Kainat ve İnsan Kur'an Okumaları Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

Kur’an’ı Okumak ile Kâinatı Okumak Arasındaki Usul Farklılığı

Kur'an'ı Okumak ile Kâinatı Okumak Arasındaki Usul Farklılığı | Ha-Mim

Kur’an, kâinatın ve benim Yaratıcımın sözü olduğunu söyleyen bu kitap, “şimdi-burada bu cümlesiyle (ayet) bana ne diyor?” diye okunur.

Kâinat ise, “bu varlık (ayet), şimdi-burada bu haliyle bana ne diyor?” diye okunur.

İki kaynağın aynı sonuçta buluşmasıdır iman.

Mutlaka dikkat ediyorsunuzdur, ama yine de tekrarda fayda var: Kur’an, Allah kelamıdır, diye okunurken; kâinat, bizim önümüze sergilenmiş bir “belge” olarak okunur. Her ikisi de âlem-i gayb’dan yani bizim kendi kendimize bulamayacağımız Mutlak Âlemin varlığından bizi haberdar eder.

Kur’an okunur ve Kur’an’ın kâinatın Yaratıcısı olan Allah’ın kelamı olduğuna dair iddiası tasdik edilir.

Kâinat okunur ve kendisinin Yaratıcısının Mutlak Bir Zat olduğu mesajı alınır, ve de, Kâinat Kur’an’ın bu “Birisi”nin bir Zat olduğu haberinin doğru olduğuna şahitlik yapar ve okuyucusuna da bu haberi tasdik ettirir.

İşaratü’l-i’caz’da “Allah canibinden bakmak” ifadesinin yer aldığı şöyle bir kısım var:

Hulâsa: Allah’ın sun’una, ef’âline, kelâmına, temsilâtına, uslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nûr-u imanla olur.

“İşaratu’l -İ’caz” kitabında Nursi, Kur’an’ın belâgatını anlatmayı hedefler. Kur’an’ın belâgatını anlamak ve takdir etmek için Kur’an’ı Allah’ın kelamı olarak okumak şarttır. Bu konu bütün detayları ile birlikte 26. Mektub’un Birinci Mebhası’nda anlatılır ve de gayet mukni delillerle Kur’an okumasının olmazsa olmaz şartının, onun Allah kelamı olarak okunması ve ondan sonra eğer okunulan metnin bir “Allah kelamı” olma özelliğini taşımadığı görülürse, o takdirde ret edilmesi gerektiğini anlatır. Daha Kur’an’ı okumaya başlamadan, “Bu bir insanın yazdığı eserdir” kararıyla okursanız ve ondan sonra anlamaya çalışıp, bir sonuca ulaşmak isterseniz çok önemli bir usul hatası yapmış olursunuz, diye mantıki gerekçeleriyle birlikte çok güzel izah eder.

İşaratu’l-İ’caz’daki parçanın bağlamını, hedeflerini, başını ve sonunu dikkatlice takip edersek, Kur’an’ın belâgatının takdir edilebilmesi için, Kur’an’ın Allah kelamı olarak okunması gerektiğini izah ettiğini anlarız. Ve şu cümleyi de aynı yerde bu bağlamda söylüyor.

Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah cânibinden kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَةً (Sivrisinek) ve emsaliyle getirilen temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenâb-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder.

Bu cümlede dikkat edersek, konu belâgat kanunlarıyla ilgilidir. Yani, metin belâgat kanunlarına muvafıktır ve metnin Cenab-ı Hakkın sözü olduğunu “hak” olarak görerek Kur’an’ın, “Ben Allah kelamıyım” davasının hak olduğunu tasdik ederiz. Konu tamamen Kur’an ile konuşanın Allah olduğu üzerine bina ediliyor.

Şu aşağıya aldığım cümle de bir sonraki sayfada geçiyor ve sonuca ulaşıyor.

Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur.”

Burada “müşteri nazarıyla bakılırsa…” ifadesi şunu ifade etmektedir: Bir insan “Bir bakayım, bana uyarsa satın alırım” der gibi, Kur’an’ı kendi düzeyinde bir kişi yazmış gibi telakki edip (cüz’i fikriyle) ondan sonra okursa, işte bu takdirde Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu anlayamaz. Yani, Kur’an’a müşteri nazariyle bakmak yanlıştır. (Dikkat etmek gerekir, yukarıdaki alıntıda “Kur’an’a müşteri nazarıyla” bakmanın yanlış olduğunun söylenmesi, bir yaratıcının olması gerektiğine, imanın gerçek olup olmadığını araştırma amacına yani iman hakikatleri ile ilgili tahkiki bir şekilde araştırma yapmaya getirilen bir eleştiri değildir.)

Bu çok ciddi bir kuraldır. Mutlaka 26. Mektup okunmalıdır bu meselenin kavranabilmesi için. Genellikle biz Müslüman toplumda büyümüş insanlar olarak, büyük bir ihtimalle böyle bir eğitimden hiç geçmediğimiz ve dolayısıyla, “Kur’an’ın Allah kelamı diye değil de, bir insanın yazdığı kitap gibi okumanın” ne demek olduğunu pek tecrübe etmeyenlerden olabiliriz. İnşaAllah, Kur’an’ı anlamak için okumaya karar verirsek, bu gibi problemlerle karşılaşırız ve de 26. Mektub’un Birinci Mebhasının ne kadar önemli olduğunu anlamak ve takdir etmek mümkün olur.

Biz bu kâinatta eşya ile karşılaşıyoruz ve onların nasıl oldu da var olduklarını incelemek ve araştırmak ile mükellefiz. Böyle bir araştırma sonucu olarak bu varlıkların ancak Sonsuz bir kudretin tecellisi olması gerektiğini anlıyor ve dolayısıyla bu kâinatı kim veya ne yapmışsa, onun Mutlak özelliklere sahip olduğu konusunda ikna oluyoruz. Yaratıcının Mutlak Özelliklere sahip olması gerektiği sonucunu şu şekilde kullanırım: “Ben, kâinatın Yaratıcısının size gönderdiği haberi ulaştırıyorum” diyen kişilerin (peygamberlerin) “Kâinatın Yaratıcısının -Allah’ın- mutlak sıfatları vardır” haberini, “Evet, bu haber doğru olması lazım, ben de öyle bir sonuca ulaşmıştım, ama bu sonucun ‘Kâinatın Yaratıcısının Zat-ı Vacibu’l-Vücud’ olan bir ‘Allah’ olduğunu ben kendim çıkaramamıştım” der ve bu haberi tasdik ederim. İşte buna iman denir. Yani, ulaşılan sonucun doğruluğundan tam emin olmak ve bu sonucu haber veren “Elçilerin” de doğru söylediklerinden emin olarak tasdik etmek iman‘dır.

Böyle bir iman etme işlemine girmemiz şarttır. Başkalarından duyduğumuz bir “din”in inanç esasları gereği “Madem din Allah’ın sonsuz güce sahip olduğunu söylüyor, öyleyse O her şeyi sonsuz gücüyle yaratmıştır” diyerek iman etmiş olmayız, başkalarını taklit etmiş oluruz.

Böylesi bir tahkik aşamasından geçmeden, Allah katından varlık alemini izah etmek, hiçbir kimseye hiçbir fayda sağlamadığı gibi, yalnızca bizi taklidi imanda boğar ve de farkında bile olmayız.

Bugünkü dünyada, dinin, ‘bağnazlık, peşin hükümlülük vs.’ diye tanımlanmasının nedeni, inandığını iddia edenlerin, Allah katından bakarak varlık âlemini izah etme mantıki tutarsızlığından kaynaklanır.

Dikkat ederseniz, Risale-i Nur’daki, imanı tahkik amacıyla yazılmış bütün bölümler de öncelikle geçen “Bak… gör… Bakıyoruz, görüyoruz ki… Şu âlemde bilmüşahede görünüyor ki… vs.” şeklindeki binlerce ifade bu meselenin anlaşılmasına yardımcı olur, inşaAllah.

Risale-i Nur’un genel üslubu, Kur’an’ın iman eğitimi üslubudur. Binlerce ayet, okuyucusunun nazarını yaratık âleme çevirir ve yaratık âlemden örnekler vererek Kur’an ile gelen haberin tasdiki için, düşünen okuyuculara rehberlik yapar.

Bu rehberlik, Kur’an ile gönderilen haberi peşin hükümle reddeden, ya da yine peşin hükümle tasdik ettiğini iddia edenlere yardımcı olmaz.

Mesela, İşaratü’l-i’caz’da referansını verdiğimiz yer, “bauda”nın (yani bir sineğin) varlığı itibariyle, kâinatı yaratacak mutlak özelliklere sahip olmayanların tamamı da toplansalar, “Beni yaratamazsınız!” diye ilan ettiğini ifade ediyor. Bir sineği küçük görüp de, “Allah böyle basit bir varlık ile mi kendisini tanıtacak bir kelam eder?” denmemeli.  Hani krallar, “Ben ki, şuraların, şuraların topraklarına sahip, şu kadar insanın yönetimini yapan kral, bilmem kim” diye kendilerini takdim ederler. Böylesi bir alışkanlıktan dolayı, “Allah dediğin de böyle konuşmalı, küçük, âdi örneklerle konuşmamalı” diye bir beklenti içinde olmak yanlıştır. “Bir sineği yaratmak için kâinat bir araya gelse, bu sineği yaratamazlar” ifadesiyle, bir sineği Allah’ın azametine örnek vermek belagatın ta kendisidir

Sonuç: Önce, bir sineğin yaratılışındaki azamet-i İlahinin tecellisini göreceğiz, sonra da, Kur’an’da sinek örneğinin verilişindeki belagatı göreceğiz. “Sineği kim yarattı ise, Kur’an ile O konuşuyor” sonucuna ulaşacağız.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın