Yirmisekizinci Lem’a’dan (22. Nüktenin, ikinci nüktesi) bir alıntı ve bu alıntıyla ilgili yorumlar…
“Cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum; Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” Zâriyât Sûresi, 51:56-58.
Şu âyet-i kerimenin zâhir mânâsı çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’câz-ı Kur’âniyeyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’ân’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek mânâlarından üç veçhini icmâlen beyan edeceğiz.
Birincisi: Cenâb-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendine isnad eder. İşte, burada da, “Resulüm sizden vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil, sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’âm istemez” mânâsında, “Ben sizi ibadet için halk etmişim, Bana rızık vermek ve it’âm etmek için değil” meâlindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait it’âm ve irzâkı murad etmek gerektir. Yoksa, gayet bedihî bir malûmu ilâm kabilinden olur, i’câz-ı Kur’ân’ın belâgatine uygun gelmez.
İkinci Vecih: İnsan rızka çok müptelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki:
“Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it’âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.”
Eğer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ı Hakka rızık vermek ve it’âm etmek muhâliyeti bedihî ve malûm olduğundan, ilâm-ı malûm kabilinden olur. İlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen “Sen hafızsın,” o malûmunu ilâm kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki, “Ben senin hafız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ı Hakka rızık vermeyi ve it’âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur:
“Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”
Üçüncü Vecih: Sûre-i İhlâsta, nasıl ki “O doğmamış ve doğurulmamıştır.” İhlâs Sûresi, 112:3. zâhir mânâsı malûm ve bedihî olduğundan, o mânânın bir lâzımı muraddır. Yani, “Valide ve veledi bulunanlar ilâh olamazlar” mânâsında ve Hazret-i İsâ (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melâike ve nücumların ve gayr-ı hak mâbudların ulûhiyetlerini nefyetmek kastıyla, “ezelî ve ebedî” mânâsında, Cenâb-ı Hakkın “O doğmamış ve doğurulmamıştır.” gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de “Rızık ve it’âm kabiliyeti olan eşya, ilâh ve mâbud olamazlar” mânâsında, “Mâbudunuz olan Rezzâk-ı Zülcelâl, sizden kendine rızık istemez ve siz Onu it’âm için yaratılmamışsınız” meâlindeki, “Rızka muhtaç ve it’âm edilen mevcudat, mâbudiyete lâyık değiller” demektir.
Said Nursî
Abdullah Berâ – Ayetin manasını daha kapsamlı anlamak için rızkı şöyle tanımlasak: uğrunda düşüncelerimizi, duygularımızı, emeğimizi harcadığımız, kullandığımız (yani sebeplere müracaat ettiğimiz), gerçekleşmesini istediğimiz her bir sonuç… Bu bazen ekmek parası olur, bazen sevdiğimize kavuşmak olur, bazen iyi bir uyku, bazen faydalı bir ilim, bazen huşu içerisinde kılınmış bir namaz vs.
Ayet şöyle diyor sanki: “Sizi sonuçları elde edin diye yaratmadım, sebeplere müracaat edin yani dua edin, yanı ubudiyet edin, yani kendinizin sadece isteyebilen, irade edebilen, sebeplere müracaat edebilen olduğunuzu bilerek, sonuçları yaratan mutlak kudret ve kuvvet sahibi Zatı bu vesileyle tanıyın diye yarattım.” Ben sadece isteyenim Rezzak O, Alim O, Rab O, Hafız O. Nasıl mı anlıyorum bunu? Doymak için, bilmek için, terbiye etmek ya da olmak için, korunmak için vs. başvurduğum sebeplere tek tek bakıyorum, hepsi de bu fillerin faili olmaktan çok çok aciz, demek ki sebeplerin arkasında iş gören Biri var. Bu bahis detaylı bir biçimde açılabilir.
“Rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için” diyor Said Nursi alıntıladığım yazıda. İnsanın hatası ubudiyeti bir kefeye, herhangi bir işe teşebbüs etmeyi diğer bir kefeye koyduğu an başlıyor, ben de bir şeyler “yapıyorum” zannettiği an… Bütün ama bütün teşebbüslerin emr-i İlahiye uymaktan başka bir şey olmadığını unuttuğu an. Çok tuhaf bir durum ortaya çıkıyor: Allah’ın, kulu O’nu bilebilsin, tanıyabilsin diye koyduğu sebeplere başvurma kanununu kul O’nu bilmeme ve tanımamasının özrü olarak kullanıyor!!! Sanki şöyle bir şey: “Hocam, ben toplama yapmayı tam öğrenemedim çünkü dün akşam toplama yapmakla alakalı verdiğiniz ödevi yapmak zorunda idim!!!”
Üstadın bu ayeti ya da İhlas suresini anlamakta kullandığı metot Kuran’ı anlamakta bizim için çok faydalı olabilir.
Burası da risalelerin herkese hitap eder tarzda yazılmasına ve ince manaları çıkartmak için daha dikkatli olunması ve Risaledeki genel üsluba dikkat edilmesi gerektiğine bir örnek aslında. İkinci vecihte üstat “Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.” şeklinde bir mana çıkarıyor. Buradan sanki rızka çalışmak ile ubudiyet ayrı ayrı şeylermiş gibi görünüyor ve dikkatli olunmazsa Risaledeki anlatıma aykırı bir anlayış elde edilebiliyor. Yani biraz yukarıdaki “Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir” cümlesini ihmal etmeden okumamız gerekiyor paragrafın tamamının.
M. Said – Dikkatimi çeken bir-iki noktayı paylaşmak istiyorum;
Bu ayetin tefsiri için kullanılan bir kavram ile İhlas Risalesinde geçen kavramın aynı olması, “İhlas” ve “Rızka çalışmak” konularının birbiri ile çok bağlantılı olduğunu hatırlattı bana.
Mesela;
“İhlası kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i ilahi ve neticesi rıza-yı ilahi olduğunu düşünmeli ve vazife-i ilahiyeye karışmamalı”.(Lem’alar)
“Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rizik yetiştirmek için halk olunmamışsınız.”(Yirmisekizinci Lem’a, Yirmi İkinci Nüktenin ikincisi). (Burada da vazife-i ilahi ve mahlûk olarak insanın vazifesi ayrımı vurgulanmış yine…)
“Rızka çalışmak, emr-i ilahi noktasında bir nevi ubudiyettir”(a.g.e)
“Evamire göre rızka çabalamak da bir nevi ubudiyettir”(a.g.e)
Emr-i ilahi vurgusu dikkatimi çekti. Hissettiğim şey, bu konunun “helal kazanç” anlayışı ile sınırlı bir mana olmadığı, kainattaki işleyiş ile bir bağlantısının olduğu… Emr-i İlahi manasının neler ifade ettiği üzerinde biraz çalışabiliriz. Çok merak ettim.
Çok tatlı bir dersmiş gerçekten, tekrar teşekkürler.
Ali – Pratik hayatımızda önemli olan bu “çalışmak” meselesi üzerine yapılan müzakerelerden anladığım şu:
Risaledeki “rızka çalışmak” ve “emr-i İlahi noktasında”, “evamire göre” ifadelerini arkadaşlarımızın özellikle vurgulamaları konunun can alıcı yönü. Yani ibadet ayrı, çalışmak ayrı bir fiil değil, ibadet manasını taşıyacak şekilde çalışmak kastediliyor. Güzel vurgulanmış noktalar. Allah razı olsun.
Genellikle “sa’y”, “çalışmak” diye tercüme ediliyor. Arkadaşlarımızın belirttiği gibi ibadet ile çalışmak ayrı iki kategori gibi görülebiliyor. Bu müzakereleriniz bana aşağıdaki ayetleri hatırlattı.
İsra Suresindeki ayet, sa’yimizi “ahirete” sa’y ederek yapmamız ve bunu da “mümin” olarak yapmamız gerektiği üzerinde duruyor:
“Kim de âhireti ister ve inanmış olarak ona lâyık bir çabayla çalışırsa (sa’y ile sa’y ederse), işte öylelerinin çabaları (sa’yleri) karşılık görür (şükre değer olan, şükredilendir). (İsra, 17: 19)
“Mümin olarak sa’y ile sa’y ederse” vurgusuna dikkat etmek lazım. Sanki “sa’y”in “meşkur” olması için “mümin olarak “sa’y” etmek gerekiyor. Buna “mü’minane sa’y” diyebiliriz. Yani, “sa’y” in içinde “iman” gerekiyor ki, bu da “emr-i İlahiye ittiba” şuuruyla yapılmasını gerektiriyor. Rızık kazanmak için çalışmak değil de, “Rızık için çalışınız” yani sa’y ediniz, emrine uymak şuuruyla sa’y etmek gerekiyor.
Ayrıca, “ahirete”, ebedi hayata sa’y ediniz, o çalışmanın içerisinde ebedi hayatı netice verecek yolu bulunuz, demektir, diye anladım. Buna “uhrevi sa’y” dersek, Kehf Suresindeki şu ayet de zıddını gösteriyor:
“De ki: “Amelleri bakımından hüsrana en çok batanları size haber vereyim mi? Onlar ki dünya hayatında sa’yleri boşa gitmektedir de kendilerini zannederler: ki cidden güzel san’at yapıyorlar.” (Kehf, 18: 103, 104)
Sanki bu ayette de, “dünyevi sa’y” den bahsediliyor. Demek ki, Nur Dede’nin 51: 56-58 ayetlerini “Belki asıl vazifeniz ubudiyettir.” şeklinde tefsir etmesi, Kur’an’ın genelinden çıkarılan bir özettir. “Dünyevi Sa’y” yapmayınız, Uhrevi Sa’y” yapınız, yani, sa’yiniz ubudiyet manasını içermelidir.
Güzel bir tefekküre vesile olan arkadaşlarımıza tekrar teşekkür ediyorum.
Katılanlar: Abdullah Berâ, M. Said Çakır, Ali Mermer.
Beşinci söz de üstad sanki bu manayı destekliyor. ” Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tayinâtını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indel- hâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihaddır. Fakat Bâzı erzak ve cihâzât işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: Ne yapıyorsun? -Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum. yani bizim de çalışma esnasında vazifemiz esma talimi ve ademi halin galip gelmesine karşı cihaddır. Demeyeceğiz “nafakam için çalışıyorum” risale i nur tamamıyla vazife i asliyemize nazarımızı çeviriyor. mesela üçüncü lem a da: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِىdediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi “Hüve-l Bâki, Hüve-l Ezeliyy-ül Ebedî, Hüve-s Sermedî, Hüve-d Daim, Hüve-l Matlub, Hüve-l Mahbub, Hüve-l Maksud, Hüve-l Mabud” demeli.
“Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri,
Resulünü tekrim ve tesrif noktasında bazan kendine isnad eder.”
Bunun buradaki ayetten baska ornekleri var midir? Burada “bazan” kendine isnad eder deniyor, demek ki baska ornekleri de var.
Bununla alakali bir bilgi var midir?
Tesekkurler.
Su ayetlere de bir bakin, lutfen:
51:58 ; 2: 212 ; 24: 38 ; 42:19
Tesekkurler