma en çok dikkatimi çeken husus ise, Risale-i Nur alt yapısı ile Kur’an okununca Kur’an’a hayranlık duyulacağına dair değerlendirme oldu. Gerçekten insan bir kitabı anlaması oranında kitapla sağlıklı ilişki içine girer. Onun dışında kitabı öven her türlü tasvir hayali ve hamasi olmaktan öteye geçemez. Müzakerede belirtildiği üzere Risale-i Nur Kur’an konularını, Kur’an terimlerini kullanarak açıklarken içinde yaşadığımız fiziki alemin tanıklığı üzerinden yol alıyor. Bunu fark eden, bu usule göre kendisini inşa eden bir kimse Kur’an ayetlerini okuduğunda imanı artıyor, aklî ve kalbi tatmini ziyadeleşiyor. Allah razı olsun.