لَٓا اُقْسِمُ بِهٰذَا الْبَلَدِۙ ﴿١﴾ وَاَنْتَ حِلٌّ بِهٰذَا الْبَلَدِۙ ﴿٢
(Yemin olsun bu beldeye ki ona ancak sen yaraşırsın- helalsin)
Kuranda Cenab-ı Hak bir şey üzerine yemin ediyorsa, bu şey mucize kabilinden Allah’ın varlığının delili olan bir şeydir. Yani Allah bir şeyin üzerine yemin ediyorsa onu kendi varlığının ya da o kontekst içinde yer alan esma sıfat ve şuunatının delili olarak ortaya koymakta ya da inkârcılara meydan okumaktadır. Başka anlam katmanları olmakla birlikte kasem bildiren ifadeler mucize ve icaza bakıyor diyebiliriz.
Beled Suresinin ilk ayetinde Allah bir beldeye yemin ediyor. Yukarıda bahsedilen bağlamda biz “bu beldenin” yaratıcının varlığına, sıfat ve esmasına şahit olmamızı sağlayacak bir yönünün vurgulandığını söyleyebiliriz. Surenin genelinden anlaşılacağı üzere beldeden kastın, tefsircilerin yaptığı Mekke yorumuna ek olarak kâinat, dünya ya da insan olduğu düşünülebilir.
18. Sözün 3. Noktası ekseninde bu ayete muhatap olursak: Buradaki beldeden maksat tüm kâinat ve özelde dünyadır. Allah’ın bir yönüyle mükemmel bir saraya veya intizamlı bir şehre veya ülkeye benzettiği kâinat, Yaratıcının Kemal, Cemal ve Celalini yansıtan mükemmel bir sanattır ve bu, her yönüyle mükemmel olan Sanat-ı İlahi, kendi sanatkârının delilidir ve onu tanıtır. Yaratıcı kendi sanatı üzerine yemin etmek suretiyle hem meydan okuyor, hem de onu kendi varlığının delili olarak takdim ediyor.
Yine 3. Nokta ekseninde baktığımızda -ve hıll kelimesini helal ya da yaraşır manasında okuduğumuzda- ki kelimeye bu anlamı veren müfessirler olduğu gibi, kelimenin kendisi de o anlamı barındırmaktadır- böylesine mükemmel bir sanatın ve kâinat nispetinde cami güzelliğin varlığının, elbette o güzelliği fark edip, sanatkârının o güzellik ve sanatla ifade ettiği maksadı anlayacak ve diğer kullara da anlatacak bir zâtın varlığını iktiza ettiği vurgusunu görebiliriz.
Yani böylesine mükemmel bir sanat, ona muhatap olan ve ondaki incelikleri fark edip yaratıcının özelliklerini o sanat üzerinden fark edip deşifre eden bir muhatabı gerektirir. Kâinattaki tezahür eden sanatı ile hiç israf etmeyen bir Yaratıcı olduğunu gösteren Yaratıcının, böylesi bir güzelliği yaratıp onun muhatabını yaratmamış olması düşünülmez. Bu anlamda ayette geçen “sen o beldeye helalsin” ifadesi, “sen olmasaydın kâinat anlamsız kalırdı, Yaratıcı da onu yaratmazdı” anlamına gelir. Yani kâinat, ondaki güzelliği deşifre eden ve onda kendi isimlerini tezahür ettiren Rabbi tanıyan ve tanıtan resulle anlam kazanır. Böylesine mükemmel eser ancak ondaki kemali fark edip izhar eden resulle anlam kazanır ve Yaratıcının maksadı ortaya çıkar.
Razi’de, “‘Sen bu beldeye helalsin’ cümlesi hal cümlesidir, şimdiki zaman ifade eder” ifadesi yer almaktadır. Bu eksende düşündüğümüzde kâinatın Sani’a olan delaleti her zaman ve mekânda devam ettiği gibi, Hakikat-ı Muhammedî’nin ona kattığı anlam da zamanlar üstü bir tarzda devam ede gelmektedir. Yani Allah, Muhammed (asm) şehadetinde anlam kazanan kâinata her dem yemin etmekte, onu kendi kudret ve azametine şahit göstermektedir.
Yani böyle mükemmel bir belde ve kemalatını bu belde aracılığıyla daima izhar eden Yaratıcının böyle teceddütte olan mükemmel beldesi, Muhammed (asm) gibi tarif edici ve tanıttırıcı bir muallimi iktiza eder. O’nun bu âlemi anlamlandıran külli nazarı, bir hakikat suretinde her daim mevcut olmalıdır ki, hiç israf etmeyen o Yaratıcının yarattığı ve kemalatı daim teceddüt eden kainatın yaratılış maksadı her daim tezahür etsin. Âdem as.’dan Muhammed asm.’a kadar gelen on binlerce nebi ve resul ve Muhammed asm. ve ondan sonra gelen nebi misal ulema, asfiya, evliya’yı da içine alan, kâinata Muhammedi bakışı sembolize eden hakikat-ı Muhammedi nazarı, her daim o görevi yerine getirmiştir ve getirmektedir. İman nazarıyla bu âlemi seyreden ve orada Yaratıcının Cemal, Celal ve Kemalinin ayetlerini devşiren her mü’minin bakışı, bu hakikatin cüz’i tezahürleridir.
Bu iki ayetin enfüsi anlamda tezahürü olarak ise belde ifadesini bütün yönleriyle kâinata bakan insan, ve onun içinde Rabbin ayetlerini anlayıp tasdik eden vicdan ve akılla mücehhez insan bedeni ile onun kâbesi hükmünde olan kalp olarak okuyabiliriz. Yani belde insanın kendisi ve ona helal olan ve yaraşan da akıl ve vicdanla mücehhez kalptir.
Ya da Hakikat-i Muhammediye’yi yansıtan imanî bakışın kendisidir diyebiliriz. Yani bu ayette mikrokozmos olan ve içinde kâinat dürülmüş en kâmil sanat olan insana, ve o insaniyetin kemalde tezahürü olan Yaratıcıyı tam tanıyan kalbe, yani insan-ı kâmile kasemle telmih var diyebiliriz. Yani biz Yaratıcının mucizeliğine kasem ettiği kâinata baktığımızda o mucizeliğe şahit olarak yaratıcıyı tanıdığımız an, bu ayetin şümulü içine girebiliriz.
Evet, bir meyve yeyip “ne tatlı meyve, ne leziz” deyip onu basit bir artığa dönüştürmek nerede, onu yaratıcının bir hediyesi manasında “ne güzel tatlandırılmış ve benim için özel hazırlanmış bir meyve” diyerek, o meyve üzerinde yaratıcının ikramını, ihsanını ve sanatını fark edip ona şükretmek ve o ilişkiyi bakileştirmek nerede. Biri ademe, eleme ve hiçliğe giden, diğeri vücuda, bekaya ve saadete götüren iki nazar. Elbette öylesi mükemmel bir meyve ona hakiki anlamını kazandıran imanî bakışı hak ediyor ve o bakış ona yakışıyor. “O bakış olmazsa, o meyvenin olmasının bir anlamı olmazdı” hükmünü tasdik ettiriyor.
Ve yine özelde ise tüm insanlığın kıblesi olan Kâbe’nin beldesi Mekke ve o kıbleye yönelmiş olan nebiler ve hususan Muhammed asm.’a kasem edilmektedir. Yani asr-ı saadet ve orda tezahür eden Muhammed (asm) rehberliğindeki içtimai hayata, o hayat üzerinde tezahür eden Rububiyete atıfla bir kasem var. Yani asr-ı saadete ve o saadetin vesilesi olan şahs-ı resule yemin var. Onları kendi Rububiyet ve Uluhiyetine şahit tutma var. Bu husus tefsirlerde ziyadesiyle vurgulanmış olduğundan, tafsilini o tefsirlere havle ediyoruz. Allah onlardan o yorumu yapanlardan ebediyen razı olsun.
وَوَالِدٍوَمَا وَلَدَۙ ﴿٣
İbn-i Abbas, “validin ‘doğuran’, vema velede de ‘doğurmayan’ demektir’” diyor. Buna göre kelamın takdiri ve validin vellezi ma veled seklinde olur. Ben bu ifadeden çocuğu olmayan baba ya da doğurganlığı olmayan baba manasında “sonuca etkisi olmayan sebep” anlamını çıkardım. Yani bu ayetin “Müsebbebin varlığında tesiri olmayan esbap” şeklinde yorumlanabileceğini ve bu mananın da Kur’an’ın birçok ayetiyle teyit edilmesinden dolayı, Kur’an’ın genel anlayışıyla çelişmediğini düşünüyorum.
Bu ayeti bu manada tevil edersek konu bütünlüğü yine bozulmamış olur. Yani Allah, kâinata ve kâinatı anlamlandıran külli bakışa kasem ettikten ve kâinatın ve risaletin mucizeviyetini vurguladıktan sonra, kâinatta tezahür eden sebep-sonuç, esbab-müsebbebat ilişkisine vurgu yaparak, sebebe takılan mucizevi özelliklerle donatılmış sonucun sebebe verilemeyeceğini ifade manasında kasem ediyor. Sebep ve sonuç ilişkisinin kendi varlığının, esma ve sıfatlarının delili olduğunu ilan ediyor.
Risale-i Nur’da çok yerde bu mana izah ediliyor. Bediüzzaman, “Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbep ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder” demek suretiyle, bir anlamda birçok ayettin ve İbn-i Abbas’ın ifade ettiği bağlamda bu ayetin tevilini ve tefsirini yapmış oluyor. Her valid, ve veledi üzerinde tesiri olmayışı, yani adi, basit, şuursuz ve sebebin etkisini ref’ eden ve ondan çıkan mucizevi vasıflarla donatılmış müsebbep birlikteliği, Yaratıcının varlığı, sıfat ve esmasının delilidirler.
İlgili Yazılar: