إِلَّا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّـٰلِحَـٰتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُون
95:6. “Ancak iman edip salih ameller işleyenler ayrı. Onlar için kesintisiz bir ecir vardır.”
İnsan, inancını tesis etmek için deliller aramaya başladığında kendi gerçekliğini de kabul etmiş olur. Bu gerçeklik insanın, var edilmeye muhtaç olması ve hiçbir var edilişte kendisinin bir etkisinin olmamasıdır. Ayrıca kendindeki tüm özelliklerin ona verilmiş olması da bu hakikatin bir başka yüzüdür. İnsan kendi kendini aşk, sevgi, merhamet, zarafet ve şefkat gibi harika niteliklerle donatamaz. Bunların hepsi bütün varlıkları var eden Yaratıcı tarafından insana bahşedilmiş olmalıdır. Her hayvanın kendine has duyguları vardır. Bu duygularla birlikte, belirli bir ölçüde insanınkine benzer özellikler de verilir. Ancak insanınkine kıyasla bu özellikler sınırlıdır. Örneğin, kedinin ne hissettiğini bilmeyiz ama ürkmek, hoşlanmak ve hoşlanmamak gibi belirli davranışları gerçekleştirmek için gerekli niteliklerin ona verildiğini biliyoruz. İnsanlar onların düzenini bozmadıkça yaratıldıkları düzene uyarak yaşarlar. Hayvanlara nispeten insana çok ileri düzeyde bazı özellikler de verilmiştir.
Seçme özgürlüğü tanıyan bir “irade” ile donatılmış olan insan, verilen özelliklerini yaratılıştaki düzene ve hikmete uygun ve doğru bir şekilde kullanmalıdır. İnsanın insaniyeti ona verilmiş olan merhamet, adalet, ilim ve hikmet gibi bütün özelliklerin Yaratıcısının gerçek manada bu özelliklere sahip olduğuna işaret eder. İnsan buna dayanarak, bütün bu özelliklerin gerçek Sahibine karşı minnettar olmalı ve yaratılmış olduğu gerçeğini kabul etmelidir. Bu gerçekliğin üzerini örtmek insanın kendisini inkâr etmesi demektir. İnsanın bilinci bu mesajı veriyor. Eğer bu gerçeği kabul ederse o zaman bütün kâinatın Varlık Kaynağının bu kâinatın ötesinde ve yaratık cinsinden olmadığını tasdik eder. Çünkü, kâinatı Var Eden’in özellikleri bu kâinatla sınırlı olamaz yani mutlak olması aklen zorunludur. İnsan, Yaratıcısını tanımak suretiyle kendindeki bütün özelliklerin O’na ait olduğunu ve O’nun izniyle bu dünya şartlarında bunları kullanabildiğini idrak eder. Örneğin, bir baba çocuklarına şefkatle davranır ve onları sever. Baba, bu özelliklerin kendisine Yaratıcısı tarafından verildiğini ve O’nun izniyle böyle davranabildiğini kabul edip dile getirdiğinde hakikati itiraf etmiş olur. Fakat bu özellikleri sahiplenmeye kalkışıp duygularının ve davranışlarının kendine ait olduğunu iddia ederse o zaman gerçekliğini inkâr ederek duygularını kötüye kullanmış olur. Eğer kötüye kullanırsa duyguların varlık amacına da ihanet eder ve duygularının beklentileriyle çelişen bir hayat sürer. Yani kendi gerçeğiyle çelişmenin ızdırabını için için ümitsizlik ile yaşayarak bu tatlı, zevkli hayatı kendisine zehreder. Anlamsızlık içinde sonsuz yokluğa düşme diye nitelediği geleceğinin belirsizliğini unutmak için sürekli gününü gün etme çabasıyla ölümünü bekler.
Bir insan, Allah’a inandığını ve her zaman O’na minnettar olduğunu söylemesine rağmen eğer insani özelliklerini bu inanç ve şükre gerekçe toplamak ve tahkik etmek için kullanmazsa varlık amacına uygun davranmamış olur. İddiası sözde kalır ve zamanla zayıflayarak etkisini yitirir. İnsanın bir amacı varsa buna uygun davranması bilinçli olmanın gereğidir. Örneğin, insan bir ağacı sobada yakmak, bir inşaatta kullanmak veya öylesine canı istediği için kesebilir. Bir ihtiyacı gidermek için ağacı kesmek amaçlıdır ama öylesine kesmek hikmetli olmaz, bizim için anlamsız olur. Yaratma düzeninde ağacı kesmemize izin verilir. Ağaç da diğer her bir varlık gibi bizim yaratılış maksadımızı gerçekleştirmemiz için yaratılmıştır. Onları gereksiz yere kullanmak veya savunmasızlar diye kaprislerimize kurban etmek için kullanırsak hem onların ve hem de kendimizin gerçeklerine ihanet etmiş oluruz. İnsan bilinci bu muhakemeyi mantıklı bulur. Yani amaçsızca kesmek insaniyete uymaz.
İnsaniyet olarak, Hz. Musa örneğinde temsil edildiği gibi Sina Dağı’nda aldığımız vahiy, bize varlık amacımızı ve diğer varlıkların yaratılma hikmetini öğretir. Örneğin, gıdalar beslenmemiz için, hava teneffüs etmemiz için yaratılmıştır. Gıdaya ihtiyacımız olduğunu bilen Yaratıcı onları bizim için var ediyor. Oksijene ihtiyacımız olduğunu bildiği için oksijeni havaya uygun miktarda karıştırarak yaratıyor. İnsaniyete uygun olan bunları sadece faydalı olacak şekilde kullanmak değildir. Onların var edilişlerindeki hikmetleri idrak ederek Yaratıcıya bilinçli biçimde teşekkür etmek ve varlıklarda yansıyan bütün özellikleri O’na atfederek, yine O’nun bir misafiri olduğunu fark etmememiz gerekir. Ancak bu farkındalığın mutluluğu ile yaşamak insani duygularımıza yakışır.
Gıdaları ve havayı yaratılış gayesine uygun kullanmamak onları israf etmek ve varlık gayesinden saptırmak demektir. Böyle yapan insanlar aşağıların en aşağısı olmayı tercih etmiş olurlar. Örneğin, hiçbir insan masum bir çocuğu öldürmez. Bunu yapmak insanın ruhuna, şuuruna terstir. Fakat yaratılış gayesinin dışına çıkarak esfeli sefiline yuvarlanmış olan istisnai kişiler masum bir çocuğu öldürmekten kaçınmaz. “Savaş şartlarıdır, milli menfaatlerimizin gereğidir,” gibi bahanelerle birçok masum insanın öldürüldüğünü bu çağda dahi maalesef görmekteyiz. Ancak bunların da şuuru, vicdanı ve ruhu bunu yapmaması gerektiğini söyler. Bahanelerin arkasına sığınarak böylesi uyarıları dikkate almazlar.
İman edip doğru yolu seçen insanlar yaratılışlarına uyan salih işleri yaparlar. Bunu yapabilmek için de vahyin rehberliğine tabi olurlar. Bu rehberlik olmadan insanların ulaşmaları gereken bir varlık amacı da olmaz. İnsan, vahiy olmadan kendine verilen bunca özelliğin veriliş gayesini bilemez. Bu harika kâinatın var edilme nedenini anlayamaz. Bu nedenle, hayatını nasıl yaşaması gerektiğini bilmesi gerekir. Ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra da devam edecek olan varlığında, mutlu bir hayata ulaşabilmek için Yaratıcısının gönderdiği vahyin rehberliğine ihtiyaç duyar.
İnsanlardan, kendilerine verilen bütün özellikleri Mutlak Bir olan Yaratıcıya ait olarak görenler ve ona göre bu özelikleri kullananlar, varlık gayesine uygun davrananlar, kendileri ve diğer varlıklarla sulh içinde yaşayabilenler, kesintisiz ecirle mükâfatlandırılır. Bunun için cenneti beklemek şart değildir. Zira, Yaratıcısını tanıyan ve bütün özelikleri O’na atfeden bir insan, sonsuz huzur ve mutluluğu bu hayattayken yaşamaya başlar. Alışılmış din anlayışı, genellikle salih amelleri birkaç çeşit hayır işi ve ibadete indirger. Sadaka vermek, cami yapımına yardım etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek, alkol kullanmamak ve domuz eti yememek bunların başlıcalardır. Bunları ifa etmek tabii ki iman ve inancın gereğidir. Ama dini sadece bu fiillere hasretmek meseleyi tamamen yanlış anlamış olmaya delalet eder. Bu fiiller önemli olmakla beraber bunların arkasındaki düşünce ve anlayışın kâinat, vahiy ve sünnet ile şekillenmiş olması şarttır. Aksi halde, bütün bu fiiller gelenekselleşmiş ahlak kuralları gibi algılanıp uygulanmaktan kurtulamaz. Bu ahlak kuralları ise çoğunlukla sorgulanmadan, büyüklerden nasıl görüldüyse öyle yapılagelen ve uyulan alışkanlıklardır. Oysa din insanı, her zaman mesajın özüyle canlanıp yenilenmeye teşvik eder. Bunun başlangıç noktası ise insanın kendine verilen özelliklerin Sahibini tanımasıdır. İnsan, kendisine verilmiş olan bütün özelliklerin Varlık Kaynağının onların gerçek Sahibi olduğunu anlamaya başlayınca kendi gerçekliğini de fark eder. Her zaman var edilmek suretiyle sonsuz nimetlere ulaştırıldığını anlar ve bunların Varlık Kaynağına minnettarlık duyar. Bu nimetler ve özelliklerin aslında Varlık Kaynağını tanıtmak için kendisine verildiğini idrak eder. Dinin aslı, insanın kendisini ve bütün varlıkları Var Edeni tanımasıdır. Bu amaçla insan, aşağıdaki aşamalardan geçerek varlıkları sorgulamalıdır:
• Adım 1: İnsan olarak kendindeki özelliklerin verilmiş olduğunu fark etmek.
• Adım 2: Bu özelliklerin kâinattaki yansımalarına şahitlik etmek.
• Adım 3: Günlük hayattaki yaşantılarda, insani özellikleri aracılığı ile ilişki kurduğu tüm varlıklarda görülen özelliklerin aynı Yaratıcı tarafından verilmiş olduğunu bilerek davranmak.
İnsan, kendisinde ve tüm varlıklarda tezahür eden özelliklerin Sahibinin bütün kâinatın Varlık Kaynağı (Allah) olduğu sonucuna ulaştığında onları sonsuzla irtibatlandırmış olur. Yani, adeta bir sayıyı sonsuzla çarpmak gibi değerini sonsuza katlar. Çünkü herhangi bir özelliği Gerçek Sahibine atfetmek ve onu sahiplenmemek demek, onu Mutlak Olana bağlamak demektir. Mutlak Olan, kâinatla sınırlı olamaz. Sonsuzdur diye nitelememiz şarttır. Örneğin, etrafta olan biteni görmek Yaratıcının görme özelliğini vermesiyle mümkündür. Yani insan, Yaratıcının görme özelliğini vermesiyle görebildiğini idrak etmeli ve görmesinin Onun izniyle gerçekleştiğini kabul etmelidir. Bu, önemli bir başlangıç noktasıdır. Yaratıcı, görme yeteneği üzerinden Kendini insana tanıtıyor. İnsanın görmesinin Varlık Kaynağı ne göz ne ışık ne de bir başka sebeptir. Bütün bu sebepleri ve varlıkları Var Eden görmeyi de var eder. Bize görme özelliği veren Yaratıcı, Kendisini bütün sebeplerle birlikte görmeyi Var Eden Bilinçli Bir Varlık Kaynağı olarak tanıtıyor. İnsan, bu dünya şartlarında görmeyi sadece belirli koşullarda ve kısa bir süreliğine tecrübe ediyor. Bu görme tecrübesi insana, görebilmeyi Var Edenin görme özelliği olduğunu öğretmekle birlikte, Varlık Kaynağının görmesinin Mutlak yani sonsuz olduğunu da öğretiyor. Bu hayatta görmeyi Var Edeni tanıyan ve bu özelliği Ona atfedebilen bir insan, yeni bir hayatta ebedi görmeyi tecrübe edebilecek biçimde yaratılacağından emin olur. Çünkü bu dünya hayatı gösteriyor ki burada görmeyi Var Edenin Mutlak yani sonsuz var edebilme özelliğine sahip olması şarttır. Bu özellikteki Bir Varlık Kaynağı ebedi hayatı ve dolayısıyla ebedi görmeyi de var edebilir. Zira, kendisi Mutlak Varlık Kaynağıdır. O’nun için bir an ile ebediyeti yaratmak aynıdır. İkisini de var edebilir. İnsanın kendisi ve kâinat buna şahittir.
Bir düşünelim, nasıl oluyor da görüyoruz? Gerçek şu ki, gören göz değil ruhtur. Hayat ayrıdır, ruh ayrıdır. Beden canlılığını koruyamayacak duruma geldiğinde hayat özelliği o bedende tecelli etmez. Yaratılış düzeninin kuralı budur, Yaratıcı böyle bir düzen kurmuştur. Canlılık özelliğini kaybeden beden Ruh tarafından kullanılamaz hale geldiği için de Ruh da bedenden ayrılarak yaratılır. Beden bu dünyada yaratma düzeni gereği geldiği yer olan toprağa döndürülür. Ruh da geldiği aleme döndürülür. Ruh alındığında, yani insan öldüğünde gözler görmez olur. Bu kâinat şartlarında görebilmek için insanın bedenindeki gözler sadece bir araç olarak kullanılır. Bu nedenle, görebilme özelliği ruh yani insan tarafına aittir. Gözler ise madde yani beden cihetine aittir. Sanki bilinçli insan elinde kullanılan bir teleskop ve mikroskop gibi bir alettir. İnsan ruhu bedenden uzaklaştırıldığında artık gözler görmez. Bu görebilme özelliği, Yaratıcısının mutlak görme özelliğine sahip olması gerektiğinin kanıtıdır. Aksi halde, yaratıcı olamaz. Yani mutlak gören ve var eden bir Varlık Kaynağı görebilmeyi var eder. İnsandaki tüm özelliklerin veriliş gayesinin temel amacı bu sonuca ulaşmaktır. Bu sonucu görmeye uygulayan bir insan, Kur’an’ın ifadesiyle takvaya uygun davranmış olur. Takva, görebilme ve diğer tüm özellikleri Gerçek Sahibine atfetmek ve onları kendine ait sanmamak, tesadüf veya maddi sebeplerin ürünü olarak görmekten sakınmaktır. Konumuz olan ayet, kesintisiz mükâfata mazhar olacak bu insanları “iman eden ve imanının gereği olanı yapan, yani salih amel işleyenler” olarak tanımlamaktadır. Yani, görebilme özelliğinin Gerçek Sahibi onu Var Edendir. Gözlerimizi bunu görebilecek biçimde kullanmalıyız. Ancak bu şekilde gözler, yaratılış gayesine uygun biçimde kullanılmış olur. Yaratılış gayesi ise o gözleri Yaratan’ı tanıyıp, Ona teşekkür edip, kesintisiz olarak görme imkânı verecek olanın da yalnızca O olabileceğini kabul edip, kendi gerçeği ile çelişmeden görme özelliğini kullanmaktır. Yaratıcı, bu dürüstlükle gözlerini kullananları müjdeleyerek onlara ebediyen görme özelliğine ulaştıkları bir hayat vereceğini Kendisinin Sonsuzluğunu tanıtarak insana vadetmektedir.
Geleneksel anlayışta salih ameller, genellikle alışılmış dini görevler veya dindar davranışlar olarak bilinir. Bunların arkasında yatan inancın ve bilincin ne olduğu ikinci plandadır. Oysa insan olarak bize verilmiş olan bütün özelliklerimizi Yaratıcıyı tanımak için kullanmamız gerekir. İman ancak bu şekilde tesis edilebilir. Aksi halde salih ameller, neden yapıldığı pek önemsenmeyen davranışlara dönüşür. Kültürel manada dindar olanlar, insani özelliklerin Mutlak Bir Yaratıcıya ait olduğu gerçeğini tasdik ederler. Ama bu tasdik pratik hayatta pek etkili olmaz. Örneğin gözlerin veriliş gayesi sadece harama bakmamak veya insanların kusurlarını görmemekle sınırlıdır. Harama bakmamak veya insanların kusurlarına odaklanmamak doğru bir eylemdir. Ama sadece bununla sınırlı kalmak doğru değildir. Kur’an, başka insanlar hakkında konuşmayı veya ayıplarını araştırmayı yasaklar. Bununla birlikte, esas önemli olan, insanın kendisine verilen tüm özelliklerin Yaratıcıya ait olduğunu ve bunların Yaratıcıyı tanımak için birer araç olarak kullanılması gerektiğini bilmesi ve ona göre davranmasıdır. Buna iman denir. Bu bakımdan bu ayet, iman edip salih amellerde bulunanları yani kendilerine verilen bütün özelliklerin Yaratıcıya ait olduğunu kabul ederek buna uygun biçimde yaşayanları ayrı tutuyor.

Bu istisnaya tabi olmak için iman edip salih amellerde bulunmak gerekir. Bunun için önce inanç veya iman tesis edilmelidir. İnsan kendine verilen bütün özelliklerin neye, niçin inanması gerektiğini bilmek için birer araç olduğunu fark etmelidir. Daha sonra bu özelliklerin Varlık kaynağını araştırmalıdır. Bu Kaynak, tanım gereği kâinat türünden olamaz. Çünkü kâinat türünden olan bir varlık var edemez. Bu Varlık Kaynağı, Kur’an’a göre insan zihninde tasavvur edilemez olan Yaratıcıdır. Yaratıcıyı mükemmel bir şekilde tanımak ve tasdik etmek için insani tüm özelliklerin kullanılması gerekir. İnsan, mümkün olduğunca bunun için çalışmalıdır. Her işin, eylemin bu amaca bakan tarafları vardır. Yaratılış gayesine uygun davranışlar özellikle bu amaca matuftur. Allah’a inandım demekle insani görevimiz bitmez. Ya da sadece tek bir Allah olduğunu ve Peygamber’in (SAV) O’nun elçisi olduğunu söylemekle iman etmiş olmayız. Bu ancak bir başlangıçtır. Bunu ifade ettikten sonra bu anlayışı fiiliyata geçirmek gerekiyor. Yani imanın amelle desteklenmesi gerekiyor. Bu nokta Kur’an ve sünnette sıkça vurgulanmaktadır ve insanın gerçeği de inandığına göre yaşamayı zorunlu kılar. Bu iki öğe, yani iman ile salih amel birbirinden ayrılamaz. Örneğin, imanın bir gereği olarak bakılmaması gerekene bakmamak lazım. Yoksa bir yasak veya alışkanlıktan dolayı değil. Fakat önce iman ile bakma eğitiminden geçmek gerekiyor. Mesela, bir varlığa onun Yaratıcısının özeliklerinin tecelli ettiği bir “şahit” olarak bakmak, iman ile bakmak demektir. O varlığa böyle bir anlayışla bakmamak ve muamele etmek “haram” bir bakıştır. İman, amelden ayrılamaz ve hayatimizin her alanına yansır. Adeta biri diğerini gerektirir vaziyettedir. Yaratıcının mutlak görme özelliğine sahip ve her şeyi gören olduğunu idrak eden ve bundan emin olan yani buna iman eden bir insan, gözlerini yanlış yerlere çevirmez. Harama bakmamak ve eşyaya haram olan bir bakışla bakmamak ve fakat Yaratıcının o eşyada yansıyan özelliklerini gözlemleyerek bakmak imandan kaynaklanır.
İman esasına dayanan kesintisiz ecir anlayışı Varlık Kaynağını tanıma biçimiyle alakalıdır. Ecir, bu hayattayken yaptığımız belirli emir ve yasaklara uyma biçimindeki fiillerin karşılığı olarak anlaşılırsa çok dar kapsamda kalınmış olur. Ecri, iyi ve güzel davranışların ödülü biçiminde anlamak doğru olmakla birlikte, esasında ecir anlayışını Varlık Kaynağıyla irtibatlandırmak gerekiyor. Örneğin, görme özelliğini var eden, bütün varlıklara görme özelliği verebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü hiçbir varlığın kendi kendine görme özelliği verme gücü ve bilgisi yoktur. Öyleyse görmeyi Var Edenin kâinattaki varlıklar gibi olmaması yani Mutlak olması lazımdır. Bu durumda görme özelliğini var etme kudreti de sonsuz olur. Böylelikle tüm varlıklara görme özelliği verebilir. Bu anlayışa ulaşan bir insan için artık dünya şartlarından çıkmanın veya dünyada bulunmanın ve ona bağlı olarak görmenin Varlık Kaynağı ebedi biçimde var edebilen, her daim var olan ve görme özelliği olan bütün varlıkları görebilir biçimde yaratandır. Öyleyse sadece bu dünya şartlarında değil, bunun ötesinde de insanı görebilir biçimde var eder. Çünkü kudreti ve yaratma özelliği mutlaktır. Bu durumda insan sonlu kâinat şartlarının ötesinde ebedi olarak görür biçimde var edilmekten emin olur. Bu emniyet ve itminan hali, mümin insana sonsuz huzur ve mutluluk yani ebedi ecir verileceğinin habercisidir.
Kur’an’ın ilk muhatabı olan insanlar için ebedi hayat diye bir kavram yoktu. Öldükten sonra yok olacaklarını sanıyorlardı. Buna rağmen, ebedi hayattan söz eden Peygamber’e (SAV) “ölmüş atalarımızı tekrar hayata döndürebilir misin?” diye soruyorlardı. Çoğunlukla, bencil ve gururlu tutumlarından vazgeçmiyorlardı. Yaptıkları iyilikleri de bu gururu desteklemek içindi ki, Peygamber (SAV) insanın yalnızca Yaratıcısı adına kendindeki duyguları kullanması gerektiğini öğreten bir mesaj ile geldiğinde şiddetle itiraz ettiler. İstedikleri her şeyi yapabileceklerini zannedecek kadar, var olma biçimi ve yaratılıştan gafil idiler. Oysa hiçbir insan, tamamen bağımsız olduğunu ve varlığının kendi iradesine bağlı olduğunu iddia edemez. Bütün insanlar, evrenin düzenine tabi olmak zorundadır. Evreni ve ondaki düzeni Var Eden, insanı da Var Edendir. Aksini savunan yani ben istediğimi yaparım ve varlığıma kendim yön veririm diyen insan, esfeli sefilin (aşağıların en aşağısı) düzeyine düşer. Çünkü, kendisine verilmiş olan akıl, vicdan ve bilinci yanlış biçimde kullanarak paha biçilmez kıymetteki bu özellikleri bir hiç uğruna harcamış olur. Yani varlığının manasız olduğunu zannederek hiçbir amaç için yaşamadığını kabul etmiş olur. Bu özellikleri, Var Edene atfederek O’nu tanımak ve tasdik etmek için kullandığında ise ebedi verebilen Mutlak Yaratıcının mükâfatına kavuşur.
Kültürel din anlayışı, bu hayattan sonra ahiret denilen bir hayatın olacağından söz eder. Bir hayattan sonra başka bir hayat söz konusudur. Bunun insana mantıklı gelmesi ancak kâinatın Varlık Kaynağı için yapılan tarife bağlıdır. Eğer Varlık Kaynağı kâinat türünden değilse ve tüm özellikleri mutlak yani sonsuz ise o zaman öldükten sonra insanları tekrar diriltmesi ve yeni bir hayat biçimiyle var etmesi akla ters gelmez. Çünkü zaten bu kâinat şartlarındaki var etme biçimi O’nun yaratıcılık özelliğinin mutlak olduğunu yani zerre ile küreyi aynı kolaylıkta yaratabildiğini gösteriyor. Öyleyse bir insanı veya bütün insanları yeniden yaratmak O’nun kudreti karşısında aynı kolaylıktadır. Tıpkı çok küçük bir sayı ile çok büyük bir sayının sonsuz karşısında aynı olması gibi fark etmez. Sayı ne kadar küçük veya büyük olursa olsun sonsuz olamaz, sonsuz ile kıyas edilemez. Çünkü varlık türleri farklıdır. Kâinat ve tüm varlıklar da Yaratıcıya göre var edilmeye muhtaç olan varlıklardır. Yaratıcı ise var edilmeye muhtaç olamaz. Aksi halde, yaratamaz. Varlık türü farklıdır. Yaratıcıyı bu şekilde tanımladıktan sonra, öldükten sonra dirilme ve ebedi bir hayatın verilecek olması insana gayet mantıklı gelir. Bu sonuçlar ise ancak bu dünya şartlarında girilecek olan bir iman eğitimi süreciyle elde edilir. Ebedi hayatın ne olduğuna dair anlayış ve inanç bu hayattayken şekillenmeye başlar. İnsan, kendisi ve tüm varlıkları Var Eden mutlak Yaratıcıyı tanıdığı kadarıyla ebedi hayatın ne olduğunu bu hayattayken idrak edebilir. Buna bağlı olarak hayatı ve ölümü anlamlandırabilir. Yaratıcının mutlak hayat kaynağı olduğunu idrak ettikten sonra insan, öleceğini kesin olarak bilmesine rağmen ölümden korkmaz. Çünkü Hayatın ve Varlığın Kaynağı yani Yaratıcı mutlak olarak vardır. O her daim var olduğuna göre, insanın varlığını devam ettirebilir demektir. İnsana hayat vererek kendisinin hayatın Varlık Kaynağı olduğunu gösteriyor. İnsana bu özelliğini tanıtıyor. İnsanın şu an yaşadığı hayat, Yaratıcının var ettiği hayattır. Demek ki O, hayat verendir ve hayatı devam ettirendir. İnsan bu farkındalığa ulaştığında, hayatını doğru biçimde yaşamış ve kendisinin Yaratıcıya ait olduğunu anlamış olur. Aksi halde, tesadüfler veya doğal sebeplere varlığını dayandırmak demek hayatı yanlış anlamak ve kullanmak demektir. Tıpkı bir tohumun toprak altındayken bakımının yapılmayıp su ve ışıktan mahrum bırakılması sonucu çürüyüp kararması gibi insan da böyle yaptığında hayatı kararır.
فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِٱلدِّينِ
95: 7. “O halde, sana dini yalanlatan nedir?”
Din kelimesi anlam bakımından farklı biçimlerde yorumlanabilir. Genellikle din denildiğinde öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme anlaşılmaktadır. Fakat aslında din kelimesi köken itibariyle borç manasına gelmektedir. Neyin borcu? Bize borç olarak verilen nedir ki geri istensin? Kısacası teşekkür borcudur bizden istenen. Yani insan olarak var edilme ve sonsuz özelliklerle donatılarak yaşatılmaya karşılık duyulan minnet ve teşekkür duygusudur borç olan. Bu borcu ödemenin yolu ise Yaratıcıyı tanımak ve tasdik etmekten geçer. Yaratıcı, insana bahşetmiş olduğu bütün bu özellikleri nasıl kullandığı ve ne sonuca ulaştığını sorar. Tıpkı bir öğretmenin bütün bir sene boyunca öğrettiklerinin karşılığını sınavda istemesi gibi. Yani, öğretmenin öğrencilerine neyi ne kadar öğrendiklerini sorması gibi bir eğitim sürecinin insana kazandırdığı üründür din. Dini sadece yeniden diriltilme ve hesap günü olarak algılamak sınırlı kalır. Din, insanın gerçekliğidir. Örneğin, görme özelliği bütün insanlara verilmiştir. Kör bir insanda bile görme hissiyatı vardır fakat bedenindeki gözü bazı kusurlar nedeniyle diğer insanlar gibi göremez. Görme hissinin bu şekildeki varlığı onun Varlık Kaynağı hakkında ipucu verir. Görme özelliği bu dünya şartlarında olmasa da var olmaya devam eden niteliktedir. Demek ki onun Varlık Kaynağı bu dünyayla sınırlı değildir. Bu durum, görmenin Varlık Kaynağının sınırsız yani mutlak görme gücü ve özelliğine sahip olması gerektiğini gösterir. Bu sonuç, insanın ulaşacağı mutlak gerçektir. Görme özelliğinin Varlık Kaynağı bu kâinat şartlarında görülmez. Işığın, havanın da varlığından eminiz ama onları fiziken göremeyiz. İnsanın gerçekliği, her varlık türünü bu dünya şartlarında göremeyeceğini gösterir. Görememesi, onların yokluğu manasına gelmez. İnsanın kavrayabildiği gerçeklik sınırlıdır fakat mutlak gerçeklik bu sınırlara tabi değildir. Mutlak görme gücü ve özelliği olan Yaratıcının görmesi ile insanın görmesi bu bakımdan farklıdır. Fakat bu sınırlı görme özelliğinin Varlık Kaynağı mutlak yani sonsuz olmalıdır ki bu özelliği yaratabilsin. Asıl gerçeklik budur. Din, bu gerçekliğin farkına varmaktır. Bu yüzden materyalist filozoflar, mutlak yani asıl gerçekliğin bu dünya şartlarında var olmamasından dolayı, kendi tanımlarına göre de mutlak gerçeklikten bahsetmenin mümkün olmadığını savunurlar. Bir bakıma kâinatın varlık kaynağının gerçekliğini inkâr ediyorlar. Çünkü onlara göre bu kâinatla sınırlı göreceli gerçekliğin dışında bir gerçek yoktur. Kâinat, bu sınırlı şartlar içerisinde oluşmuştur. Bu görüş, kendi içinde tutarlı görünür. Fakat gerçek şu ki, bu sınırlı varoluş biçiminin Varlık Kaynağının özelliklerinin sonsuz yani mutlak olması akli bir zorunluluktur. Bundan dolayı o Kaynağın kâinatı zorluk çekmeden, tereddütsüz, sorunsuz, kesintisiz ve mükemmel bir şekilde değiştirerek sürekli yaratmakta olduğunu her insan görmekte ve deneyimlemektedir. Varlık Kaynağı mutlak olmalıdır, aksi halde tüm var edilişler aynı anda gerçekleşemez.
İnsan, Yaratıcısını tanıyabilecek özelliklerle donatılarak mükemmel biçimde yaratılmıştır. Bu özellikleri kullanarak Yaratıcısını tanıyan ve bu farkındalıkla yaşayan bir insan, insani kapasitesini kabiliyeti haline getirip uygulamaya hazırlar. Bu hazırlık onun, sonsuz olan Yaratıcısının sonsuz yaratılıştaki tecellilerini, yansımalarını kavrayabilecek hale gelmesini sağlar. Cennet bu demektir. Böyle bir hazırlığı reddedenler ise kullanılmamış bir yeteneğin ölümle birlikte bedende kalıp çürümesini kabul etmiş olurlar. Mesela her insanda matematik öğrenme yeteneği vardır. Eğer bir insan matematik adına hiçbir şey ögrenmeden ölürse artık ebediyen matematik adına hiçbir şeyi anlamayacak biçimde hayatını bitirmiş olur. Yaratıcının tecellilerini sergilediği yeni ve sonsuz yaratılışta böylesi bir kimse tamamen mahrumiyet, anlama kapasitesinden yoksunluk yaşar ki buna da Cehennem denir. Demek ki insan bu özellikleri kullanmayıp sadece bedenin ihtiyaçları için çalıştığında aşağıların en aşağısına doğru yol alır. İnsan, bu kâinat şartlarında tekâmül veya tedenni etmeyi seçerek bir eğitim sürecinden geçer. Bu bakımdan din, aslında bir eğitim sürecini seçerek oradan mezun olmak ve mezuniyet derecesine göre varlığının bedelini şükür veya küfür ile sonuçlandırma biçimidir. Her şey çok açık ve net biçimde insan için ayarlanmış ve insan bu dünya hayatında bu eğitim süreçlerinden birini seçmekte hürdür. İnsanın bu gerçekliği yalanlanamaz niteliktedir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Tin– Part 2–12/07/20” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.
Bölümler: 1 | 2 | 3