قَالُوا يَا مُوسَى إِمَّا أَن تُلْقِيَ وَإِمَّا أَن نَّكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَلْقَى
20:65 – (Sihirbazlar:) “Ey Mûsâ! (Sen önce hünerini ortaya) atacak mısın, yoksa önce atan biz mi olalım?” dediler.
Sanki tarafsız, peşin hükümsüz, kendilerine güvenen bir tavır ile Hz Musa’ya muhatap oluyorlar. Dikkat etmek gerekir. Yaratıcısına izafe etmeden varlık alemini izah ettiklerini iddia eden “felsefeciler” veya “bilim yorumcuları” şöyle rahat rahat konuyu ele almak için belli bir tavır sergilerler: “Şimdi bakalım din ne diyor? Din diyor ki, ‘Allah kainatı yarattı.’ Peki, Allah’ın kainatı yarattığını gördüler mi, laboratuvarda izlediler mi? Bunlar peşin hükümlerdir. Cahilliklerinden, eşyanın nasıl çalıştığından haberdar olmadıkları için, ‘Allah’ deyip işi tembelliğe vuruyorlar. Biz ise, insanlık için faydalı olacak malzemeleri üretmek için kainatı inceliyoruz, size bir çok teknoloji aleti de kazandırdık, şimdi daha rahat yaşıyorsunuz vs.”
Bu argümanların arkasında çok basit dil oyunları var. Bunları anlamak için önce bizim Kur’an’ı okuma usulüne dikkat etmemiz gerekir. Kur’an, Allah adına konuşur ve “Kainatı yaratan Benim, yani Allah’tır” der. Kur’an’a muhatap olanlar ise, bu mesajı inceleyip, araştırıp, doğruluğunu tasdik edecek bir aşamadan geçmeleri gerekir. Kur’an okuyucularının görevi, Kur’an’ı taklit etmek değil, tasdik etmekdir. Nasıl tasdik edecekler? Kainatı inceleyerek gözlemledikleri varlıkların varlık kaynağını araştıracaklar, sorgulayacaklar. “Şu gördüğüm şeyi (her ne olursa olsun) o şeyin parçacıkları var edebilirler mi?” diye soracaklar. Bu varlıktaki özelliklerin kaynağı, o varlığın düzeni içinde bir önceki aşamada var edilen bir başka şey olabilir mi? diye soracaklar. (Bu usul özellikle Risale-i Nur tefsirlerinde çok hassas bir şekilde uygulanmaktadır. O kitaplardaki yaklaşımı dikkatli bir şekilde çalışmak gerekir.)
Böyle bir incelemeden sonra ulaştıkları sonuç: “Bir varlığın varlık nedeni, o varlığın varlık kaynağı, düzen içerisinde kendisinden önce var edilen bir başka varlık olamaz. O halde hem kendisinden önce var edilen ve hem kendisinin parçacıkları, o şeyin varlık nedeni olamaz.” Yani, basit bir örnek ile su veya güneş ışığı bir bitkinin varlık nedeni olamaz. İradesi, ilmi, gücü vs yok ve su da zaten düzen içerisinde var edilmeye muhtaç bir varlıktır. Bitkideki bitki olmasını gerektiren hiç bir özellik suda yoktur. (Kur’an’ın ifadesiyle, “La ilahe!”) Böyle bir incelemeden sonra, o halde bu düzeni, içindeki her bir varlık ile birlikte varlık alemine getiren, kainatın düzenine tabi olmayan, onun bir parçası olmayan bir Varlık olması gerekir. (Yine Kur’an’ın ifadesiyle, “İllallah!”) Yani, “Allah kainattı yarattı” diye iddia ederek değil, “Kainatın, kainat cinsinden olmayan bir Yaratıcısı olması aklen, insaniyeten zorunludur” diye konuşmak gerekir.
Fakat, “Allah kainattı yarattı” ifadesini inandığını iddia edenler dikkatsizce kullanır. Allah’a imanı reddedenler ise kasıtlı bir biçimde aynı ifadeyi kullanarak Allah’a inancı “akıl dışı” göstermeye çalışırlar. “Kainatı Allah yarattı” ifadesi böyle bir usûl hatasını taşır. Ve inanmak istemeyenler de bu ifadeyi istismar ederler. Dikkatli olmak gerekir.
قَالَ بَلْ أَلْقُوا فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِن سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَى
20:66 – Mûsa dedi: “Hayır, siz atın!” Bir de ne görsün! Onların ipleri, sopaları, yaptıkları büyüler yüzünden, kendisine gerçekten koşuyorlarmış hayalini verdi.
İnkarcılar konuştukları zaman, iddialarında öyle emin gibi görünürler ki, hatta sanki bütün diğer alternatiflerin hiçbir değerinin olmadığını ispat etmiş, sergilemiş edasıyla tezlerini sunarlar. Fakat demezler ki, “Bu benim şahsi yorumumdur.” Kesin laboratuvar veya bilimsel hesaplamalar, matematiksel değerler ile, inkarı mümkün olmayan “gerçekler”miş gibi konuştukları için, dinleyenler, sanki bunda bir hakikat varmış zannederler. Özellikle bu devirde teknik kelimeler kullanarak dinleyenleri aşağılayan, “Siz bunları bilmezsiniz, bu işin uzmanı biziz,” demeye gelen sahtekarlıkları var ya, işte bu kelimeler insanları aşağılık kompleksine sokuyor. Cahil, avam durumunda görünmemek için söylenilenleri onaylayan ve böylece “bilginler” safında olan kişi imiş gibi görünmeyi tercih ettiriyor. Sanki bir bildikleri, gördükleri, emin oldukları bir sonuç varmış zannettiriyorlar.
فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُّوسَى
20:67 – Mûsâ birden, içinde bir endişe duydu.
Bir an için Musa as da, “Acaba gerçekten bir hakikate mi dayanıyor bu söyledikleri, iddia ettikleri şey?” diye düşünmeye başlıyor. Bu da insanî bir tavır, evet, düşünmek lazım. Hemencecik gerekçesiz reddetmek insana yakışan bir tavır değildir.
قُلْنَا لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى
20:68 – “Endişe etme, sen muhakkak daha üstünsün” dedik.
İnsanın Yaratıcısı, insanı hem hak ile batılın farkını idrak edecek özellikte yaratır ve hem de insana yaptığı Rehberlik Konuşmasında (Peygamberlere vahiy göndererek) doğru ile yanlışın nasıl ayırt edilebileceğini (Furkan) öğreten deliller gönderir. Bu iki özellik birlikte çalışır. Burdaki İlahî ikazı yalnızca Peygamberlere gönderilen vahiy olarak anlarsak, kendimiz için fazla bir şey ifade etmez. Yalnızca, “Peygambere vahyedilmiş, biz de bu vahyi takip etmemiz lazımmış” deriz ve vahyi taklide başlarız. Halbuki vahiy taklit edilmek için değil, tasdik edilmek için gönderilir.
İleriye sürülen inkarcı iddiaların doğru olup olmadığını, meselenin özüne inerek sorguladığımızda, kolayca anlarız ki, hiçbir şey bir başka şeyin varlık nedeni olamaz. Yani, etken faktör olamaz. Yani, sebebler yalnızca kainattaki düzenin gereği birbirine yapışık gibi görünürler. Halbuki, sebeblerin etkisiz olduğunu anlamak çok zaman almaz. Sebep diye bildiklerimiz de (sihirbazların – şimdiki çağda bilim adına konuşanların – ipleri, sopaları, teknik terimleri, iddiaları, kişisel yorumları) aslında kendileri de var edilmeye muhtaç, kainattaki düzene uymak zorunda olan yaratıklardır. Bunu anlamanın bir insan için çok zaman almaması gerekir. Insan, insanî kabiliyetlerini önceden şartlandırılmaksızın kullandığı anda hemencecik farkediverir yanlışın, göz boyamacılığın nereden kaynaklandığını.
وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى
20:69 – Sağ elindekini at, onların uydurdukları şeyleri yutacaktır. Onların yaptığı bir büyücü planından ibarettir. Büyücünün ortaya koyduğu şeyler başarıya ulaşamaz.
”Sen bir insansın, senin fıtratına yerleştirdiğimiz özelliklerinle onların ileriye sürdüğü iddiaları bir değerlendir, hemencecik anlayacaksın ki, bu bir psikolojik etkileme olayıdır. Hiçbir gerçeği ifade etmez. İddialarının sun’î, yapmacık, uydurma yorumlardan ibaret olduğunu anlaman senin için hiç de zor olmayacaktır.” Peşin hükümlü inançsızların yorumları, eninde sonunda boşa çıkacak, bir hakikati ifade etmedikleri anlaşılacaktır. Yeter ki, hiçbir peşin hükme kapılmadan, Yaratıcımızın bize kullanmak üzere emanet ettiği insaniyetimizdeki aletlerimizi hürce kullanalım.
Hangi teori, hangi bilim dalı, hangi meşhur edilmiş “bilim adamı” veya “filozof” olursa olsun, inkarcı tavır nereden gelirse gelsin sen “sağ elindekini” yani “fıtratını” hür bir şekilde kullanırsan doğruyu ve yanlışı rahatlıkla ayırt edebilirsin. Yaratıcımızın vaadi budur. Yeter ki, inandığını söyleyenler de peşin hükümle “Biz inanıyoruz” deyip geçiştirmesinler. İnançlarının nedenlerini araştırsınlar, karşı iddiaların yanlışlık gerekçeleri üzerinde düşünsünler.
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى
20:70 – Sonunda sihirbazlar: “Biz Musa ve Harun’un Rabbine inandık” deyip secdeye kapandılar.
Kendilerinin uydurdukları yorumlarının gerçek yaratılış aleminde hiçbir delili olmadığının farkında olan inkarcılar, insan fıtratına uygun bir anlayışla karşılaşınca, söyleyecekleri hiçbir şey kalmadı. Açıkça olmasa bile vicdanlarında biliyorlar ki, bu peşin hükme dayanan (iddiacılığın, dindarlara karşı takınılan aşağılayıcı tavrın sonucu) yorumlarının hiçbir değeri olmadığı itiraf etmek zorunda kalırlar.
Not: Artık çok uzadı, siz de kendiniz böyle bir “Peygamber menkıbesi” okumasına devam edebilirsiniz. Benim niyetim usulü uygulamaya koymak ve bir örnek ile sergilemek idi. Ancak böylesi bir okumadan sonradır ki, Said Nursi’nin neden derleme kitabına “Asa-yı Musa” ismi verdiğini daha iyi anladım. Bu kitabı bir de bu gözle okumak lazım.
Diğer Bölümler: 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7