Soru: Said Nursi neden eski hikmet anlayışını müstebid diye tanımlıyor?
Cevap: Üstad, üç otoriteye karşı çıkıyor: Kuvvetin otoritesi, ilmin otoritesi ve faziletin otoritesi.
Eski hikmette yani gerek Yunan geleneğinde ve gerekse İslam felsefesinde, ki Müslümanların elinde gelişmiş olan Yunan geleneğinin yansımasıdır, ve gerekse de mütekellim ulemasının veya müfessirlerin veya hadisçilerin geleneğinde, hikmet çalışması yapan kişi önce kendi önyargısı olan paradigmasını koyar ve ondan sonra akıl yürütmeyi o paradigma üzerine kurardı. Yunan geleneğinde madde esas ve ebedi kabul edilerek hikmet çalışması yapılırdı – felsefe dediğimiz kavram. Özellikle kelam, tefsir ve hadis ulemasının akıl yürütme denilebilecek faaliyetleri ise Kur’an’ı esas olarak aldıklarını iddia ettikleri kendi yorumlarının sonucu olan bir paradigma üzerine kuruluydu.
Eğer bu kitaplardan bazılarını okuma imkanımız olursa farketmemiz gerekir ki, neredeyse her paragrafta bu gözlemlenebilir: Belli bir akıl yürütme işlemlerinden sonra bu işlemin doğru veya yanlış olduğunun iddiası, “Ayet de böyle söylüyor,” esasına dayanıyordu. Fakat şu nokta ihmal ediliyordu: Ayeti nakleden olarak sen o ayete o anlamı yükledin. Bütün itikadi mezhep kavgalarının altında bu problem yatar. (Bunlar benim şahsi kanaatlerimdir, kesinliğini iddia edemem, eleştiriye açıktır.)
Dolayısı ile, önce madem ayet böyle söylüyor– halbuki kendi peşin hükmü– deyip, ondan sonra akıl yürütmeye devam ediliyordu. Eğer akıl yürütme bir yerde takılırsa, hemen ayete referans verilerek, düşünce silsilesindeki çıkmazı kurtarmak için ayetler kullanılıyordu. Değişik düşünce metodu veya yolu takip edenler birbirlerini, “Eğer senin dediğin doğru olsaydı, ayet böyle söylemezdi,” diye itham ediyorlardı. Karşı fikir de, kendisinin akıl yürütme metodunun doğruluğunu sergilemek yerine, ayeti bir başka doğrultuda okuyor ve “Ayet benim dediğimi onaylıyor,” diye karşılık veriyordu. Aynı ayetten iki veya daha fazla yorum çıkıyor ve herkes kendi yorumunun doğruluğunu iddia ediyordu — herkesin kendi muhakemesinin iç tutarlılığını sergilemesi yerine.
Yunan geleneğinin temelinde, “Madem atom ezelidir, ve nasıl olduysa olmuş işte (var edilmiş değil), o halde bu ezeli olan maddenin şimdi nasıl çalıştığı üzerine konuşalım” tavrı hakim idi.
Bu filozoflar, ki bazı müslüman filozoflar da buna dahildir, Allah’ı İlk Muharrik/Muharrik-i Evvel veya İlk Sebeb/Müsebbib-i Evvel olarak kabul ediyorlardı. Varlık aleminin bazılarına göre Allah tarafından, bazılarına göre de kendiliğinden oluşmuş özelliklerini ve kendi kendilerine şu an nasıl varlıklarını devam ettirdiklerini çalışıyoruz deyip bu çalışmaya fen ve onun yorumunda da felsefe adını veriyorlardı.
Said Nursi İslam geleneğindeki istibdadı, bu peşin hükme dayalı akıl yürütmede görüyor. Hür bir şekilde yani herhangi bir ön kabule dayanmadan varlık alemini incelememiz gerektiğini ve insani kabiliyetlerimizi kullanarak bir muhakeme yapıp buna göre bir sonuca ulaşmamız gerektiğini söylüyordu – muhakeme, hikmet araştırması yapmak demektir; Ha-Ke-Me kökünden türemiş bir kelimedir.
Said Nursi’nin bu iddialı usulüne göre kim böyle hür olarak varlık alemini incelerse, ulaştığı sonucun Kur’an’ın mesajı ile uyuştuğunu görecekti; dahası, ilgili Kur’an ayetlerini de yine bu sonuca göre anlaması gerekecekti. Değilse önce ayeti kendimin ön kabullerime göre anlayıp, ondan sonra da buna dayalı olarak muhakeme edip ayetin ne söylediği çalışması yapmak insanın kendisini istibdat altına alması demek olur. Said Nursi’nin kanaati budur. Bu hikmet anlayışına Said Nursi daima karşı çıkmış ve bu hikmetin hikmet olmadığını savunmuştur. “Hürce ve bir insan olarak önce kainat incelenecek, ondan sonra çıkan sonuca göre Kur’an okunacak,” tezi Said Nursi’nin temel prensibidir.
Neden böyle rahatça konuşabiliyor kendisi? Çünkü Kur’an ile konuşanın ancak kainatın Yaratıcısı olabileceği anlayışına güveninden dolayı.
Eski hikmet, Kur’an’ı temel aldığını iddia ederken, Said Nursi kainatı temel alıyor. Problem burada başlıyor. İslam tarihinde entellektüel faaliyetlerin, kainatı incelemekten uzaklaşıp yalnızca Arapça dili üzerinde çalışma yapma, hadis ezberleme, Kur’an ve hadis rivayetlerine dayanarak fikhi hükümler üretmeye yoğunlaşmasının sebebi de burada yatıyor. Kainatı inceleyenler yani fen çalışması yapanlar, maddeyi esas alan Yunan geleneğine, bilerek veya bilmeyerek tabi olup, “İşte madde bu şekilde çalışıyor” sonucuyla gelince, klasik ulema “Bu fen çalışanlar Allah’ı ve Kur’an’ı esas almıyorlar; o halde fen çalışmalarını medrese sisteminden kaldıralım; zira insanları dinsizleştiriyorlar” kanaatine böyle ulaşmışlardır.
Son asırlara doğru bu davranışın yanlışlığını görenler oldu; bu kişiler fen çalışmalarına değer vermek gerekir dediler – ancak bunlara selefiler modernist damgasını vurup reddettiler.
Said Nursi, bu uyanışı kendisine me’haz alıp, uygulamaya koyarak, “kainatın şahitliği altında bir Kur’an okuma usulü” geliştirmiştir. Eski Said’de bu bir çekirdek halinde vardır. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminde yazılan Mesnevi-i Nuriye’de fidanlık şeklinde vardır. Yeni Said’de ise bu çekirdeğin ağaç olmuş, meyve vermiş şekliyle Risale-i Nur diye tezahürü vardır. Bu tavrı Said Nursi, hür olarak kainatı çalışmak yani fenni çalışmalar yapmak olarak görmektedir.
Dolayısı ile bu görüşün paralelinde olarak, “Allah diye başlayan bütün cümleler usul hatası içerirler” deme ihtiyacı hissediyorum. Ancak Allah’ın Kendisi, “Ben böyle yaparım; Allah böyle yapar” şeklinde konuşabilir. İnsanlar, kendilerini Allah yerine koyup konuşamazlar; Allah’ı taklid edemezler. Çünkü insan ne anlarsa anlasın veya nasıl okursa okusun bu okuyuş, o kişinin subjektif kanaatinden ibarettir. Bu sonuçtan kaçınmak mümkün değildir.
Tabii ki, namaz ve niyaz halinde iken, Allah’ın Kelamıyla muhatap olmak kulluğa yakışan bir haldir. Namaz ve dua halinde Kur’anî ifadeler kullanmak Allah’ı taklit etmek değil, Onun tebliğini aynen onaylayacak bir sonuca ulaştığımızı ifade etmek içindir. Bu şekilde Kendisine hitaben Onun Kelamıyla muhatap olmak yalnızca doğru değil, abdin ubudiyet haline daha çok muvafıktır.
Muhakememizi yaparken, yani bir sonuca ulaşırken, ayeti anladığımız şekliyle kullanıp argümanımıza gerekçe göstermek ise tamamen farklı bir işlemdir — ve bir muhakeme hatasıdır. Kendi anlayışımıza göre yorumladığımız ayet mealini, kendi argümanımıza gerekçe göstermemiz kendimizi kendimizin onaylaması anlamına gelir. Ki böyle bir tavır insanın hakikati bulmasına değil, kendisine güvenip gurura kapılmasına neden olur. Bunu da belirtmiş olalım.
Ayrıca benim bir hassasiyetim daha var ki yine bu doğrultuda düşünmenin sonucudur. Argümanının haklılığına delil getirmek için ayet veya hadis nakledeni reddederim: “O, senin ayete yüklediğin manadır, ayet öyle söylüyor” diyemezsiniz. Kendi ulaştığın sonucu bize getir ve o sonuca göre “Ben ayeti böyle anlıyorum” de.
Ufak bir mesele gibi görünen bu usul farklılığı, Said Nursi’nin düşüncesinde bel kemiğini oluşturuyor ve sanki daima koşan bir insanın, bir noktada durup ufak bir hareket ile istikametini değiştirip koşmasına devam etmesi gibi çok önemli bir farklılığı temsil ediyor.
Bizim esas anlamamız gereken nokta burasıdır. Hür olmak, müstebit olmamak ancak kendimize ait olan kanaatimizin bize ait subjektif bir sonuç olduğunu bilip, kimseye diretme hakkımızın olmadığını itiraf etmekle mümkündür. Hürce düşünüp, hürce kendine ait imanını tesis etme duasında bulunmak gerek.
Bu yazdıklarım da benim şahsi kanaatlerimdir, bir de siz düşünün. Fakat eğer eskilerden fazla bir okuma yapmadıysanız meselenin kritikliğini kavramada güçlük çekebilirsiniz.
Selam ve dua ile.