Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (21. 01. 2023) yapılan Risale dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=AURssCRY5mk), Divan-ı Harb-i Örfî’nin okunmasına ve müzakeresine başlandı. Katılımcıların küçük katkıları olmakla beraber daha çok takdimcinin notları, açıklamaları ve yorumlarıyla gerçekleşen derste çok önemli hususların altı çizildi. Gerek yeni bir esere başlanması gerekse müellifin kitabın yaklaşık elli sene sonra yapılan baskısına eklediği aşağıdaki şu cümleler vesilesiyle -kanaatimce- hayatî nitelikte tefekkürlere değinildi:
“Yarım asır evvel tabedilen bu müdafaayı şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kable’l-vuku ile bir nevi ihbar-ı gaybî olarak hayat-ı içtimaîyeyi alakadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi”
Bilindiği gibi söz konusu eserin tam adı “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetmanesi veya Divan-ı Harb-i Örfî” şeklindedir. Bir çeşit okul olarak anılan iki musibetten birisi, müellifin İstanbul’a gelip (1907 sonları) ilgili mercilerden Doğu’da din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı medrese projesiyle ilgili destek talep ettiğinde, -bir dizi olaydan sonra- akıl hastanesine gönderilmesidir. İkincisi ise tarihe “31 Mart Vak’ası” olarak geçen olayla ilgili olarak sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmasıdır. Rumi takvimle 31 Mart 1325 (miladi 13 Nisan 1909) yılında gerçekleşen bu olayda, hiçbir alakası olmadığı halde ilişkili tutularak -o günkü adıyla- Divan-ı Harb-ı Örfî’de idam talebiyle yargılanmış, yaptığı müdafaa sonrasında kendisi beraat aldığı gibi başka masum birçok insanın da idamdan kurtulmasına vesile olmuştur. Esas itibariyle eser müellifin mahkemede yaptığı müdafaanın kitaplaşmış şeklidir. Eserin ilk baskısı Ahmed Râmiz tarafından 1327 (1909), ikinci baskısı bundan bir yıl sonra aynı nâşir tarafından yapılıyor. Daha sonraları da eserin birçok baskısı gerçekleştiriliyor. Derste takdimci şunları paylaştı:
“Müellif, ilgili kayıtlardan anlaşıldığına göre, 1954 yılında bu eseri tekrar gözden geçiriyor ve eserin ‘bu zamanın içtimaî hayatına yönelik çok hakikatlere temas ettiğini gördüğünü’ söylüyor ve bu notla yeniden neşrini sağlıyor. Demek ki 1909’lardan 1954’lere kadar ülkede çok şeyler değiştiği halde -mesela yönetim değişiyor, rejim değişiyor-, müellif bu eserde işaret edilen prensiplerin güncelliğini koruduğunu, uygulanabilir olduğunu dile getiriyor. O halde şimdi biz de söz konusu esere aynı açıdan bakacağız ve ‘bugüne işaret eden prensipleri’ tespit etmeye çalışacağız.”
“Evvela şu noktayı hatırlayalım ki, eserin ilk telif edildiği yıldan yeniden neşrinin yapıldığı 1954’e kadar müellif Risale-i Nur’un Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar diye bilinen temel eserlerini tamamlamış bulunuyor. Dolayısıyla bu eserdeki içtimaî hayata bakan prensipleri çıkarmak ve uygulamaya koyabilmek için bu temel eserlerin eğitiminden geçmek, geçmiş olmak gerekiyor. Başka bir ifadeyle Risale-i Nur’daki tahkiki iman eğitiminden geçmeyen birisinin bu prensiplere ulaşması ve bunları hayatına taşıması zor olduğu gibi, tahkiki iman eğitiminden sonra gerek bu eser gerekse aynı minvalde kaleme alınmış olan öteki eserlerde sergilenen içtimaî ölçüleri hesaba katmamak da büyük bir eksiklik olacaktır.”
“Metinde ‘hayat-ı içtimaîye’ terkibi geçiyor. Bu nedir diye sorduğumuzda, terkip sözlük anlamı bakımından ‘insanın sosyal hayatı’ diye ifade olunur. Peki ne kast edilir bununla? Fertlerin yani kişilerin toplum hayatında alacakları yerleri hangi esaslara göre belirleyecekleri. Yani toplumda hakim olan bir düzen, hakim olan bir zihniyet vardır. Düzen o zihniyete göre şekillenir. Böyle, toplumda şekillenmiş olan zihniyete karşı -dar, basit, insanların birbirlerinin ayağını kaydırmak için uğraştıkları politik çekişmeleri kast etmiyorum- sivil hayatımız, sivil duruşumuz, sivil haklarımız nasıl olacak? Toplumun genel kurallarına karşı takınmam gereken tavır ne olacak? Mesele bu!”
“Sivil hayat, dedim. Benim evimde de bir hayatım var, o ayrı. Ama toplum hayatına girince ne oluyor? Sivil hayat başlıyor. Sivil hayatta, toplumda kurallar var, -insanlar kurallara uyar ve uymaz- benim tavrım ne olacak bu kurallara karşı? Bu kurallar olumlu ise nasıl onaylayacağım? Değilse nasıl bir karşılık vereceğim? Bunlara karşı tavrımı hangi alana yerleştireceğim? Nerede itaatkâr olacağım, nerede sessiz kalacağım, nerede -şiddete başvurmadan- tavrımı koyacağım? İşte bu metin, bir yönüyle bu konularda prensipler sunacağını ifade ediyor. Şunu tekrarlayalım; Risale-i Nur diye bilinen, bizim çok aşina olduğumuz Risale-i Nur’un altın zinciri diyebileceğimiz ana eserler tamamlanmış, sıra bu eserlerin ruhundan oluşan tavrın toplumsal hayata nasıl taşınacağına geliyor. İşte bu noktada müellifin ‘Eski Said Dönemi Eserleri’ diye bilinen eserlere bakmak, bu eserlerdeki prensipleri çıkarıp hayata aktarmak gerekiyor.”
Bir müzakereci konunun daha da netleşmesi için şu soruyu günde getirdi: “Risale-i Nur’un Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şualar diye anılan ana eserleri -müellifin kendi ifadesiyle- Yeni Said Dönemi’nde telif ediliyor. Oysa gerek burada söz konusu edilen Divan-ı Harb-ı Örfî gerekse Münazarat, Hutbe-i Şamiye gibi eserleri ‘Eski Said Dönemi Eserleri’ olarak anlıyor. Yapılan bu açıklamaya göre Eski Said Dönemi Eserlerini, Yeni Said Dönemi Eserlerinin arkasına yani sonrasına mı koymak gerekiyor?” Takdimci şöyle cevap verdi: “Hem bu eserlerin yeniden neşri bakımından hem de bu eserlerdeki prensiplerin yaşanması bakımından evet. Zira müellif, -mesela- bu eser ilkönce Osmanlıca olarak basıldığı halde yaklaşık yarım asır sonra yeniden gözden geçiriyor, eserde bu zamanın toplumsal hayatı açısından önemli hakikatlere işaret eden yönleri bulunduğunu söylüyor, başına ‘Risale-i Nur Külliyatından’ kaydını koyarak neşrediyor. Yaşanması açısından da öyle. Şunu biliyoruz ki bu eserler kaleme alındığı zaman adına ‘şer’î ahkam’ denilen bir hukukî yapı hakimdi. Şimdi ise laik denilen, seküler denilen bir yapının hakim olduğu dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla eserdeki prensipler daha dikkatli bir şekilde hayata uygulanmalıdır. Onun için ‘bu prensipler o zaman aittir’ diye ihmal edilmemelidir. Aksi halde Risale-i Nur Külliyatının verdiği iman eğitiminden geçmiş bir insanın toplumsal hayatın toz-duman bulutu içinde yalpalaması kaçınılmazdır. Bu zamanın siyasi manevralarına girmeden ve kapılmadan, ‘Yeni Said’ döneminde kaleme aldığı eserlerin eğitiminden geçmiş kişilerin imanını yani, kendi inancımı nasıl koruyacağımı, imanın hakkaniyetine göre nasıl sağlıklı bir tavır belirleyeceğimi, izzet-i İslamiye’nin gerektirdiği hali nasıl kuşanacağımı iyi tespit etmem gerekir. İşte bu eserlerde bunların prensipleri var. Bu eserlere bu prensipleri çıkarmak, bunların usulünü tespit etmek için muhatap olmak gerekiyor diye düşünüyorum.”
Dersin devam eden bölümlerinde hem işaret edilen hususlar hem Risale-i Nur hizmeti için Lahikalar’ın önemi hem söz konusu esere nâşirin yazdığı önsözün çağrışımlarıyla ilgili çok istifadeli paylaşımlar gerçekleştirildi. Allah razı olsun.