Tin suresi, nüzul sırasına göre 28. sıradadır. Nüzul zamanı yaklaşık olarak peygamberliğin 3. veya 4. yılı civarındadır. O zamanlar günümüzdeki gibi bir takvim sistemi yoktu. Allah’ın Elçisinin (SAV) çevresindekiler çoğunlukla herhangi bir eğitimi olmayan, basit, göçebe koşullarda yaşayan insanlardı. Bu nedenle kesin bir tarih belirlemek zordur. Ayetleri yorumlarken Arap Yarımadası’nın o zamanki koşullarını dikkate almalıyız. Bu göçebe medeniyet şimdiki medeniyet gibi değildi. O zamanın insanları herhangi bir olayın kaydını tutmazdı. Sadece kültürlerinde önemli olan kabile büyüklerinin soyağacını kaydederlerdi. Vahiy, onlar için sıfırdan başladı yani Mekke’deki hayat eğitim yönünden tam olarak ilkel bir vaziyetteydi. Yaratıcı olarak bir Allah kavramına sahip olmakla beraber, kabilecilik değerleri ve semavi dinlere inanmayan bir tür “pagan” diyebileceğimiz bir din anlayışı hâkim idi. Mamafih Kureyş kabilesi, diğer çevre kabileler tarafından insani değerlere önem veren bir kabile olarak kabul edilir ve saygı duyulurdu. Peygamberin (SAV) getirdiği mesaj, insanın fıtratına uygun biçimde nasıl terbiye edilerek medeni, barışçıl ve adil bir toplum düzeni kurulacağının örneğini 23 yıllık bir süre içinde gösterdi. Bir toplumu kökten değiştirdi. Ardından İslam medeniyeti, diğer medeniyetlere kıyasla çok kısa bir sürede hızlı ve etkili bir biçimde yayıldı. Örneğin, toplumun güvenini kazanan insanların yönetime getirildiği hilafet sistemi, Peygamberin (SAV) vefatından hemen sonra kuruldu. Peygamberliğin ilanından sonra ilkel denebilecek bir hayat süren kabilelerin arasında İslam yönetim biçimi benimsenmiştir. Dahası, bu yönetim biçiminin üç kıtaya yayılması ve imparatorluk olmamasına rağmen halk tarafından tam benimsenip kabul görmesini ifade etmek için bir “imparatorluk” haline gelmesi yalnızca yarım yüzyıl sürdü. Kuruluşları yüzyıllar süren Fars ve Roma İmparatorluğu dikkate alındığında bu çok kısa bir süredir.
Mesajın evrensel mahiyette olması tarihi olayların gerçekleşmesine sebebiyet verir. Evrensel mesajlar sadece belirli bir zaman ve bölgeyle sınırlanamaz. Peygamberin (SAV) getirdiği mesaj da evrensel olduğu için Arap Yarımadası ve o zaman ile sınırlı tutulamaz. Fakat mesajı yorumlarken hitap ettiği toplumun ilk halinden yükseltildiği yeni halin içinde bulunduğu şartları ve zamanı da dikkate almak gerekir. O zamanda gerçeklesen gelişmeler, şimdi bizim insani özelliklerimizi geliştirmemize yardımcı olur. Yani o zamanda olanlar, Kur’an’ın mesajını dikkate alarak bencil ve gururlu özelliklerimizi olgun ve hakiki insani özelliklere dönüştürmemize yardımcı olur. Kur’an’ın ilk nazil olan ayetleri, insanların kendilerini yavaş yavaş nasıl eğiteceklerine rehberlik ediyordu. Mutlak İlim Sahibinin konuşması olan ayetleri anlamaya çalıştığımızda, insan gerçekliğinin iki zıt kutbun en uç tarafına doğru gitgide ve fakat çok hızlı bir şekilde nasıl değişebileceğini ve de değiştiğini görürüz. İnsanın hakikati zıt iki kutup arasında durur ve yavaş yavaş iyi veya kötü olan tarafa doğru yaklaşır. Bu gelişmelerden öğreniyoruz ki, bir toplumu değiştirmek ve hatta bir inkılabı gerçekleştirmek için Kur’an rehberliğinde insanların temel varlık tanımlarını, hayatın gerçeklerini değiştirmek suretiyle toplum olarak değişmenin hiç örneği görülmemiş bir şekilde nasıl gerçekleştiğini görmek isteyen toplum bilimciler, filozoflar, Resulullah’ın eğitim usulünden çok şeyler ögrenmek zorundadırlar. Hiçbir insan birdenbire mükemmel veya kötü olmaz. Yaratılıştaki düzen böyledir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve galaksiler yavaş yavaş büyür ve gelişir. İnsanlar dahil, her bir yaratık ve hatta toplumlar, insan ürünü medeniyetler ve evrenin tümü birden, doğumdan ölüme kadar geçen süre içinde yavaş yavaş büyür, yaşlanır ve ölürler. Hayatın tüm iniş ve çıkışlarını tecrübe eder. Bu düzeni takip eder. Aceleyle yolculuğu bitirmekten ziyade, gidilen yolun doğru olup olmadığı önemlidir.
وَٱلتِّينِ وَٱلزَّيْتُونِ
95:1. “İncire ve zeytine yemin olsun.”
İncir ve zeytin, yaratılışta karşımıza çıkan varlıkların çokluk ve çeşitliğine şahitlik etmektedir. Adeta bize bakın, evrenin Yaratıcısı bir tek çekirdekten zeytini yarattığı gibi binlerce çekirdekten de inciri yaratmaktadır mesajını veriyor. Çekirdek sayısı farklılaşan başka meyveler de var ediliyor. Bu durum meyveleri var edenin çekirdek olmadığı mesajını vermesinin yanı sıra, onların var edilmesinin insan aklıyla kavranabilecek bir formülünün olmadığı mesajını da veriyor. Yaratıcı dilediği gibi yaratır. Yaratmasının tek bir biçimi ve kuralı yoktur. Yarattığı her bir varlık biriciktir. Her bir bitki, hayvan, gezegen, güneş sistemi ve galaksiler yaratılış bakımından benzersiz ve eşsizdir. Her şey farklı şekillerde ve aynı anda yaratılıyor. Tüm türler farklıdır ve türün üyeleri bile farklıdır. Örneğin, kedi bir türdür ve tüm kediler, aynı anda dünyanın dört bir yanında kendi özel görünüm, karakter ve biçimleriyle birlikte farklı şekillerde yaratılıyor. İnsanlar da yüzeysel bir bakışla birbirine benzer fakat dikkatle incelenirse farklı şekillerde yaratılıyor. Burada neler oluyor böyle? Hiçbir şey bir sonraki haline kavuşmak için sırasını beklemiyor. Her şey bir anda değişiyor. Bu değişim bir anda ve sürekli olduğu için sabit gibi görünüyor.
Kur’an, varlıkları inceleyerek yaratılışa bakmak için dikkatimizi çeker. Bunu bilimsel bir araştırma yapmak için değil, insan aklının neleri açıklamakta aciz kalacağını göstermek için yapar. İnsan yaratılıştaki bazı işaretleri görebilir ancak bu işaretlerin tam olarak nasıl var olduğunu gösteremez. İncir ve zeytinde görülen renk, tat ve koku gibi nitelikler birer işarettir fakat insan aklı bu niteliklerin varlık kaynağını tam olarak kavrayamaz. İnsan sadece bunların harika özellikler olduğunu söyleyebilir! Yaratıcının mesajı yani vahiy, insanın zihnini açarak evrenin, bilinçli tercih yapan ve özellikleri sınırsız olan bir Yaratıcı tarafından gerçekleştirilmiş bir varlık olduğunu ve insanın tecrübeleriyle elde ettiği bilgilerin bu yaratılışın kaynağını açıklayamayacağını haber verir. Bu haber olmasaydı insan her şeyi tuhaf ve yabancı görecekti. Evrene atılmış bir yabancının garipliğini ve dehşetli ruh halini yaşayacaktı. Nitekim Yaratıcıyı ve dolayısıyla vahyi tanımamak, insana bu dehşeti derinden yaşatır.
Şimdilerde “ilkel” ve “cahil” diye adlandırılan çok eski zamanlarda yaşamış insanların hayatlarını inceleyen antropologlar, bu insanların şartlar ne olursa olsun tam olarak açıklayamasalar bile bir tür Varlık Kaynağı kavramına sahip olduklarını keşfettiler. Kendi dillerinde konuşurken ağaçların ruhu, maymunların ruhu, aslanların ruhu ve ormanın ruhu gibi varlıkları bir kaynağa atfederek konuşurlardı. Bu kaynağın ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardı ama en azından içinde bulundukları kısıtlı şartlara rağmen ormanın, hayvanların veya bitkilerin tesadüf eseri olamayacağını idrak edecek kadar bilinçliydiler. Bunları var eden, koruyan, hayatlarını sürdüren ve içinde bulundukları ortama uyum sağlamalarına imkân veren renk, şekil ve çeşitli özelliklerle donatan “bir şeyin” var olması gerektiğini biliyorlardı. Fakat vahye muhatap olmadıkları için adını koyamıyorlardı. En azından insani özelliklerine ters düşmüyorlar ve inkâr yolunu seçmiyorlardı. Sorumlulukları da yalnızca inkara girmemekten ibaretti.
Bir hayvan doğar doğmaz, yaşadığı çevrenin koşullarına uyum sağlamaya başlar. Örneğin, bal arılarına bakalım. Yavru bir bal arısı, yumurtadan çıkar çıkmaz barındığı peteği emerek temizlemeye başlar. Bu küçücük yaratık bunu birinden mi öğreniyor? Çevresinde bulunanlar mı bunu öğretiyor? Hayır, o bu şekilde hazırlanmış olarak hayata geliyor. Eski dönemlerin belirli bir kesimini oluşturan insanlar, bu dünya üzerinde işleyen bir iradenin olduğunu görecek kadar akıllıydılar. Bu farkındalık, onların inançlı olmasına yetiyordu. Bugünkü, sebepleri fail gören inkârcılar gibi bir dil kullanmıyorlardı. Materyalist değillerdi. Varlıkların ötesinde olan aşkın bir şeyin varlığına inanıyorlardı. İnsan, evrenin doğmuş bir yaratık gibi olduğunu anlarsa o zaman onun Yaratıcısı olması gerektiğini de anlar. Eski dönemlerin vahiy ulaşmamış insanları buna “Evrenin Ruhu” diyorlardı. Bu bakımdan üstün nitelikli insanlardı. Şimdinin mağrur, materyalist ve haddini bilmez filozoflarına ve bilimcilerine kıyasla onlara ilkel demek utanç vericidir! Kimin ilkel olduğu sorgulamaya açıktır. Evrenin kendisi gibi olduğunu söyleyerek onu Var Eden mutlak İlim ve İradeyi görmezden gelen sözde eğitimli insanlar, bu düşüncelerini dikkatle gözden geçirmeli ve yeniden karar vermelidirler. Asıl cahil ve ilkel olan kimdir? Bu dünyanın sonunda, aslen kimin “ilkel” ve kimin de “insan” olduğunu göreceğiz. İnsanın yaratılışında var olan mükemmellik duygusu, keşfedilip geliştirilmeyi bekler. İnsanlar gelişmeye müsaittir ve gelişiyorlar da ama bazı insanlar inatçı, bencil ve kibirli davranarak kendilerini ve her şeyi var eden bir Varlık Kaynağını inkâr ediyorlar. Üstün bir Varlık Kaynağına teslim olmamak için varlıkların kendilerinde gerçekleşen özeliklerin kaynağı olan aşkın boyutu kabul etmiyorlar. Kâinatın bir Sahibi olduğunu kabul ederlerse dünyanın ve dolayısıyla kendilerinin de Sahibi olması gerektiğini kabul etmiş olacaklar. Bu durumda, insanın bir amaç için yaratılmış olduğu da ortaya çıkacaktır. Yaratıldığını kabul eden insanın, Yaratıcısıyla iletişim kurarak bu amacın ne olduğunu öğrenmesi gerekir. Bunun için de bencillikten, kibirden ve gururdan uzaklaşarak yaratılmışlığını itiraf etmelidir. Kibir, gurur, bencillik ve kaprislerinden kurtulamayan bir insan, aşkın “ilahi” Bir Varlığı kabul edemez.
Kur’an, bu Aşkın Varlığı, “İlahı” insana tanıtmak için kâinatı şahit tutar. Kur’an, eğitimine “la ilahe” ile başlar, evrende “ilah” özelliğine sahip hiçbir şey yoktur diye ilan eder, bildirir. Bu tanıtmadan istifade edebilmek için eski insanlar gibi samimi ve vicdanlı araştırmacılar gibi dürüst olmak gerekir. İnsan olarak keşfetmemiz gereken hakikat, maddenin kendi kendine var olamayacağıdır. Yani, kendine ait hiçbir özelliği olmayan madde, varlığı üzerinde tasarrufta bulunamaz. Varlığına yön vermesi imkânsızdır. İradesi ve aklı yoktur. Bunu fark eden eski insanlar ve dürüst araştırmacıların vardığı sonuçlar takdire şayandır. Bu ayet, incir ve zeytinden söz etti diye onların elma veya muzdan daha kutsal olduğu mesajını vermez. Ayet, binlerce çekirdek veya bir çekirdek de olsa bu sayının uç değerlerine dikkat çekerek, çekirdek sayısının var etmede hiçbir rolünün olmadığı mesajını verir. Bir tane de olsa bin tane de olsa bu çekirdekler nasıl var ediliyor ve bunlar nasıl meyveye dönüşüyor? İnsanın dikkati buna çekilmek isteniyor. Yani, insanın şu soruları sorması bekleniyor: Bu meyveler nasıl böyle gelişiyorlar? Kendi hücreleri içinde nasıl geliştiklerini anlamanın bir yolu var mı? Parçacıklar kendi başlarına bir hücrenin yapısında gözlemlendiği gibi bir düzen kurarak gelişecek kadar akıllı ve bilinçli olabilir mi? İncir veya zeytinin zerreleri, kendi kendilerine bu düzen içinde mükemmel bir ahenkle hareket ederek bir diğerine uyum sağlayabilir mi? İmkânsız! Madde ve zerrelerin kendi kendilerine bu özelliklere sahip olabileceğine dair hiçbir kanıt yoktur. Öyleyse, kendilerinin ötesinde sonsuz bir irade ve ilim sahibi bir “İlah”’ın tercihiyle var olmaları gerekir. Yani başka Bir Varlık Kaynağı onların var olmasını tercih ediyor olmalı. Zerreler, kendi kendilerine varlık veremezler ve kendilerini yaratamazlar. Çünkü zerrelerin kendi kendini var edebilecek aklı, bilgisi, kudreti ve iradesi yoktur. Yaratıldıkları şeklin (düzenli yaratılışın) dışında bir varlık özelliğini tercih etmeleri imkânsızdır. Düzenin kendisi de bu varoluşun kaynağı olamaz. Zira, düzen de mutlak Bir İlim ve İradeye tabidir ve var edilmeye muhtaçtır. Yaratıcının varlıkları var etme biçimidir. Böylece, evren mükemmel biçimde işliyor. Aklı başında olan insanlar bunu kolayca görür. Evrendeki bu mükemmel işleyiş devam ediyor. Evrende tesadüf olamaz. Çünkü bu işleyişin arkasında mutlak bilgelik, bilinçli seçim ve kasıtlı bir planlama vardır. Her şey kasıtlı ve mükemmel bir plan içinde yaratılıyor. İnsanın bunu anlaması için yapacağı araştırmanın başlangıç noktası, varlıkların yaratılışına yani yok iken var ediliyor olmalarına bakmaktır.

وَطُورِ سِينِينَ
95:2. “Ve Sina dağına yemin olsun.”
Tek Tanrılı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’a göre insanlara yol gösteren vahyin kaynağı, mutlak İlim ve Kudret Sahibi olan Yaratıcıdır. Vahyin kaynağını bilge insanlar olarak gören başka antik inançlar da vardır. Sina Dağı, tek Tanrılı dinlerin müntesiplerince bilinir. Evrenin Yaratıcısının elçisi olduğunu iddia eden bir kişi (Musa (AS)), Sina Dağı’nda Yaratıcıdan vahiy alır. Sina Dağı’nın nerede olduğu önemli değil. Aynı zamanda, eski gelenekleri de birer vahiy kalıntısı olarak reddetmek gerekmez. İnsanlar vahiy denen bir gerçekliğin farkındadır. Ama üzücü olan şey, vahyin sadece kutsal metin biçiminde algılanıyor olmasıdır. Kâinatın kendisi bizzat Yaratıcının fiili konuşmasıdır. Ne yazık ki, evrenin Yaratıcısından gelen bu fiili konuşmaya odaklanmıyoruz. En azından Yaratıcının konuşması olan varlıkların, bizim için ne anlama geldiğini düşünmeliyiz. Yaratıcı sözlü olarak konuşur mu? İnsanın anlayacağı kelimelerle insana hitap etmesi gerektiği düşünülürse evet, insanı konuşan ve konuşulanı anlayan özellikte yaratan Yaratıcı da insana konuşmalıdır ve de konuşur. Ama bu konuşmaların yer aldığı tarihi metinler insanlar tarafından manipüle edilmiş olabilir. Bu eski kutsal metinlerde başlangıçta Yaratıcı tarafından gönderilmiş olduklarını gösteren pek çok izi görmek mümkündür ancak tarih boyunca bazı insanlar iradelerini kasıtlı bir hedefe ulaşmak için onları kendi istedikleri biçimde yorumlayıp orijinal halleri kaybolacak hale gelerek yaydılar. Zamanla bu sözleri duyan insanlar, onu Yaratıcıya değil de kendilerine aktaran kişilere atfettiler. Daha sonra bu kutsal metinlerdeki birçok temel öğreti, güç odaklarınca şekillenen siyasi ve sosyal yaşama uyarlanarak yol göstericiliğini kaybetmiştir. Tek Tanrılı dinlerin kutsal metinleri, ilham kaynağı olarak Yaratıcıyı gösterir. Bu metinlerde geçen hikâyeler amacından saptırıldığında, yeni gönderilen vahiyle düzeltilirler. Bu eski metinler tarih boyunca, iktidar sahipleri olan krallar, imparatorlar ve hükümdarların arzularına göre şekillenmiştir. Bundan dolayı eski metinlerin çoğu saf vahiy niteliğini kaybetmiştir. Vahiyler bu hale geldiğinde, Yaratıcı mesajı yenilemek için başka bir vahiy gönderir. Mesajı yeni yaşam koşullarına göre uyarlar, günceller, düzeltir ve içindeki yanlış anlayışları ortadan kaldırır.
Tevrat ve Kur’an arasında paralel öğretiler var. Bununla birlikte, verdikleri ana mesaj bazen birbirine benzerken bazen de farklıdır. Eğer dikkatli bir şekilde araştırılırsa tevhid noktasında farklılık gösterdikleri anlaşılır. Bildiğimiz kadarıyla Kur’an, İsa’ya (AS) indirilen İncil ve Musa’ya (AS) indirilen Tevrat’tan sonra gelen en son vahiydir. Kur’an diyor ki ben yeniyim, insaniyetinizdeki duygular ve kâinatı şahit tutarak beni okuyun. Her insan bu çağrıya uyup uymamakta özgürdür. Kimse buna uymaya insanları zorlayamaz. Sina Dağı, Tek Tanrılı dinler tarihinde “vahyi” temsil eder. Yani, gerçek dünyadaki yaratılışta vahye işaretler olduğunu ima eder. İnsan olarak, Yaratıcının sözlü konuşması olan vahiy ile fiili konuşması olan varlıkları mukayese etmeliyiz. Aralarındaki uyumu ve tutarlılığı görmeliyiz. Örneğin, Kur’an’ı Kerim’in ayetleri kâinatın Yaratıcısının sözleri ise varlıklarda gördüğümüz işaretler, ayetlerle çelişmemelidir. Evrendeki fiili ayetler ile kitaptaki sözlü ayetler aynı hakikati anlatmalı ve ortaya çıkarmalıdır. Kur’an’ın bu eğitim yöntemi, peygamberliğin 4. yılında hitap ettiği eğitimsiz insanların zihinlerine iki kanaldan düşünmeyi ve karşılaştırma yapmayı öğretmek amacındadır. Bu insanların çoğu 30’a kadar saymayı bile bilmeyecek durumdaydı. Peygamber (SAV), bazı rivayetlerde 29 günlük Ramazan orucunun sayısını göstermek için parmaklarını farklı biçimlerde kullanmak zorunda kalmıştır. İşte Kur’an ve Resulullah bu insanları, 50 yıl gibi kısa bir sürede o zamanki dünyanın en geniş alanının yönetimini ve yepyeni bir medeniyetin temellerini atacak nesillerin yetişmesini sağlayabilecek düzeye getirdi. Bizler de vahye muhatap olduğumuzda, okuryazarlığımızın ne düzeyde olduğuna bakmaksızın tedrici bir eğitimden geçmeliyiz. Aklımız ve duygularımızla ikna olarak kademe kademe ilerlemeliyiz. Çünkü vahiy bir enformasyon yığını sunmaz, aksine bizi insani gerçekliğimizle tanıştırır ve akıbetimizin hayırlı olması için eğitir. Vahyin gayesi bilgi vermek değildir. Kur’an’ın ilk nazil olan surelerinden olan bu sureye gelene kadar, önceki 27 surenin sırayla çalışılması gerekir ki eğitim tedrici olsun. Bu sureler kısa fakat derin manalar barındırır. İncir, zeytin ve Sina Dağı vahyi sembolize eder çünkü zihinler uzun bir eğitim için hazırlanmaktadır.
وَهَـٰذَا ٱلْبَلَدِ ٱلْأَمِينِ
95:3. “Ve bu emin beldeye yemin olsun ki!”
Burada hangi beldeye atıfta bulunulduğunun bir önemi yoktur. Kâinatın Yaratıcısının ayetlerini görmek için zeytin ve incirin yaratıldığı bir beldeye gitmek zorunda değiliz. Her bir coğrafya parçası insanın varlığını dayandıracağı ve böylece kendisini emniyette hissedeceği delillerle doludur. Her nerede yaşıyorsak oradaki ayetleri görmeye çalışmalıyız. Yaşadığımız yerde ceviz yetişiyorsa o bizim için bir ayettir. Her ne kadar sosyal yaşantılar bizim için farklılık arz etse de biz her şeyin yaratılış yönüne bakmalıyız. Oradaki hikmeti anlamalıyız. Her şeyin yaratılış tarafı bizim fıtratımıza en uygundur. Havaya ihtiyacımız var ve hava yaratılıyor. Gün ışığına ihtiyacımız var, güneş her gün bizimle. Her neye ihtiyacımız varsa bizim için var ediliyor. Her şey bizim için mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Yaratıcının ayetlerini görmek için başka bir yere gitmek gerekmiyor. Etrafımızdaki bütün varlıklar Yaratıcının ayetleridir. Yaşadığımız yerde, Yaratıcımızın ayetlerini görüp okuyarak varlığımızdan memnuniyet duyabiliriz. Kendimizi güvende hissedebiliriz. Dünyanın ve hatta evrenin başka yerlerindeki yaratılış delillerini arama imkânı olanlar çok daha değişik yaratma örnekleriyle karşılaşıp daha güvenli bir yaratıcı inancına sahip olabilirler. İmkânı olanlar değerlendirmelidirler. Olmayanlar ise kendilerine verilmiş imkanlardan faydalanmaya bakmalıdırlar. Ben neyim, nasıl var oldum, neden yaşıyorum, bu hayatın manası nedir gibi insani sorularımıza cevaplar bulabilmek için bize verilmiş akıl, zekâ ve düşünme yeteneklerimizi kullanarak vahye müracaat etmemiz gerekir. Bu ayetler, merak ettiğimiz her şeyin gerçeğini araştırmamızı bize öğretiyor. Ben kimim, beni var eden kimdir, benim varlık amacım nedir, bu mükemmel yaratılışın gayesi nedir, bana verilmiş olan korku, ümit ve endişe gibi çok farklı duyguların veriliş gayesi nedir? Benim varlığımı halden hale geçiren kimdir? Kur’an bu yolculuğa çıkmak için zihinlerimizi hazırlıyor.
لَقَدْ خَلَقْنَا ٱلْإِنسَـٰنَ فِىٓ أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
95:4. “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”
İnsan, ruhen ve bedenen en mükemmel biçimde yaratılmıştır. Varoluş gayemizi ifa etmek için gerekli tüm ayarlamalar yapılmış ve ihtiyacımız olan tüm teçhizatla donatılmışız. Beden yapımıza bakarsak mesela ellerin nasıl birbirine bakacak biçimde ayarlanmış olduğunu görürüz. Diğer azalarımız da öyle. Her organ mükemmel bir ölçü ve oranla olması gerektiği yerde ve en uygun şekilde yapılmış. Sakatlık gibi bazı istisnai durumlar dışında her organ mükemmel bir uyumla çalışır. Sakatlığın ise başka türlü hikmetleri vardır. Bütün bunlar nasıl oluyor? Organlar kendi kendine olması gereken en uygun şekil ve biçimi bulabilir mi? Organların hiçbirinde böyle bir organizeyi yapacak özellik yoktur. Belirli bir ağrı ve sızı yaşamadıkça organlarımızın varlığından bile haberimiz olmadan yaşayıp gideriz. Örneğin, mide ağrısı hissedersek varlığından haberimiz bile olmayan midemiz gündemimize girer ve bu organın bugüne kadar nasıl olmuş da diğer organlarla mükemmel bir uyum içinde yaşamış olduğunu şaşkınlıkla fark ederiz. Bir et parçası için ne mükemmel bir düzenleme! Biz bu şekilde yaratılmışız. Bu nasıl oluyor? Midenin çalışması muazzam bir sistem olan bedenden sadece bir örnektir.
Bununla birlikte, insan sadece bedenden ibaret değildir. Beden, insanın canlı yani hayvan tarafıdır. Beden bakımından diğer canlılara benzeriz. Hepimizde mesela burun, kalp, mide, akciğer ve karaciğer gibi organlar vardır. Yine de her tür farklıdır. Kediler, farelerden farklıdır. Kuşlar ise bunlardan tamamen farklıdır. Ancak hepsi birbirleriyle iletişim kurarlar. Hepsi verilen kapasitelerine göre çevreye uyum sağlamak için çaba sarf ederler. İnsan olarak bize ruhen, bu dünyada tezahür ettirilen tüm manaları hissedebilen duygular verilmiştir. Bu dünyada ortaya çıkan özeliklerin tümünü duygularımızla hissederek tepki gösteririz. Bazı şeyleri güzel, bazılarını ise çirkin diye niteleriz. Bazı şeyleri sever, bazılarından da hoşlanmayız. Bütün bunları yaşamak harikuladedir. Yerin altında yaşayan bazı canlılar ise farklı görevleri yerine getiriyorlar. Dünyanın denge ve düzeni bir bütün olarak korunuyor. Bu düzen ve dengeyi ancak kâinatın bilinçli bir Yaratıcısı ayarlamış olabilir. Her şey bu düzene tabi olacak biçimde hareket eder. Aksi halde düzen bozulur ve dünyada yaşamak zorlaşır. İnsan ruhen, Yaratıcının kâinatta tezahür eden özellikleriyle iletişim kurar. Bu özellikler ve işaretler aracılığıyla insan Yaratıcısını tanır. Bu evreni aşarak Yaratıcısını tanımak için insanın biraz yardıma ve rehberliğe ihtiyacı vardır. Bu yardım, kâinattaki varlıklarda tezahür eden özellikler, vahiy ve bunları insana öğreten öğretmenler yani peygamberler tarafından sağlanabilir. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen ve manasız biçimde var olmaz. Her şeyin varlığı bir hikmete dayanır. Kendi varlığımızın mükemmelliğini fark ediyoruz.
İnsan, kâinattaki bütün varlıklar arasında bir şaheser konumundadır. Bu ayet, insanı kâinatta tezahür eden en mükemmel ayet olarak nitelendiriyor. Bize verilen ve bizde tezahür eden özellikleri biliyoruz. İçimizde “bilinç” olarak adlandırılan ve özelliklerimizin farkında olan bir unsur var. Bu unsur, kendi varlığının da farkındadır. Örneğin, bir bilgisayar nasıl yapılmışsa öyle çalışır. Ancak bizim gibi kendi varlığının farkında değildir. İnsan, kendisinin yaratılmış ve bilinçli olduğunun farkındadır. Bu çok şaşırtıcı bir durumdur. İnsan, Yaratıcısının mükemmel özelliklerini yansıtan sınırsız duygularla donatılmıştır. Bu özelliklerden hareketle Yaratıcısını en iyi biçimde tanıma yeteneği verilmiştir. Kendimize bakalım. Bütün bu özelliklerin Sahibi, onlarla bize Kendisini tanıtan kimdir? Düşünelim.
ثُمَّ رَدَدْنَـٰهُ أَسْفَلَ سَـٰفِلِينَ
95:5 “Daha sonra, onu aşağıların en aşağısına döndürdük.”
İnsan, yaratıldığını kabul edip etmemekte özgürdür. Yaratıldığını kabul ederek Yaratıcısını tanıma faaliyetleri içine girdiğinde, varlıkların hepsi ona yol gösteren birer işaret yani “ayet” (delil) olur. Bu seçimle birlikte yaratılış gayesine en uygun biçimde davranarak iki zıt kutuptan iyi olanı seçmiş olur. Fakat Yaratıcının kendini tanıtan ayetlerini görmeyip onların üstünü örter yani inkâr ederse bu defa da zıt kutupların kötü tarafına doğru yol alır. Bu durumda aşağıların en aşağısına doğru ilerler. Tekâmülde olduğu gibi sefalette de ilerlemek söz konusudur. Her iki yönde de insan seçimini yapar, Yaratıcı ise o seçimi yaratır. İnsan seçimlerinden dolayı sorumludur. Vahyin amacı insana her şeyin Yaratana bakan yönlerini öğretmektir. Dünyaya bakan yönünü ise insan zaten bir şeyi kullanırken görüyor. Örneğin yiyeceğin dünyaya bakan yönü bedeni doyurmaktır ama Yaratana bakan yönü ise bu yiyeceklerdeki merhameti, ikramı, şefkati görmek ve bütün bunları Yaratana atfetmektir. İnsan bunu yapıp yapmamakta hürdür. Ama bunu yaptığı ölçüde insaniyetine uygun davranarak ruhuna gıda verilmesini sağlar. Ruh bütün bu manaların Sahibini tanıyıp Ona şükretmek ister. İnsan bunu irade ettiğinde ise ruhen mesrur olur. Buna zıt davrandığı ölçüde dünyaya dalar ve ruhen manasızlıktan çatlayacak hale gelir. Bu durum, insanın aşağıların en aşağısına doğru yol almayı seçmesinin sonucudur.
İnsanın kendisine verilen duyguların Sahibini tanıması için varlıklar üzerinden gönderilen mesajları doğru okuması gerekir. Bu amaçla, varlıklar ve olaylardaki düzeni fark ederek bunun Yaratıcısına teşekkür etmelidir. Her şeyin Maliki ve Yaratıcısına bunu arz etmelidir. İnsan, kendisiyle birlikte tüm kâinatın var edildiğini ve tüm kâinatın Yaratıcının mülkü olduğunu itiraf ederek şükrünü ifade eder. Buradan hareketle insan, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını sadece iradesini kullanmakla mesul olduğunu idrak eder. Aslında insanın beden ve duygularının var edilmesinde hiçbir rolünün olmadığı açıktır. Fakat bu hakikati çoğu zaman unutur. Benim bedenim, benim duygularım diyerek konuşabilir. Bu konuşmaya izin verilmesi gerçeği değiştirmez. Gerçek olan, insanın aciz ve var edilmeye muhtaç olmasıdır.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Tin– Part 1–11/30/20” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.
Bölümler: 1 | 2 | 3