“Beşerin Rahatı; İhtiyar, İktidarıyla Mâkusen Mütenasiptir. Rızık Tekasüf Etmemiş Genişçe Bir Cesettir“
“Ey beşer-i pürşer!
Sendeki iktidar ihtiyar, sebeptir menşe’dir açlığa, zahmete. Zaaftır, aczdir, rızkının sebebi.
Bir zaman bir hayvanı gördüm, bîçare bir deri bir kemik. Yavrular getirdi muktedir valide, bir kemik bulmazdı.
Âciz yavrulara sekiz musluğunda akar bir lâtif rızık, geldi beslettirdi, mugaddi bir madde, kudretten verildi.
O zaman rahm-ı maderde sâkindi, ez’aftı â’cezdi. Rızkı da ahsendi ekmeldi, geldi de dünyaya âcizdi zaifti.
Rızkı da kâmildi hasendi. Bir parça büyüdü ihtiyarı geldi; zahmete de çattı iktidarı yoktu, ebeveyn şefkati muîni edildi.
İhtiyar, iktidar beraber geldiği bir zaman; ipi boğaza dolandı, kendisi kendine bıraktı, o vakit ihtiyar nereye ilişti karıştı.
İhtiyar girmedi mideye bedene, makine işledi, nizamı bozmadı, hanede beldede işledi çalıştı.
Nizamı bozuldu noksan da bıraktı. İhtiyar dâimi demeli:
ﺭَﺑَّﻨَﺎ ﻟﺎَﺗَﻜِﻠْﻨَﺎ ﺍِﻟَﻰ ﺍَﻧْﻔُﺴِﻨَﺎ ﻓِﻰ ﺭِﺯْﻕٍ ﻓِﻰ ﺟَﺪِﻯ
İktidar demeli dâimi:
ﻳَﺎﺭَﺑِّﻰ ﺗَﻮَﻛَّﻠْﺖُ ﻋَﻠَﻴْﻚَ ، ﻓِﻰ ﺑَﺪْﺋِﻰ ﻭَﻋُﻮﺩِﻯ
Hayvanın rızkı da, hayatı kadardır nazar-ı kudrette, mevkii kıymeti.
Nasıl ki o Kudret, âdetâ bahane buluyor hayatı veriyor. Öyle de rızkını önünde, halk eder serpiyor.
Güya ki kudret çalışır, hummalı bir faaliyetle; âlem-i mevatı âlem-i hayata, kesifi latife, kalb ve tebdil eder.
Hatta ki en hasis bir maddede, hayatın lemeatı serper. Öyle de: Herşeyde rızkı da hem eker, hem saklar.
O hayat nuruyla, birleşmek içindir zerrat-ı meyyite. Bir kısmı hakikî ceseddir toplanır. Bir kısmı mecazî ceseddir,
Rızık olur geliyor, birleşir tutuşur. Rızık dahi münteşir, hem geniş ceseddir. Elhasıl: Hayatın ikidir cesedi;
Birisi muhassal, diğeri münteşir. Rızık ile hayatın ikisi ikizdir, tev’emdir; nazar-ı kudrette, bir olur kıymeti.
“Kudret”tir herşeyi ademden çıkarır. “Kader”dir birinci cesedi nazm edip giydirir. “İnayet” topluyor rızkını, münteşir cesedi.
Teksifle sevkeder besletir. Yalnız bir fark var; hayatın mazbut ve muhassal olduğu içindir, defaten görünür zihayat cesedi.
Rızık ise tedrici münteşir olduğu içindir; vesvese verdirir. Beşerin zâlim ihtiyarı tavassut etmezse, âyetteki hüküm vâkidir, doğrudur:
“Açlıktan ölmek yok, rızıksızlık öldürmez.” Zîra ki bedende çok vardır ihtiyat mahzenleri, herbiri doludur
Şahm ile çok şeyler suretinde mahzar, orada müddehar bir gıda-yı ekser. O gıda bitmeden şahsın mevti gelir.
O mevtin sebebi rızıksızlık değildir. Zîrâ o yüz güne kâfi idi, o ise on günde fevt oldu.
Belki terk-i âdetten tevellüd eden bir maraz, bir illet geldi, vurdu onu, rızkı da varken öldürdü.”
ﺍِﻧَّﺎ ﻟِﻠَّﻪِ ﻭَﺍِﻧَّٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺭَﺍﺟِﻌُﻮﻥَ
19. 04. 2020 tarihli, 102. Lemaat dersinde yukarıdaki metin okunup müzakere edildi. Metin nispeten uzun olmakla birlikte, dikkatlice okunduğunda, mesajı büyük ölçüde açık gibi görünüyor. Ancak cümleler biraz deşildiğinde, müzakereye elverişli çok hususların olduğu anlaşılıyor. En azından benim açımdan “başladığı ile bittiği bir gibi olan” bir buçuk saatlik süre zarfında da katılımcılar bunu yapmaya çalışarak birçok güzel noktanın açığa çıkmasına vesile oldular. Aşağıda bu müzakerelerden bazılarını özetlemeye çalışıyorum (her paragraf ayrı bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder):
*Metne soru sorarak müzakereye başlamak gerekirse, benim zihnimde üç soru belirdi, metni okuduğum zaman: Birincisi, “rızkın, ihtiyar-iktidarla makusen mütenasip olmasında beşerin rahatlığı nerededir sorusu; ikincisi, metinde ihtiyar ve iktidar için söylenen ya da söylenmesi gereken duaları nasıl anlamak gerektiği, üçüncüsü de başlıkta iki ayrı konuymuş gibi görünen, a) beşerin rahatının ihtiyar-iktidarla makusen mütenasip olması, b) rızkın tekasüf etmemiş genişçe bir ceset olması arasında nasıl bir bağlantının bulunduğudur.
*Metin temel mesajı bakımından açık gibi gözüküyor. Bana göre metnin omurgasını “ihtiyar ve iktidar” kavramları teşkil ediyor. İhtiyar yani seçme imkanı, insan olarak bana bırakılmış. Kudret, kainatın Yaratıcısına ait. Yaratıcı kainata bir düzen koymuş. İnsan ihtiyarı ile bu düzene uyar veya uymaz. Eğer insan acizliğini görmez, “ihtiyarımla talep ettiğim şeyi ben yapıyorum” derse kudret iddiasında bulunmuş olur. O halde insan rızık talep ederken bunu dikkate almalıdır. Başka bir ifadeyle kişi rızık talebinde “iktidarım etkendir” derse, kendi gerçekliğine aykırı hareket etmiş olur. Sonuç olarak ben ihtiyarımı kullanmazsam Kudret bana rızık vermez. Ben ihtiyarımı kullanırsam, sonucu var eden ben değilim, kainatı kurandır. Görevim ihtiyarımı kullanmak, acizliğimi görüp Kudret sahibinden ricada bulunmaktır.
*Buradaki “ihtiyar” ve “iktidar” kavramlarına bir not daha düşmek istiyorum: Bebekken ne ihtiyarım vardır, ne iktidarım. Peki, 20 yaşına gelmiş bir insanın ihtiyar ve iktidarı var mıdır? İhtiyarı vardır; yani seçme özgürlüğü. Ama yaratma, sonuç hasıl etme anlamında iktidarı yoktur. Genç bir insanın “iktidarından” bahsetmek, “ihtiyarını kullanma yetkisini kazanmış olması” anlamındadır. Yoksa rızkın temininde “var etme, vücuda getirme” anlamında her hangi bir kudret söz konusu değildir.
*Metin, içeriğinin özetini, başlığında çok açık olarak veriyor. İki hükümden oluşan başlık, birinci hükmü itibariyle diyor ki, “ihtiyar ve iktidarın olmadığı zaman rızkın çok oluyor, ihtiyar ve iktidarın var olduğunda ya da var olduğunu zannettiğinde rızkın daralıyor, rahatın da bozuluyor.” Ben metni okuduğumda, metnin bizde var olan yanlış bir zannı düzelttiğini anladım. Nedir bizdeki zan? Şu: “İnsan belli bir yaşa gelip, güç kuvvet elde ettiğinde rızkını kazanmaya başlar, rızkı artar.” Yani ben bunun “ihtiyar ve iktidarla doğru orantılı olduğu” kanaatini taşıyorum. Hatta belli yaşa gelmiş bir kimse için, “ekmeğini kazanacak yaşa geldi”, “bu yaşta ekmeğini taştan çıkarır” vs. deriz. Metin diyor ki, bu zannınız yanlıştır. Sonra da bunu, benzerlerini bizim de kolayca görebileceğimiz –her halde bir kelp- üzerinden örneklendiriyor, müşahedesine dayalı olarak. Bir deri-bir kemik kalmış bir kelp en zayıf ve en aciz olduğu anne karnında, en iyi ve en güzel şekilde, doğup da kademeli olarak yavru olduğu zayıf ve acizlik zamanında iyi ve güzel şekilde beslendiği, büyüyüp de ihtiyar-iktidar elde etmeye başladığında ise durumun zorlaştığını ifade ediyor. Nitekim o kelp, yavrularını dünyaya getirdiğinde sekiz musluktan yavrularına en besleyici gıdalar gelmeye başlıyor…
*Az önce bir müzakerede, insanın ihtiyarının olduğu fakat kudretinin olmadığı yolunda bir mütalaa ortaya konuldu. Düşündüğümüz zaman insanda Allah’ın mutlak, şamil ve zatî kudretine göre kulun sınırlı, hususi, vehmi bir kudreti yok mudur? Diğer taraftan insana irade veriyoruz da neden ona izafi de olsa bir kudreti çok görüyoruz?
*Bu sorunun cevabını anlamak için “ihtiyar” ve “iktidar” dediğimiz şeylerin mahiyetine bakmalıyız. İhtiyar, seçim hakkı demektir. Ne demek bu? Verilenlerden birini tercih etmek. Örneğin elimde bir çekirdek var. Bu çekirdeği yiyebilirim veya ağaç olması için toprağa ekebilirim. Bu ikisinden birini yapmam benim ihtiyarımdadır. Ama mesela, onu ektiğimde onun toprakta kök salması, büyümesi, ağaç olması, meyve vermesi… konusunda hiçbir kudretim yoktur. Yani bunlar hiçbir surette bana ait değildir. “Acz-i mutlak” bu anlama gelir. İktidarın olması demek, “ihtiyarı kullanabilme çağına gelme” demektir. Yoksa kudretin artması asla söz konusu değildir. “İzafi kudret”, “vehmî kudret” gibi terimler konusunda da çok dikkat etmek gerekir. Allah’ın bir kudreti var, galaksileri yarattı, bende de küçük bir kudret var, ben de şu küçük şeyleri var ediyorum, diyemeyiz. Kudret tamamıyla Ona aittir. Dolayısıyla tercih yapmaktan ibaret olan ihtiyarı kula izafe eder, ama küçük de olsa bazı şeyleri yapabilme, yaratabilme anlamında kudreti asla kula izafe edemeyiz.
*Metnin ana mesajı olmasa bile son kısımlarında gündeme getirilen bir husus var: “Rızıksızlıktan ölmek yoktur”. Acaba bu hüküm doğru mudur, diye baktığımızda, ilkin, “evet, doğru” demekte zorlanıyoruz. Her gün dünyada açlıktan ölen insanların sayısını veren istatistiksel çalışmalar var. Bakıldığında, rakamlar hiç de az değil. Peki, bunun nasıl anlayacağız? Sanıyorum bu hususta sağlıklı bir çerçeve ortaya koymaya ihtiyaç var. Metin bunun ipuçları anlamında iki noktaya işaret ediyor: Birincisi, açlıktan öldüğünü sandığımız insanların iç yağlarında rızık var, onlar tükenmeden öldükleri için rızıksızlıktan değil, bir nevi hastalıktan dolayı ölüyorlar. İkincisi, müellifin başka yerde söylediği bir gerekçe: “Beşerin zalim eli karışmadığı müddetçe.” Demek ki beşerin zalim seli karışınca, rızık olduğu halde bazıları buna ulaşamadan ölmüş oluyorlar.
*Evet, “şu kadar insan açlıktan ölüyor” diye rakamlar veriliyor. Oysa dikkatlice bakıldığında bunlar açlıktan değil, bir kısmı kötü beslenmeden, bir kısmı aşırı beslenmeden, bir kısmı, -az önce işaret edildiği gibi- birileri aç insanların rızka ulaşmalarına engel olmasından dolayı ölüyorlar. Fakat istatistik yayınlayanlar buradaki farklılıkları dikkate almaksızın “açlıktan ölüyorlar” diyerek doğru olmayan bir ifade kullanıyorlar. Mesela, bir yerde darlık var, başka bir yerde bolluk var. Günümüz medeniyetinin putu olan “ulus devlet” anlayışı, darlık içinde yaşayan insanların diğer tarafa intikallerini engelliyor. Özetle iki gerekçeden söz edebiliriz. a) ortada rızık olduğu halde, diyelim ki ben ihtiyarımla o rızkı yemiyorum ve sonuçta ölüyorum, b) ortada rızık var fakat engellendiğim için rızka ulaşamıyor ve ölüyorum. Şimdi ben her iki halde de “rızıksızlıktan öldüm” diyebilir miyim?
*Metnin başlığında, “Rızık tekâsüf etmemiş, genişçe bir cesettir” şeklinde bir hüküm var. İçeride de bunu açıklarken, insanda iki ceset olduğu, birisi bildiğimiz beden olup diğerinin “münteşir” yani zamana yayılmış rızık olduğu ifade ediliyor. Konuşulanlar bağlamında, burayı düşündüğümde, dünyama şöyle bir mânâ geldi: Nasıl ki sahip olduğum bedenim var etme, varlığını devam ettirme, içerideki faaliyetler açısından benim değilse, yani “verilmiş” ise mecazî cesedim olan rızık da bana ait olmayıp bana “verilen”dir. Rızık dendiği zaman da bunu yeme-içmeyle sınırlandıramam. Mesela her zaman teneffüs ettiğim, etmek zorunda olduğum oksijen de rızıktır. Benim ciğerlerim bana ait olmadığı gibi onun ihtiyacı olan oksijeni veren de ben değilim. Yani metin bu konuları düşünmeye davet ediyor bizi, diye anladım.
*Zaman zaman “itikad dairesi” ile “esabab dairesi”ni karıştırabiliyoruz. Kendimizi bu konuda da terbiyeden geçirmeliyiz, diye düşünüyorum. Buna intikal etmemin konuyla ilgisi şu: Afrika’da insanların açlıktan ölmesi itikadî değil, siyasi bir meseledir. Yani burada kulların hatasından kaynaklanan problemi Allah’a izafe etme yanlışlığı var. Allah kullarına hem rızık veriyor, rızıklanmayı sevdiriyor, sonra da kullarını rızıksız bırakıp ölüme mahkum ediyor ve bunu meleklerle seyrediyor değildir! Olayın Allah’ın aleme koyduğu nizama tabi olmaya bakan boyutu var, birtakım mercilerin politik sebeplerle insanların zorda kalmasına yol açan uygulamalara var vs. Diğer taraftan metin asla şöyle bir mesaj vermiyor: “İhtiyar ve iktidarınızı kullanmayın, O size en güzel şekilde rızık verir”. Bu, aleme konulan ve “adetullah” diye anılan nizama aykırıdır, vahyin mesajlarına aykırıdır, sünnetin uygulamalarına aykırıdır, Nursi’nin kendi hayatına aykırıdır!
*Sonuç olarak ben metinden şunu anlıyorum: Rızık, dağınık olduğu için bunu yok zannetmem ihtiyarın bir seçimidir. Böyle inanmayı seçebilirim. Bu, nefsin inanmak istediği şeydir çünkü. O “eliyle tutuğu, gözüyle gördüğüne” inanmak ister. Rızka ulaşınca da rızkı sahiplenmek ister. Halbuki, metinde geçtiği üzere, ihtiyar, “Ey Rabbimiz, çalışmamız dahilindeki rızık konusunda bizi kendimizle/nefsimizle baş başa bırakma” diye dua edip rızkı sahiplenmekten uzak kalmalıdır. İktidarımız devreye girip de çalışmaya başladığımızda ise, yine metindeki duaya atıf yaparsak, iktidar, “Ey Rabbim, rızkımın gelmesi konusunda önce de sonra da sana tevekkül ettim” demelidir. Yani tevhidin prensibini devreye sokarak “kendisine tesir vermemelidir. Özetle, ihtiyarın duasında “rızkı sahiplenmeme”, iktidarın duasında “kendisine yani esbaba tesir vermeme” vardır. Bunu anlayıp içselleştiren bir kimse yani rızkı sahibine teslim eden ve kendine tesir vermeyen bir kimse “rahat eder”, bundan uzak olan yani ihtiyar ve iktidarının sınırları ve niçin verilediğini bilmeyen ve rızkı kendisine mal eden bir kimse, nasıl bir rızka ulaşacağı konusunda zorlanıyor, kaygıya kapılıyor, bir nevi bunun altına eziliyor, rahatı kaçıyor!