Baba olmadan çocuk olabilir mi? Yahut ağaç olmaksızın meyve elde edilebilir mi? Ya da tarla olmaksızın ürün alınabilir mi? İçinde yaşadığımız evrenin işleyişine baktığımızda bu sorulara evet cevabını vermek mümkün değil. Bebek sahibi olabilmenin yolu belli. Kayısı yahut şeftali meyvesi elde etmek istiyorsam kayısı yahut şeftali ağacı dikerek işe başlamam şart. Buğday hasat etmek için de tarlaya buğday tohumu atmam ve gereken süreçleri takip etmem zorunlu. Çünkü adına ister doğa yasaları, ister sebep-sonuç mekanizması, ister adetullah veya sünnetullah diyelim tabiatın işleyişinde böyle bir tablonun söz konusu olduğu açık. Peki bunun istisnaları var mı? Bu konuda fikir beyan eden parapsikoloji gibi diğer çevreler bir tarafa, mesela deterministlere göre yok, dinlere göre var. Peygamberlere verilen mucizeler yahut azizlerin ya da velilerin elinde zuhur eden kerametler bunun istisnalarını teşkil eder.
Sözü “mucize” konusuna getirmek istiyorum. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis nakillerinde çok sayıda mucizeden bahsedildiğini biliyoruz. Mesela Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında yanmaması (Enbiya 21/69), Hz. Musa’nın İsrail Oğulları için kayadan şu çıkarması (Bakara 2/260), Hz. İsa’nın gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesi (Mâide 5/112-115) bunlardan birkaçı. Peki bu olaylar evren içinde gözlemlediğimiz düzen içerisinde açıklanabilecek bir niteliğe sahip midir? Değilse, bunları nasıl onaylayabiliriz?
Ha-mim derslerinde “mucize” bahsi ile ilgili olarak muhtelif zamanlarda dile getirilen açıklamaları kısmen doğrudan nakil, kısmen özet olarak dikkate aldığımızda konuyu belli boyutlarıyla şöyle bir çerçeveye oturtmak mümkün görünüyor:
Az sayıda geçmiş dönemlerde de temsilcileri bulunmakla beraber daha çok modern dönemde bazı alimler yaratılış aleminde “harikulade”, “olağan dışı”, “mucize” bulunduğu fikrine mesafeli duruyorlar. Bunlar gerekçe olarak bazı ayetlerde geçen, “Sen Allah’ın sünnetinde yani uygulamasında değişiklik bulamazsın” (mesela Ahzab 33/62; Feth 48/23; Fatir 35/43) cümlesini ileri sürüyorlar. Buna karşılık İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu bu ayetleri kabulle beraber alemde harikulade yani mucize olduğunu da dile getiriyorlar. ‘Peki, yaratılış düzeninde değişik olmadığı’ doğru mudur? Evet, doğrudur; yaratılış düzeni değişmiyor. Peki bu vakıa ile alemde mucizelerin bulunduğu fikrine katılan kimselerin yaklaşımını nasıl anlayacağız? İşte problem tam da burada!
Biz kainatta varlıkların yaratılışına, var oluş keyfiyetine baktığımızda, Yaratıcı Kaynağın “mutlak” olması gerektiği fikrine ulaşıyoruz. Yani hiç bir şeye muhtaç olmayan; ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz olan Kaynak. Bu Varlık Kaynağı yaratmada bir süreç izliyor. Fakat Kendisinin takip etmekte hiçbir zorunluluğunun olmadığı bu süreç tamamıyla Onun bir tercihi, seçimi ve iradesi. O yaratmayı bu süreç içinde gerçekleştiriyor. O, mutlak olduğu için, Onun açısından her varlığın var olması eşittir. Söz gelimi Hz. Adem’in anne-babası olmaksızın yaratılması ile Hz. İsa’nın babasız yaratılması arasında fark yoktur. Başka bir ifadeyle Onun açısından Hz. Adem’in topraktan yaratılması ya da Hz. İsa’nın babası olmaksızın yaratılması ile bir kimsenin bir anne-babadan yaratılması aynıdır; biri diğerinden farklı değildir. Oysa bizim açımızdan Hz. Adem’in ya da Hz. İsa’nın yaratılması ile bir bebeğin, bizim ‘normal’ gördüğümüz bir doğum ile yaratılması aynı değildir. Hz. İsa’nın babasız yaratılması gibi olaylara ‘harikulade yaratılışlar’ diyoruz. Bu tür yaratılışları hiç de örneğini görmediğimiz ve fakat Kur’an veya hadis rivayetlerinde geçen nakillerden duyuyoruz. Biz bu nakilleri ‘görmedik ki inanalım’, diyerek ret mi edeceğiz, yoksa nakillerin sahih, güvenilir olduğunu ispat için bin dereden su mu taşıyacağız? Bir başka alternatif ise çok kolay; ‘Madem dinimiz böyle buyuruyor’ diyerek tasdik etmiş gibi görünüp geçiştirmek. Böyle mi yapacağız? Bizim ‘normal, sıradan ve alışılagelmiş’ diye tanımladığımız yaratılışlar ise ilk bakışta problemsiz görünüyor.
Yaratılış düzenine baktığımızda ‘sebepler zincirini’ görüyoruz. Bir bebek, anne ve babadan yaratılıyor. Bir meyve ağaçtan alınıyor. Bu yaratılış bize olağan görünüyor ama sebepler zincirine riayetin söz konusu olmadığı bir yaratılış gördüğümüzde buna ‘harikulade, mucize’ diyoruz. ‘Harikulade’ sözlük anlamı bakımından ‘adeti yıkan, bozan, adet dışı olan’ demek, ‘mucize’ de başkalarını benzerini yapmaktan aciz bırakan, Yaratıcıdan başkasının yapması mümkün olmayan yaratılış biçimi demektir. Tekrar edelim bu, tamamen bizim açımızdan böyledir. Yaratıcı açısından ise her varlık, her yaratılış, her var oluş şekli aynıdır. Dolayısıyla bu anlamda Yaratıcının adetlerinde yani sünnetinde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Yani Yaratıcısının kapasitesi açısından yaratılışta istisna yoktur. Eğer ‘bu evren ve içindeki her bir varlığın varlık alemine gelmesini ancak mutlak özellikleri olması zorunlu olan bir Yaratıcı gerçekleştirebilir’ diye bir sonuca ulaşmış isek, gerek bizim alıştığımız düzende, gerekse alışmadığımız şekilde eşyanın varlığa getirilmesi, o mutlak Yaratıcı için aynı olması gerekir. Bizim ‘düzen’ dediğimiz şey, o Yaratıcının tercihinin sonucu olmalıdır. Bizim normal, sıradan, alışılmış dediğimiz yaratılışlar, bir anne ve babadan yaratılışlar acaba evrenin tümünün Yaratıcısından başkasının yarattığını iddia edecek elimizde bir delil var mı? Eğer yok ise, o takdirde her yaratılış harikulade ve mucizedir. Zaten bir başka şekilde düzenin varlığını da açıklamamız mümkün görünmüyor. Mantıken de eşyanın kendi kendine oluştuğuna veya maddenin kendinden kaynaklandığına dair hiçbir delil göremiyoruz. Biliyoruz ki madde düzene tabidir; düzen maddeye değil. Evren çapındaki düzen ise, tüm evreni var etmeyi tercih edenden kaynaklanmalıdır, ki buna ‘Mutlak Yaratıcı’ diyoruz.
Halbuki biz kendi açımızdan baktığımızda görüyoruz ki, ağaç yoksa meyve olmuyor. Eğer portakal meyvesi almak istiyorsam, portakal çekirdeğini dikmek ve düzenden öğrendiğime göre yetiştirmeye çalışmak gerekiyor. Portakal elde etmemizin başka bir yolu yok. Fakat Yaratıcı, diyelim ki bir portakal meyvesini ağaçsız değil de portakal ağacında yaratıyorsa buna muhtaç olduğu için olmamalıdır. Zira bir şeye muhtaç olan ‘mutlak’ olamaz; ‘mutlak’ olmayan da Yaratıcı olamaz.
Ben kainatta varlıkların var oluşu ile ilgili süreçleri dikkate alarak sebepler zincirine riayet etmek zorundayım. Zira Yaratıcı, alemde bu sebepler zinciri ile bana, sonuç almam için nasıl bir yol takip etmem gerektiğini gösteriyor. Ben yaratılışı, yaratılış düzenindeki süreçleri tespit etmek, buradan kurallar çıkarmak, sonra da bu kuralları tatbik ederek istediğim neticeyi elde etmeye çalışmakla yükümlüyüm. Aslında alemde gözlemlediğim her varlık, her var oluş, her olay olağanüstüdür, harikuladedir, mucizedir. Zira ne benim ne başkasının bir şeyi var etmesi, bir yaratılışa imza atması mümkün değildir. Diğer taraftan Yaratıcının varlıkları sebepler altında yaratması benim Onunla temas kurmam içindir. Benim bir şeyin var edilmesini umduğum zaman, alemdeki düzeni çalışıp eğer düzende böyle bir sonucu elde etmemin yollarını görebiliyorsam, onları bulup sonucun yaratılması için o düzeni kurana müracaat edecek şekilde tercih yapmalıyım. Bu tercihimi yaparken de sonucu benim yaratamayacağı biliyorum. Zaten onun için kendimi bu düzeni araştırmaya ve ona tabi olmaya mecbur biliyorum. Kafama göre kendim bir düzen kurmam asla mümkün değil. Düzenden yararlanıp, düzenin izin verdiği kadarıyla seçimlerde bulunup, yine düzenin izin verdiği kadarıyla yeni kombinasyonlar kurup istediğim sonucu elde etmek için Yaratıcının bir yeni yaratılış ile bana cevap vermesini bekliyorum. Bu, benim kabul edeyim veya etmeyeyim, Yaratıcı ile ilişkimin temelini oluşturur. Yani ben bana bakan boyutuyla en küçük şeyi bile yaratmaya bana verilen gücümün yetmediğini görüp, bu şekilde Onun mutlak kudretini tasdik edeyim, Ona muhtaç olduğumu fark edeyim, Ondan talepte bulunabileyim, Ona dua edebileyim.
Onun kurduğu düzene tabi olmadan hiçbir şey elde edemediğim halde Onu tanımak istemez isem, ‘kendim yaratıyorum’ zannedersem, sonuçta Onun Rahmetinden dolayı yarattıklarına karşı büyük bir haksızlık yapmanın cezası da olmalıdır. Bu da, artık böyle bir yaratılışın bana sağladığı imkanlardan yoksun kalmayı gerektirecek bir yaratılış biçimi ile karşılaşmamı gerektiriyor ki, bizzat yaşayarak itiraf edeyim, cezamı mahrumiyet ile çekip yaptığım hatanın farkına varayım, temizleneyim. Bu sonuca din dilinde ‘Cehennem’ denir. Yaratılmasını istediğim şeyleri, ihtiyacımı karşılamasını umduklarımı, ‘haydi sen yarat ve faydalan onlardan’ denilerek kendi başıma mahrumiyetini yaşandığım bir sonuçla karşılaşmalıyım ki buna Cehennem denir.
Bu dünyanın düzeninin gereği, düzenin kurucusu insanları ilgilendirdiği kadarıyla, düzene uyan herkesin seçeneğinin sonucunu eşit bir şekilde yaratacağını vadediyor. Fakat biz düzende öyle özellikler görüyoruz ki, düzenin kesin işleyen şeklini tespit etmekten aciziz. Mesela, bilemiyoruz ki, toprak altındaki bir böcek veya bir kuş gelip bizim ektiğimiz tohumu yiyecek ve biz ürün alamayacağız. İşe giderken bir kaza ile araç çalışmayacak, bilemiyoruz. Kesinlik olmamakla beraber bize bildirilen alanda bir kesinlik görüyoruz. İşte bizim kesin bilgimizin olmadığı alandan gelen sonuçların doğrudan Yaratıcının Hikmeti gereği tasarruflarının nerede, nasıl gerçekleştiği ve gerçekleşeceği konusunda kesin bilgiye sahip olmadığımız için biz görevimizi yapıp sonucu Onun Hikmetine ve Rahmetine bırakmak zorundayız. Buna da din dilinde ‘tevekkül’ deniyor. İnananlar tevekkül ile Yaratıcılarının Hikmetine, Merhametine güvenerek yaşarlarken, inanmayanlar da belirsizlik ve doğal tesadüfün tanıyacağı ‘şansa’ dayanmak veya ‘geleceğinden emin olamayan bir tereddüt hali içinde’ yaşamak zorundadırlar. Belirsizliğin insana kazandıracağı huzur ve güven içinde olmaktan bahsetmek ne kadar mümkün olur?
Mucize yaratılışlar ile ilgili en önemli bir konu da şudur: Neden gerek kutsal kitaplarda ve gerekse hadis nakillerinde sürekli peygamberlere harikulade, mucizeli yaratılışlar sergilendiği anlatılır? Bunların bizim açımızdan gözlemlenmesi mümkün değilse şimdi, peki bu nakillere inanmak için önce mucizelerin yaratılış hikmetinin düzenin değişmeyen bir unsuru olduğunu da anlamamız gerekir. Nasıl yani? Eğer Yaratıcı bir insanı görevlendirip de ‘Benim insanların ihtiyacı olan ve doğruyu gösteren şu mesajımı insanlara ilet’ diyorsa, bu kişiye ‘peygamber’ veya ‘resul’ denir. Bu kişi de topluma çıkıp ‘beni kainatın Yaratıcısı bu mesajı size ulaştırmakla görevlendirdi’ derse, bunu duyan kişiler haklı olarak bu kişinin ya aklî dengesinin bozukluğuna, ya art niyetle insanlardan faydalanmak istediğine veya yalancı olduğuna hükmedeler. Bu insanî bir davranıştır. Bu gerçeğimizi kabul etmemiz gerekir. Neden? Çünkü Yaratıcı bizi böyle bir iddiayı delilsiz bir şekilde kabul edecek özellikle yaratmamış. Bu yaratılış biçimi de değişmeyen düzenin kurallarından bir parçadır.
Ayrıca, peygamberin Allah tarafından görevlendirdiğine dair iddiası ile ilk karşılaşan bu insanların, gerçek peygamber ile Yaratıcının kendine böyle bir görev yüklediğini iddia eden diğer kişiler arasındaki farkın belirtilmesine de ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç da düzenin bir parçasıdır. Düzenin her yönü Yaratıcısının Hikmetle yarattığını gösterir. Hikmetli Yaratan ise, insanların çözemeyecekleri bir durumda eğer ayırt edici bir delil ile insanların yardımına koşmadan onların her peygamberlik iddiasında bulunanlara tabi olmalarını beklemesi, hikmetsizlik olur. Onun Hikmeti gereği, evrende değişmediğini gördüğümüz düzende bir özellik olmalıdır; ki insanın bu ihtiyacına karşılık versin. Bu nedenle olsa gerek ki, bütün peygamberlere kutsal kitaplarda mucize verildiği bildirilmektedir. Bu da düzenin bir parçasıdır. Biz bir insanı eğer ‘beni kainatın yaratıcısı görevlendirdi ve şu mesajı size gönderdi’ derse biz bu kişiden delil isteriz.
Peki, delil nasıl olmalıdır? Eğer bir kişi ‘beni kainatın yaratıcısı görevlendirdi’ derse, o zaman o kişi yaratıktır, kendisi özel bir durum yaratamaz. Ya? Kainatın düzenini kuran kim ise bir delil gönderecek ki, masum insanlar o delili görünce gerçek peygamberin mesajını dikkate alsınlar. En güzel delili biz kainatın düzenini kuran Yaratıcının kurduğu düzene tabi olmak zorunda olmadığını gösterip o düzeni değiştirerek, ‘İşte ancak Ben düzende bir değişiklik yapabilirim ve yapıyorum, size alışmadığınız, sizin için harikulade, mucize diyeceğiniz bir yaratılış gerçekleştirerek bu kişiyi bizzat görevlendirdiğimi gösteriyorum’ demesi gerekir. Bu tür bir yaratılış da değişmeyen düzenin bir parçasıdır. Biz bu tür düzenin gerçekleşmesi için peygamberlik iddiasında bulunanların bu iddialarını insanların dikkate almaları için Yaratıcının ‘düzen gereği olarak mucize yaratması’ gerekir.
Peygamberlerin ilk muhatapları dışında kalan ve sonradan peygamber ile gönderilen mesajın bütününe muhatap olan kişilerin de mucize istemeye hakkı var mıdır? Yani kainatın değişmeyen düzeni bu tür mucizeleri de içermeli midir? Evet, hakkı vardır ve içermelidir. Peki bu hak nasıl gerçekleşmelidir bizim için şimdi? Peygamber bir insandır, diğer insanlar gibi yer, içer, çalışır ve ölür. Şimdi peygamber ölmüştür. Ben peygamberin elinde gerçekleşmiş bir mucize göreceğim ki, onun peygamber olduğuna kanaatim gelsin? Peygamber vefat etmiştir; mümkün değil. Peygamberin getirdiği mesajın kendisinde ‘mucize’ olma özellikleri olmalıdır ki, peygamberin ölümünden sonra artık mesaj tamamlanmış ve mucizeli özellikleriyle insanlara devamlı muhatap olmaktadır ve insanlar bu mucizeli mesajı inceleyerek bu mesajın ancak kainatın Yaratıcısının mesajı olabileceğini benimseyebilmelidir. Evet, şimdi ben yaratılışta alışmadığım ve fakat yaratılış düzenin bir parçası olan mucize ile karşı karşıyayım diyebilirim, eğer mesajı ciddi bir şekilde inceledi isem. Yani her halükarda peygamberler ve mesajları için mucize yaratılması devam etmektedir.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1- Bizim için “normal” dediğimiz yaratılış kurallarının kendileri mucizedirler.
2- Biz insanlar peygamberlik iddia edenlere karşı mucizeli yaratılışları görerek yanılmaktan, kandırılmaktan kurtarılmaya muhtacız. Bizi bu şekilde yaratan Yaratıcı bizim alışmadığımız bir şekilde düzenini değiştirerek bize delil göstermesi zorunludur. Bu da düzenin bir parçasıdır.
3- Peygamberlerin ilk muhataplarının kendisine itimat edip getirdiği mesajı ciddiye alıp takip etmeleri için peygamberler elinde mucizelerin yaratılması da düzenin bir parçasıdır.
4- Peygamberler öldükten sonra bıraktıkları mesajın bütününe muhatap olup onu inceleyerek, bu mesajın ancak kainatın Yaratıcısının mesajı olduğunu anlamalarına yardım edecek ve dolayısıyla Yaratıcının Sözleri olduğuna delil olacak şekilde mucize diyeceğimiz özelliklere sahip olması zorunludur. Bu da düzenin bir parçasıdır. Düzenin içinde böyle bir yaratılışı gözlemememiz gerekir. Biz peygamber mesajı ile diğer insan sözlerini karşılaştırınca ‘mucize’ yani ‘alışılmış insan sözlerinin ötesinde bir özelliğe sahip olduğunu’ gözlemleyebilmeliyiz. Bu da düzenin bir parçasıdır.
Son bir konu kaldı ki, bunun üzerinde çok tartışmalar yapılıyor. Kur’an’da her bir peygambere mucize verildiğinin naklini okuyoruz. Peygamberden nakledilen çok hadisler okuyoruz ki peygamberin elinde Allah, mucize, alışılmamış, bize göre olağanüstü olaylar yaratıyor. Bu hadislerin nakillerinde sorunlu olanlar var, olmayanlar var. Uzmanlarının kullandıkları kriterlere göre birinin sorunlu olduğuna diğeri hayır diyebiliyor. Sorunsuz hadistir diyenlerin iddialarına da diğer bazı uzmanlar kullandıkları kriterlere göre sorunlu diyebiliyor. Bu mesele uzmanların alanına girmekle beraber uzman olmayanlara nasıl bir tavır takınmak düşüyor? Burada Risale-i Nurlarda takip edilen usulde çözüm var görünüyor. Ben hadis uzmanı değilim. Her ne kadar uzmanlar tartışıyorlarsa da neticede peygambere izafe edilen birçok hadis rivayetlerinden anlıyorum ki, bu rivayetlerin hangisi nedir diye karar vermek değil, fakat bütününü birden göz önüne aldığımda böylesi olaylar gerçekleşmiştir diyorum. Ayrıca, her peygamber için mucizelerin gerçekleştirilmesinin zorunluluğu zaten düzenin bir gereğidir, bir parçasıdır. Gerçekleşmesi gerekir ki ilk muhatapları peygamberi ciddiyetle dinlesinler. Bu kişilerin ellerinde toplanmış bir metin yok ki, incelesinler ve ondaki mucizevi özelliği görsünler. Alışkın olmadıkları bir inanç tanıtımı ile karşı karşıyalar, dolayısıyla önce itimat ile bakmalarını sağlayacak bir yaratılışın gerçekleşmesi düzen gereğidir, diye yukarıda tartışıldı. İster rivayetler güvenilir olsun, isterse olmasın mucize yaratılmadığı zaman bu ilk muhataplara haksızlık yapılmış olması gerekir ki, kainatın Yaratıcısının yarattığı insanlara haksız bir muamelede bulunduğunu düşünmek mümkün değildir. Demek ki, kendimizi hadis nakillerinin güvenilirliği ile meşgul etmek yerine, bu görevi gerçekten uzman olanların alanına bırakıp, yapılan nakillerin içeriğinden mümkün olduğu kadar faydalanmaya bakmalıyım. Ne yapılan nakillerin tümünü onaylamada ve ne de tümünü reddetmeye girişip her iki yönde de toptancı bir tavır takınmamalıyım.
Diğer bütün hadis nakillerinde olduğu gibi, bu nakillerde de Resulün evrensel mesajını anlamaya çalışmalıyım. Resulün görevine göre, bu rivayetlerdeki benim ihtiyacım olan yönüyle, benim çağımda nasıl bir mesaj vererek benim Rabbim ile bir kul olarak beraber yaşamama, Ona olan ihtiyacımı ve inancımı uygulamaya koymaya yardımcı olacak yönleri anlamaya çalışmalıyım. Eğer ben böyle bir çalışmayı yapamıyorsam, bu çalışmayı yapanlardan öğrenmeye gayret göstermeliyim. Değilse, hiç uzmanı olmadığım bir alanda rastgele söz söylememeliyim.