Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

İlham-İrade İlişkisi ve Risale-i Nur’un Yazılmasında İlhamın Rolü

İlham-İrade İlişkisi ve Risale-i Nur'un Yazılmasında İlhamın Rolü | Ha-Mim

Arkadaş! Katre nâmındaki eserimde Kur’ân’dan ilhamen takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur… (Mesnevi-i Nuriye, Katre’nin Zeyli)

“Kuran’dan ilhamen takip ettiğim” yol diyor. Bu ne demektir?

Risale-i Nur okuyanların belki tavırlarının yanlışlığından, belki kendilerini ifade edememelerinden, belki kendilerinin genellikle yanlış anlamalarından kaynaklanan bir kelimedir “ilham”. Öncelikle bir gerçek var ki risale okuyanlar, risaleyi okuduktan sonra kendilerine bir kimlik giydirip, bir ad (nurcu) takıyolar. Bu adı risale okuyanlar takmasa bile dışarıdan bakanların: ‘Hımm, bunlar nurcu!’ dedikleri bir vakıa var.

Bu insanlar (Risale okuyanlar) Risalenin anlatımındaki güzelliğe hayran kalıyorlar ve o güzellikle sanki meczubane bir tavrın içerisine girerek, “Bu eserler harika! Bu eserler sanki fevkalade! Yani, sıradan bildiğimiz tarzın çok çok üstünde, farklı özelliklere sahip eserlerdir” diye bir kanaate sahip oluyorlar. Risale-i Nurlarda,  Risale-i Nurları okumaya başladıkları zamana kadar kendilerine takdim edilen din anlayışının tamamen dışında ve ikna edici bir din anlatım tarzını gördükleri için heyecanlanıyorlar. Heyecanlanınca, avam tabiriyle, havalara giriyorlar.

Bu halet-i ruhiyenin, insanı, Risale-i Nurdaki farklılığın nedenlerini, kendisini neden bu kadar etkilediğini araştırmaya, incelemeye götürmesi gerekir. “Bu kitaplarda ne farklılık var ki beni çok etkiledi ve dinimi, din anlayışımı, Allah ve ahiretle olan, peygamberle olan ilişkimi beni ikna edecek temellere oturttu?” şeklinde bir araştırmaya girmesi gerekir.  Ama bir çok insan bu araştırmaya girmek yerine, buraya iyi dikkat edelim, “Bu kitaplar madem böyle bir etki yapıyor, o zaman bunlarda fevkalade bir özellik olması lazım” deyip, bu ilham kelimesini, esbab dairesindeki bir ilham olmaktan çıkartıp, tabir-i caizse, ne idüğü belirsiz bir kavram haline getirdi.

– Yani, kardeşim, ilham deyince vahyi mi kastediyorsun?

– Asla, haşa!

– Peki, neyi kastediyorsun?

– İşte Allah’ın özel ikramı.

– Peki, şu gözlemlediğimiz, içinde yaşadığımız kainatta, Allah’ın özel ikramı ne demek?

“Allah’ın özel ikramından neyi kastediyorsun” sorusu sorulduğu zaman, hemen, Allah’ın özel ikramını fevkalade bir hal, tavır, durum olarak tabir edip, işte “Said Nursi ami bir adamdı” falan demek suretiyle, “kendisi yazmadı, YAZDIRILDI” ifadesini de kullanarak, “Haa! Demek ki iradesiz yapmış bu işi. Yani doğrudan doğruya, Allah bir şekilde, vahiy değil amma, Said Nursi’ye böyle özel bir şey vermiş” diyorlar. Peki bu ne demektir? Said Nursi’nin kendisi ne diyor?

Mesela, Katre risalesinin içindeki en başta alıntıladığım cümlecikte, “Kur’an’dan ilhamen takip ettiğim yol diyor”. Ne demek istiyor burada? Gerçekten, Risale okuyanlar bu ilham kelimesini görünce, Said Nursi’yi, çok ciddi ilmi eğitimden geçmiş, çok ciddi incelemeler yapmış, toplumun dertlerini derinden takip etmiş, onlara cevap vermek için yüreği sızlamış, dua etmiş, fiili duada bulunmuş, ‘Ya Rab! Bana yardım et de bu insanlara yardımım olsun!’ ihtiyacını hissetmiş ve yalvarmış, bu yardımı ortaya koymak icin fiilen her noktaya, bütün gayretiyle ciddi dikkat etmiş bir insan olmaktan çıkarmışlar. Sanki Said Nursi hiçbir şey yapmamış, hiçbir teşebbüste bulunmamış, ama Allah ona yazdırıvermiş Risale-i Nurları gibi bir şekilde anlamışlar ilham kelimesini. Bu anlama ile büyük bir marifet, büyük bir teslimiyet, önemli bir sadakat gösterdiklerini ve dolayısıyla müellife, Risale-i Nur’un müellifine çok yüksek bir makam tevdi ettilerini zannetmişler.

Bence bu anlayışın hiç bir hakikati yoktur. Tamamen tembelliğin, araştırma cesareti göstermemenin, bir yerde gördüğü güzellik karşısında, hemen onu ulvileştirip, yüceltip, kendimizden uzaklaştırmanın, kaçamak yoludur. Hiçbir surette, insana, Kur’an’ın bir talebesine, Rasulullah’ın (asm) ümmetine yakışmayan bir halin adıdır. Buna ben hiç tahammül edemiyorum. Taviz vermemek gerektiğini düşünüyorum. “Efendim, onlar da iyi kalpli insanlar” diyemiyorum. Tembelliğin adı, cesaretsizliğin adı sadakat olamaz, iyi kalplilik olamaz. Bu hakikatleri, doğrudan doğruya, çekinmeden söylememiz lazım. Tembelliğin adına sadakat denemez. Sadakat, hakk’a sadık kalmaktır, hakikati araştırmak için Allah’ın verdiği bütün özellikleri kullanmak demektir. Ve Risale-i Nur’u ciddi okuduğumuzda, Said Nursi’nin “yazdırıldı” ya da baştaki alıntıda “Kuran’dan ilhamen takip ettiğim yol” ifadelerinde neyi kastettiğini sorduğumuzda, cevap açıkça ortaya çıkar.

Kuran’a bakıyor. Kur’an’ı dikkatle çalışıyor. O’nun usûlüne bakıyor ve o usûlden kendisine bir rehber, metot çıkarıyor. Kuran’da bir meselenin nasıl ele alındığını çalışarak, farklı bir meselenin aynı usûlle nasıl anlaşılabileceğinin gayretine giriyor ve onun sancısını çekiyor. Günlerce, bazen haftalarca, yalnız başına, bir ormanda, bir ağacın üzerinde, tefekkür ede ede, Kur’an için, Kur’an’ı anlamak için yapmış olduğu çalışmaları tekrar tekrar gündeme getirip, konsantre ola ola, “şu ayette bu mesele hangi esasa göre anlatılıyor” duasını yaptıktan sonra, “Kur’an’dan ilhamen takip ettiğim yol” diyor. Buradaki ilham ifadesine iyi dikkat edelim.

İlham nedir? Bir arı, hangi çiçekten neyi alacağını, ilhamen öğrenir. Bir ağaç, hangi tür meyve vereceğini ilhamen öğrenir, yani kendi başına öğrenmez. Ona, Rabbi vermiştir o kabiliyeti. O kabiliyeti kullanır. Bu mahluklarda irade olmadığı için onlara yaratılıştan bu kabiliyetler verilmiş, yani ilham edilmiştir.

İnsanda ise kabiliyeti kullanmak iradeye bağlıdır. Allah istidadı vermiş. İradesini kullanan, o istidadını geliştirir. Çünkü o istidad, bir çekirdek gibi gelişme potansiyeli taşır. Gelişebilecek bir özelliğe sahiptir. Biz, duamızla, düşüncemizle, meseleye ciddiyetle sarılarak, dikkatle Kuran’ı okuyarak, çevremizdeki insanların ihtiyaçlarının neler olduğu noktasında bize verilen insani kabiliyetleri dikkatli bir şekilde kullanarak, yani esbab dairesinin şartlarına uyarak fiili dua edersek, bizdeki istidadı, çekirdeği, filiz verir hale getirmiş, kabiliyet haline getirmiş oluyoruz. İşte bu kabiliyete dönüşme halinin de Yaratıcının bir yaratması olduğunu tanımanın adına “ilham” denir. Yani insanın kendisi kabiliyetlerine vücud veriyor, yaratıyor değildir.

Said Nursi bizim gibi sallana sallana değil, çok ciddi ve hızlı bir şekilde temel eğitimi aldıktan sonra, 17-18 yıl dünyada ne olup bitiyor diye Van’da, çok müthiş, yoğun bir araştırmaya giriyor. Bulunduğu yer Van ama İstanbul’u avucunun içi gibi biliyor. Çünkü Van o dönemde, yani 1890’lardan 1908’e kadar hamidiye alaylarının merkeziydi. Yani Van, İstanbul’un Doğu Anadolu’da en merkezi komuta ve kontrol yeriydi. Van valisinin konağı demek, İstanbul’un bir ayağı demekti. O dönemin bütün fikir sancılarını, her türlü siyasi ve fikir akımlarını, sosyal ve felsefi akımlarını Van’dan takip etmek, İstanbul’u avucunun içi gibi bilmek mümkündü. Bunu unutuyoruz. Üniversiteyi (medrese diye biliniyordu) çok çabuk bir zaman diliminde bitirebilmiş bir insanın, çok yoğun çalışarak 17-18 senede neler öğrenebileceğine iyi dikkat edelim.

Bunu ihmal ediyoruz. Ya?! “Said Nursi oturmuş beklemiş, Allah da onun sadık olan kalbine Risaleleri ilham edip yazdırmış” demek insanın bu dünya şartlarında yaratılış maksadına aykırı bir anlayıştır. Bu kapsamda bir eser, hiçbir surette durup dururken ortaya çıkamaz.

Bakın, Hz. Ali’den çok hikmetli sözler duyuyoruz. Bunları hiçbir eğitim almadan mı öğrendi dersiniz? Hz. Ali, Peygamber’in (asm) risaletiyle ilk başbaşa kalan, vahyin ilk geldiği günden itibaren vahyin getirdiği haberin anlaşılması için yapılan çalışmalarda, düşüncelerde, Muhammed’in (asm) eğitiminde çocukluk döneminden beri beraber kaldığı ve yaşadığı birinci muhatap idi. Böyle bir eğitimden sonra, Hz.Ali’den inciler gibi hikmetli sözler duymak mümkündür. Çünkü ciddi bir eğitime tabi tutulmuş. Oturduğu yerden, yani önceki yoğun eğitimi gerçekleştirmeden kendi kendine böyle şeyler söylemesi, hikmet dairesinde, insan irade-i cüziyyesinin serbestçe bırakıldığı yaratılış şartlarında mümkün değildir. Her şey, her verilen, bizim duamız sonucunda Rabbimizin bizlere bir ikramıdır, bir ilhamıdır.

Ağaçlar ilhama mazhar olurlar, yaprak açarlar, meyve verirler. Onların ağaç olarak fıtri duası budur. Daha açık bir örnekle, bir koyun yaratılışı itibariyle, hayvan oluşuyla, öyle bir ilhama mazhar olur ki, fıtri yapmış olduğu dua itibariyle süt verir. Kuranın ifadesinde arı, ilhama mazhardir. Dünya nasıl dönecek, hangi hızda dönecek, ilhamen kendisine bildirilmiştir. Bunların yaratılışları itibariyle, fıtratları itibariyle, kendilerine verilmiş olan istidatlar ile yapmış oldukları dualara Cenab-ı Hak ilhamen cevap verir.

İnsan da istidadı ile yapmış olduğu duaya ilhamen cevap alır. Yani, oturur, ilkokul birinci sınıfta başlar anlamaya. Öğreneceği şeylere dikkat eden, öğrenir. Yani iradesini kullanan ilhamen cevap alır, kullanmayan almaz.

Fiili duasını yapmayana cevap verilmesi, dua yapmayan, gayret göstermeyen bir insanın ekstra bir şeye muhatap olması, ve ilham kelimesinin bunu anlatır bir tarzda yorumlanması, Allah’ın şu kâinatı yaratma şartlarına aykırıdır. Bizim irade-i cüziyemizle yapmış olduğumuz talebimiz kadar, o talebimize cevap verilir. Ve o cevaba hangi düzeyde olursa olsun ilham deriz. Yani, insan bir şeyi öğrenmek için bir teşebbüste bulunduğunda, o şeyi öğrendiği zaman, hafızasına, his dünyasına onu yerleştirdiği zaman, öğrendiği şey o insana Yaratıcının bir ilhamıdır. Yani ilham, çok özel, ekstra, dua etmediği halde insana verilmiş bir durum değildir.

Duamız kadar cevap alırız. Adalet-i ilahiye bunu gerektirir. Rahmet-i ilahiye bunu gerektirir. Bunu ısrarla vurgulamak istiyorum. İlham kelimesi, yapılan bir duaya verilen cevabı ifade eder. İlhamı “duasız kazanılmış bir ekstra” olarak yorumlayan anlayışa ne Kuran’da, ne Peygamber’in (asm) öğretisinde, öğrettiklerinde ve hayatında ve ne de sahabe-i kiramın yaşadığı hallerde bir şahit göremiyoruz. Duyduğumuz menkıbelerdeki “uçan, suda yürüyen kişiler” halkın algılamaları ve yorumudur. Menkıbeler hakikati yansıtmazlar. Dikkat etmemiz gerekir.

Peygamber (asm) savaşa hazırlandıysa, şartlar müsait olduysa galip geldi. Şartlar müsait değilse, hazırlığını güzel yapmadıysa, Uhud’da olduğu gibi, geçici de olsa mağlup oldu. Bunun ‘lam’ ı ‘cim’ i yok arkadaş. ‘Amma bak Bedir’de melekler yardıma gönderildi’ falan demenin bir  anlamı yok. O günün şartlarında gerek Rasulullah (asm) ve gerekse sahabe elinden geleni yapmadı mı? Hazırlıksız, evlerinde oturdular da, Allah meleklerle düşmanları perişan mı etti?… Cenab-ı Hak bizi bu şekilde var ediyor. Bunu mertçe kabul edeceğiz. Kaçamaklara girip de, bazılarını bazı hallerinden dolayı üstün görüp de, onların o üstün hallerine hayran kalarak, biz öyle olamayız demek suretiyle işi tembelliğe atmanın, Risaleyi okurken, dikkat etmeden, mevlüt okur gibi, marş okur gibi okuyup geçmenin bizim için yalnızca zararı olur, hiçbir surette faydası olmaz, olmadığını da görüyoruz.

Bazı kişiler “işte efendim, çok risale okusak, anlamadan da okusak, kalbimiz onu hisseder” diyorlar. Ama bu yaklaşımları sonucunda kendi geleneksel dindarlıklarının ötesinde hiçbir şey elde etmediklerini görüyoruz. Risaledeki ciddi iman eğitimine giremediklerini görüyoruz. Herhangi bir tarikat şeyhinin önünde de, eğer onun hikayelerden ve menkıbelerden oluşan sohbetini dinleseydi, o arkadaş yine o şekilde dindar olurdu. Çünkü o arkadaş zaten inkâr etme niyetinde olan bir insan değildir. O niyetine göre Allah cevap veriyor. Ama Risale-i Nur’un imanı tahkik etme mesleğinden nasip alıp Kur’an’ın mesajına ulaşmadığını görüyoruz. Taassubu artıyor bu tür insanların. Görüyoruz. Dar bir kalıbın içerisinde, bir grupçu zihniyetin içerisinde kalıp, sanki bir ipek böceği gibi, kozasını kendisi örüyor ve içinde kendini hapsediyor. Ve risalelerin de, araştırmacı, soruları olan, sancıları olan insanların sorularına cevap verecek bir kaynak olmaktan uzakmış gibi gösterilmesine vesile oldukları için, Risale-i Nur’a zarar veriyorlar. Risalelerin mesajındaki gerçeklerinin, hakikatinin görülmesine engel olabiliyorlar. Bunları açık bir şekilde, korkmadan, çekinmeden, söylemek mecburiyetindeyiz.

Halbuki risaleleri ciddi bir şekilde sorgulayarak ve “Sen bunu niçin söyledin? Neden söyledin? Nereden geldi bu cümle? Bu hakikat hangi gayretin, hangi duan sonucunda ilham edildi sana, ben de o duayı yapayım ve paylaşayım” yaklaşımı ile okuduğumuz zaman, çok değişik bir risale okumasıyla ve bu okuma vasıtasıyla çok farklı bir Kur’an anlayışıyla başbaşa kaldığımızı görüyoruz.

Bu yaklaşımla risaleleri okumanın hayatımıza neler getirdiğini, fikrî saldırılar karşısında nasıl ayakta durabildiğimizi, “Onlar inançsız insanlar” diyerek içimize kapanmak değil, bilakis saldırılara karşı rahatlıkla, güvenle, emniyetle cevap verebildiğimizi, Kuran’ın dünyamıza nasıl bir nur saçtığını, güvenlik verdiğini, rahatlıkla görüyoruz. Ve “risale-i nurlar ilhamen yazdırılmış” iddiasında bulunan insanların taassup ve tembellikten başka hiçbir şeylerinin gelişmediğini de görüyoruz. Bu çok önemli bir olaydır. İsterseniz dikkat edin. İsterseniz bir iddiadır deyip atın. Siz bilirsiniz. Benden söylemesi.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın