Aşağıdaki ayetin meali genel itibariyle aşağıda alıntıladığım gibi verilmiş:
لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ
Ibrahim 14:7
“Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artıracağım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”
Yani önce elimizdekine (her ne ise o) şükredeceğiz, karşılığında da nimet yani şükrettiğimiz şey bizim için artırılacak. Numune olarak bana tattırılan nimetin aslına talip olmak istiyorsam, o tattığım nimet için şükretmem, yani o nimet ile Yaratıcısı arasındaki bağı kurmam gerekiyor. Buraya kadar olan kısım ile aşina olduğumuzu zannediyorum.
Benim için bu ayetle ilgili ilginç olan iki husus var. Birincisi, artırma işlemini geleceğe havale etmek zorunda değiliz. Nasıl ki kapımızda bulduğumuz elmanın padişahtan geldiğini bildiğimizde o elmanın kıymeti o anda artar, yoksa o tecrübeyi çok ucuza “satmış” oluruz. Onun gibi, şükretme prosesi şükredilen şey üzerindeki esmayı okumayı içerdiğinden ötürü, o şeyin insan için değerinin katlanmasını da beraberinde getirir. Dolayısıyla, ben şimdi şükredeceğim, Allah da bana daha fazlasını vereCEK demeye gerek yok. Nazarım elmayı padişahın ikramına dönüştürdü ise, zaten “dünya/ahiret”imde ikram içindeyim. Daha verilmesini bekleyeceğim ne olabilir ki?
İkinci enteresan husus, ayette nimet kelimesi geçmiyor. İlk akla gelen, şükredilen her ne ise onun artırıldığı. Fakat ayet çok rahatlıkla “SİZİ artırırız” şeklinde anlaşılabilir. Benzer bir anlam ile aşağıdaki ayette de karşılaşıyoruz:
وَيَسْتَج۪يبُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ
Şûrâ 42:26
“Ve imân edenlere ve sâlih sâlih amellerde bulunanlara icabet eder ve ONLARI lütfuyla arttırır.”
Şükredince, iman edince artırılıyorum, öyle mi? Nasıl yani? Ne kadar garip bir söylem bu böyle! Böyle bir şeyin doğruluğunu nasıl onaylayabilirim?
Biraz düşündükten sonra, Mustafa Ulusoy’un bir makalesinin bu konuyu anlamamıza faydası olabileceğini farkettim. Uzunca bir makale olduğu için herkes baştan sona okuyamayabilir. Aşağıdaki paragraflarda makalede dikkatimi çeken noktaları özetleyip sonrasında da konunun yukarıdaki ayetle bağlantısına kurmaya çalışacağım.
Makalede yazar insanın dünyaya gelmesiyle birlikte geçirdiği evrelerden bahsediyor. Bebek doğduğunda benlik bilinci olmaz; annesi ile oluşturulan “biz” sistemi (okyanus duygusu) içinde yaşar (Adem’in cennette yaratılmasını hatırlayın). İki yaşından itibaren benlik bilinci gelişir ve çocuğun dünyası “kendisi” ve “öteki” olarak ikiye bölünür. Bu noktadan itibaren insan bilinci kendisinin ve etkileşime geçtiği şeylerin temsillerini ruhunda içselleştirir. Dünya çocuğun iç dünyasına yerleştikçe, çocuğun iç dünyası da dünyanın içine yerleşir. Böylelikle cüz’iyyetin içinde külli olan hususi bir dünya insana verilir.
İnsan kendinin farkına vardıkça, ötekinden iyice ayrışır. Kesret duygusu yerleşir, okyanus duygusu kaybolur. İnsan, hayatının kalan kısmında hep içten içe o kaybettiği okyanus duygusunu arar (Adem’in dünyaya gönderilmesini hatırlayın). İnsan kendisi ve öteki arasında bir anlam bağı ile yeniden birleşmek ve tüm kainatın bir parçası olduğunu yaşamak ister. Bebekliğinde biyolojik olarak hissettiği okyanus duygusunu, yetişkinliğinde anlam bağı çerçevesinde hissetmek ister. Fakat ben benim dediği sürece, yani öteki ile anlam bağını kur(a)madığı sürece bunu gerçekleştiremez. “Kendime mâlikim” diyen, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.” Kendisinin ve ötekinin hayatdar hakikatinden uzaklaşan kişi, hem kendisine ve hem de kainata yabancılaşır. Fenaya giden her şey kişinin içini boşaltır. Böylelikle insan kendisini varoluşsal bir boşluk içinde bulur.
Eşyaya varlık kaynağı adına bakınca ve ondaki anlamı okuyunca, o eşyanın kişinin ruhunun aynasındaki temsili canlanır ve ruhunu besler. Böyle bir bakış sahibinin ruhunun aynasındaki nesne temsilleri arasında, o nesnelerin ortak Yaratıcılarından dolayı bağlantılar vardır. Eğer meleklere iman da gerçekleşmiş ise, o nesnelerin ruhtaki temsilleri şuur kazanır ve kişi o temsiller ile şuurlu bir ilişkiye geçer. İnsanın ruhundaki temessüllerin canlanmasıyla, hususi dünyasının her yani hayat, şuur ve bilinç ile şenlenir. “Ben” ve “öteki” tanımları “biz”e dönüşür (“Uhud bir dağdır, biz onu severiz, o da bizi sever”) ve insan bebeklikten çıkarken kaybettiği okyanus duygusunun şuurlu ve bilinçli versiyonuna kavuşur.
Yukarıdaki özet bağlamında, ayette geçen şükretme ve varlığımızın artırılması arasındaki bağı kurabileceğimizi düşünüyorum. Şükretmeyi insanın hususi dünyasındaki nesneler ile onların Yaratıcısı adına ve melekut boyutları ile etkileşime geçmek olarak anlarsak, bunun hususi dünyamızın şuur, hayat ve bilinç ile şenlenmesi sonucunu vereceğini de görebiliriz. Hususi hayatımızın şenlenmesini de, alem-i şahadete münhasır olmayan “dünya/ahiret”deki varlığımızın artırılması olarak düşünebiliriz (“Mevcudat, şu alem-i şehadete münhasır değildir.”). Öte yandan eğer eşya ile ilişkimiz cansız kalırsa, “ben” ve “öteki” tanımlarımızı “biz”e dönüştüremezsek, varoluşsal yalnızlığımızdan kurtulamayız, tecrübelerimiz adem rengini alır ve varlığımız kısırlaşır (ebter olur).
Risale’de bahsedilen külli ubudiyyeti de varlığın en üst seviyesine, yani hususi dünyamızın olabilecek en canlı versiyonuna, “biz”e ulaşmanın yolu olarak düşünebiliriz.