Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu (28. 01. 2023) yapılan Divan-ı Harb-i Örfî dersinde, “hürriyet” konusuyla ilgili olarak önemli bir tefekkür paylaşıldı. Öteden beri felsefe, siyaset bilim, hukuk, teoloji, ahlâk gibi birçok alanda tartışma konusu olan hürriyet, çok boyutları olan bir kavram. Ancak özellikle iman-hürriyet ilişkisi teorik bir konu olmaktan çok doğrudan pratik hayatımızı ilgilendiren öncelik ve özelliğe sahip. Tefekkürün orijinal halini ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=0JScBJ2qPXg) burada konuyu ana hatlarıyla aktarmak istiyorum.
Ders kayıtlarından anlaşıldığına göre, bir önceki hafta derste şöyle bir cümle geçiyor: “İnsanın hürriyeti Rabbini tanıdığı kadardır.” Bir katılımcı bu ifadenin kendisi açısından çok önemli olduğunu söyleyerek, bu cümlenin açıklanmasını talep ediyor. Bu talep üzerine söz konusu ifadeyi gündeme getirdiği anlaşılan takdimci şu paylaşımda bulunuyor:
“Bizim dünyamızda hürriyet ‘istediğimizi yapabilme’ diye tanımlanır. ‘Ama topluma da zararı olmasın’, o da bir şarttır. Yani ‘başkasına zarar vermemek şartıyla ne yaparsan yap’. Ama mesela ben evimde kendime zarar veriyorum, -diyelim ki- uyuşturucu madde kullanıyorum vs. Veya ben dünyayı, varlık alemini şu şekilde ya da bu şekilde yorumluyorum. Kimseye de bir şey dediğim yok. Kimsenin inancına da karışmıyorum… Biz hürriyeti böyle anladığımız için gerçek insanî hürriyeti insan tanımından çıkartıyoruz. İnsan tanımı; evet insanın bedeni var, yaşıyor. Dünyaya belli bir zaman önce gelmiş, belli bir zaman sonra da dünyadan gidecek. Dünya şartlarında yaşayan varlıklarız. Ama insaniyetimizi tanımlamadığımız takdirde, böyle bir insan tanımı ile gerçekte hürriyetin ne olduğunu anlayamayız. Çünkü bedenim hürdür. Kimse bedenimin hürriyetini sınırlayacak değil. Hayatım da hür. Birisi hayatıma kast etmediği ya da zarar vermediği sürece hayatım da hür; ben de kendimi ‘işte böyle yaşıyorum’ diye tanımlayabilirim. Fakat hürriyet bu değildir. Bir kimse hayatını böyle yaşadığını ifade edebilir, fakat bu hal insanın hürriyetine kavuşması mıdır? Düşünmemiz gerekir.”
“Hürriyet genel olarak nasıl tanımlanır? İnsanın ‘istediklerini’ yapabilmesi özgürlüğü! İşte burada ‘istekler’ konusunun açıklanması gerekiyor. ‘İsteklerimiz’ dediğimizde ne kast ediyoruz? ‘Haa, ben her türlü isteklerimi başkasına zarar vermeden yerine getireyim’ bu mu? Şimdi ‘isteklerim’ denilen şeylerin gerçekte insaniyetimin gerektirdiği duygular olması lazım. Bu duyguların içerisinde insanın irade-i cüz’iyesi var, buna çok dikkat etmek lazım. İrade-i cüz’iye şu veya bu şekilde bir seçim yapabilir. Seçim yapmanın bir şartı var ki, seküler toplumlarda bu şart ihmal ediliyor: İnsanın kendisine de zarar vermeye hakkının olmaması! Neden? Tanım gereği konuşuyoruz. Konumuz insanın varlık kaynağı nedir sorusunun cevabı değil. Bunun için ya inanırsınız ki ‘yaratıldınız’ veya inanırsınız ki ‘yaratılmadınız’, ona göre bir tanım getirirsiniz.”
“İnanmazsanız, bedeninizin olduğu gibi duygularınızın da kendi kendine oluştuğunu düşünürsünüz; anlamsız duygular veya özellikler der, geçer gidersiniz. Fakat eğer kendinizin yani bedeninizin, duygularınızın ve hatta içinde yaşadığınız ve sürekli ilişki içinde bulunduğunuz şu alemin bir yaratıcısı olduğunu, Onun da ancak şu kainatın yaratıcısı olması gerektiğinin zorunluluğuna ulaşmışsanız, o zaman ‘bu bedenin ve duyguların sahibi ben değilim’ anlayışına ulaşmış olursunuz. Çünkü ‘bunlar benim değil, bana verilmiş olan şeylerdir’ dersiniz. İşte insan kendisine verilen düşünme kabiliyeti, tefekkür etme kabiliyeti sayesinde bunu şöyle sorgulamaya başlar: Benim varlık kaynağım nedir, benim hayatımın varlık kaynağı nedir, benim duygularımın varlık kaynağı nedir? Bunları sorgular ve sonra ‘Peki bu duygular bana niçin verilmiş olabilir’ diye araştırmaya girer. Çünkü insan zihni bu soruyu her zaman sorar. Basit örneği ile, mesela birisi size bir hediye verse, ‘bunu kim verdi’ dersiniz. Bu insanî bir sorudur. Ardından bu sorunun zorunlu bir sonucu olarak ‘bunu niye verdi’ diye düşünürsünüz. Bazen çok açıktır niye verdiği, bazen kapalıdır ama o kişi ile aranızdaki ilişkiye bakarak bunu yorumlamak suretiyle çıkartabilirsiniz.”
“Şimdi eğer insan kendisini ‘yaratılmış’ olarak tanımlar da duygularını bu maksatla sorgulamaya tabi tutarsa, ‘duygularının varlık kaynağı olan kimdir’ diye araştırır. Şimdi biz bunu -daha önce yaptığımız araştırmaların sonucu olarak söylüyoruz- ‘bizim duygularımızı şu kainatı yaratan, bizi duygularla donatarak yarattı’ diyorsak, şu sorunun cevabı açık kalıyor: Niye böyle bir varlık ki? Niye bana bu duyguları verdi? Bu duyguların içeriği nedir? Neler gerektiriyor bu duygular? Düşündüğümüzde bunun bir cevabı olması lazım. ‘Dur bakayım, bunlar neyin nesi’ diye duyguların veriliş maksadını incelemek gerekir.”
“Yine -özet itibariyle söylüyorum- insan duyguları hem en mükemmeli istemekte hem de sonsuz tatmini istemektedir. Şimdi bunlar özgürlüğe kavuşmadığı sürece, ‘Evet, ben bunların tatminini ancak bunları verenden bekleyebilirim’ demek zorunluluk arz ediyor. Çünkü tatmin olmayı arzulama kapasitesindeki bu duyguları bu evren içinde tatmin edecek hiçbir unsur görmüyoruz. Dolayısıyla önce tüm evrenin Yaratıcısının idrakine ulaşmak, sonra Onun bunları verebilecek kapasitede olduğunu araştırıp tasdik etmek, sonra da yine ‘Beni ve yarattığı şu evreni nasıl özelliklerle yarattı ki, bana bu duyguları vererek, belli istekler içersinde beni bıraktı, bunun yollarını araştırmak lazım, demek gerekiyor.”
“Kainata bakıyorum, evreni kim yaratmışsa, ne gibi yaratıklar vücuda getirmişse onların tüm ihtiyaçlarını hazırlamış görüyorum. Bana da onların yanı sıra türlü ihtiyaçlar vermiş. Hava ihtiyacı vermiş, ışık ihtiyacı vermiş, yeme-içme ihtiyacı vermiş, düşünme ihtiyacı vermiş, akıl için düşünme malzemeleri vermiş vs… Kainatı çok mükemmel bir şekilde yaratmak suretiyle bana da düşünme imkanları, düşünme özellikleri vermiş. Peki sonu gelmeyen düzeyde ve zaman olarak da sonu gelmeyecek bir şekilde tatmin olmak isteyen duygularım var. Bunlar neyin nesi? Karşılığı var mı kainatta? Yine burada -çok kestirme ve önceden yapılan araştırmalar sonucu olarak söylüyorum-, eğer bir kişi bunları sorgularsa şu sonuca ulaşması insaniyetinin gereğidir: Bunlar sonsuz olarak tatmin olması gerekir ki, bunları bana veren Kaynak kendisinin sonsuz olduğunu anlamak için bunları vermiş, böyle bir donanıma beni sahip kılmış. Kendisi bana Kendini tanıtıp beni davet ediyor. Bu duygular Onun bana bir vaadidir. Bu kilit nokta! Bu duygular o duyguları yaratanın bana bir vaadidir! Yani ‘bak, eğer sen bu duygularının varlık kaynağını tanırsan O, ancak ve ancak O senin bu duygularının tatminini sağlayacak kapasitedir. Ben de sana bu duyguları vermekle seni Kendime çağırıyorum. Beni tanımaya, bu duygularının tatmini için Benim sana verdiğim bu vaattir, bir ahittir, bir söz vermedir. Sen Benden istersen ben de sana vereceğim. Zaten bu dünyada sen hep benden isteyerek, Ben de sana vererek bir ilişki içinde değil miyiz’ diyor. Mesela susadım, su içeceğim. Ne yapıyorum? Durup dururken su gelmiyor ki bana. ‘Ey kainatın yaratıcısı, bana su ver’ diyorum. Bakıyorum su var orada. ‘Beni yaratan o suyu da yaratmış’ diyorum. O suyu içmek suretiyle susuzluğumu gideriyorum. Ne yapıyorum? ‘Ey bu suyun yaratıcısı, benim susuzluğumu Sen yarattın, tatminimin kaynağı da Sensin, ben de şimdi bu suyu içiyorum’ diyorum. Nasıl içiyorum? Onun yaratma düzenine tabi olarak içiyorum. Yani o suyu gidip, kaynağından alıp, ağzıma koymadan tatmin olmuyorum. Ben bu işlerde hep Sana müracaat ediyorum. Senin koyduğun düzenine uymadan ilişki kuramıyorum. Sana müracaat ederken Seninle benim aramdaki ilişkinin temellerini atmış oluyorum.”
“İşte bu şekilde Rabbi tanıyan ve Onunla ilişki kuran kimse hür olur. Ne kendine zarar verir ne başkasına. Kendisini tatmin olmuş olarak bulur ve hürriyetine kavuşur. İnsan ancak sonsuzu isteyen duygularının tatmini ile hür olur. Yoksa ‘ben istediğimi yapacağım’ diye hür olmaz. Çünkü istediğini gerçekleştirmeyi sınırlayan kaçınılmaz bir yaratılış düzeni var. Düzene tabi olmadan insan hiçbir şeyi gerçekleştiremez. Eğer Yaratıcının iradesini, isteğini, Kendini tanıtma isteğini bu düzen ile belirttiğini, bu düzen aracılığıyla insanı Kendisi ile ilişki kurmaya davet ettiğini anlamazsa doğanın düzeninin mahkumu olur ve bu doğa onu anlamsız şekilde yok eder, öldürür. Buna hürriyet denir mi? Bedenin hürriyeti insanın hürriyeti değildir, ölünceye kadar bedenin yaşaması insaniyetin hürriyeti değildir. Her gün ölüme, yok olmaya bir adım daha yaklaştığını bilen bir insan, bugün geçici olarak istediği şekilde bir hayat geçirmekle ne kadar insanın duygularını doyuran bir mutluluk özlemini tatmin edebilir ki?”
Allah razı olsun.