Yazılar Kainat ve İnsan Risale-i Nur Okumaları

Menfaatin Celbi ve Mazarratın Def’i

Menfaatin Celbi ve Mazarratın Def'i | Ha-Mim

İşarat-ul İ’caz’da Fatiha’daki Rahman ve Rahim isimlerinin birbiriyle nasıl ilişkili olduğuna dair şöyle bir parça var:

“Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları def etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzak mânâsına olan اَلرَّحْمٰنِ  birinci esasa, Gaffar mânâsını ifade eden اَلرَّحِيمِ de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.”

Burada menfaatin celbinin (istenilmesinin) Rahman’ın gölgesindeki Rezzak ismine, mazarratın (zararların) def edilmesinin de Rahim’in gölgesindeki Ğaffar ismine baktığı söyleniyor. Rahman ve Rezzak isimleri arasındaki ilişkiye şu yazıda değinmiştim. Yukarıdaki parçada benim için yeni olan husus, Rahim ile Ğaffar isimleri arasında kurulan ilişki. Müellif nasıl ki rezzakiyetin Rahman isminin merkezi bir fonksiyonu olduğunu söylemişti, burada da bağışlamanın Rahim isminin önemli bir işlevi olduğunu söylüyor. 

Bunlara ilaveten, menfaatin celbinin ve zararları def etmenin terbiyenin iki esası olduğu da belirtilmiş. İnsanın menfaati celb eden özelliğine kuvve-i şeheviyye ve zararları def eden özelliğine de kuvve-i gadabiyye deniyor. Bizdeki bu iki kuvveyi üçüncü bir kuvve olan kuvve-i akliyemizin yardımıyla ve vahyin / risaletin rehberliğinde eğiterek ifrat ve tefrit arasındaki vasat yola sevk etmeyi öğreniyoruz bu alemde – şu parçada anlatıldığı gibi.

Yukarıda alıntıladığım iki cümleyi ondan birkaç sayfa önce geçen şu cümle ile beraber değerlendirdiğimizde,

“Ve keza, اَلرَّحْمٰنِ  nizam ve adâlete, اَلرَّحِيمِ  de haşre delâlet eder.” 

Rahim isminin ve onun bağışlama fonksiyonunun ağırlıklı olarak haşre ve ebedi aleme baktığını görüyoruz. Bu bağlamda Abdurreşid Şahin “neden istiğfar ettiğimde bana beka veriliyor?” sorusunu şu derste gayet güzel ifade etmiş (linke tıkladığınızda direk onun sorusunu dinleyebilirsiniz). 

İlaveten, Yunus Orhan takip eden bir başka derste “acaba kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyenin risalelerin geneline bakan bir fonksiyonu mu var?” şeklinde bir soru sormuş (linke tıkladığınızda direk onun sorusunu dinleyebilirsiniz). Her ne kadar ilk etapta çok belli olmasa da, bu iki sorunun birbiriyle alakalı olduğu kanaatindeyim ve bu yazıyı bu bağı göstermek amacıyla yazdım.

Faydalı şeylere yönelmek ve zararlı şeylerden kendimizi korumak hepimizin neredeyse düşünmeden yaptığı şeyler. Bu aleme geldiğimizde kendimizi menfaatli ve zararlı ilişkiler yumağı içinde buluyoruz. Bize menfaatli şeyleri elde etme dürtüsü verilmiş ki, kabiliyetlerimizi, başkalarıyla olan ilişkilerimizi, malımızı vs. artıralım ve nemalandıralım. Bize elde ettiklerimizi koruma dürtüsü de verilmiş ki, kendimize ve değer verdiklerimize yönelik tehditleri bertaraf edelim ve onları kaybetmeyelim

Hayatta kalmak (survival) herşeyi öncelediğinden olsa gerek, kuvve-i gadabiye kuvve-i şeheviyeye göre daha temel bir dürtü. Bunun toplumumuzdaki bir yansıması “def-i mefâsid celb-i menâfîden evladır!” düsturu ile kendini göstermiş.1 Tabii bazen kendimizi ve sevdiklerimizi koruyalım derken ciddi tahribat da yapabiliyoruz – düşmana karşı yapılan önleyici vuruşlar (preemptive strike) gibi. O kadar ki, pek çok ülkenin “Savunma” bakanlığının ismini “Tahribat” bakanlığı şeklinde değiştiresiniz geliyor. Toplum seviyesinde gözlemlenen bu garabete hepimiz şahıs bazında az veya çok belli bir katkıda bulunuyoruz. Kuvve-i gadabiyemizin başkalarının hakkına tecavüze açık olan bu yönü hakkında aktif bir farkındalığımız olması gerekir.

Buradaki eğitimimize yeni başladığımızda kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyemizin etki (tesir) açısından birbirine denk olduğunu düşünüyoruz. Halbuki aslında durum böyle değil. Mesela şu cümleye göre: 

“Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var.”

hasenatta yani hayırlı ve menfaatli şeyleri elde etme hususunda elimiz gayet (nihayetsiz) kısa, zararlı ve tahribatlı işlerde ise elimiz gayet (nihayetsiz) uzun. Bu önermenin tahkikini başka bir yazıya havale ederek, bu iki kuvve arasındaki denksizliğe kısaca değineyim.

Hasenatta elimizin nihayetsiz kısa olmasının iki sebebi var. Birincisi, varlık güzel (hasen) olduğundan sevilir ve istenir. Fakat hiçbir şeye (güzelliğe) varlık veremediğimizden ve bir şeyin var olabilmesi için nihayetsiz şartların bir araya gelmesi gerektiğinden, hasenatı ve menfaatleri elde etme kabiliyetimiz aslında nihayet derecede etkisiz ve malikiyetimiz tamamen vehmi (لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ). İkincisi, fani olan hiçbir şeyi hakiki anlamda sevemediğimizden ve emellerimiz ebede uzandığından, ihtiyaçlarımız her anlamda sonsuza uzanır ve elimizdeki kısıtlı imkanlar tamamen kifayetsiz kalır. Bu halimiz özellikle hayatımızın ilerleyen safhalarında daha da bir netleşir (لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ) ve tüm mevcudatı bize isteten kuvve-i şeheviyemize nazaran “hiç ender hiçkısalığındaki elimiz yani menfaati elde etme kabiliyetimiz başımıza bir nevi “bela” olur.

Tahribatta elimizin nihayetsiz uzun olması ise esas itibariyle şerre merci ve sebep olmamızla alakalı (bu hususta şu yazıya bakılabilir). Her ne kadar vahiy tahribatın ve şerrin tek sorumlusunun (kesb edenin) biz olduğunu söylese de, pratikte kuvve-i gadabiyemizin etkisini pek o kadar büyük görmediğimiz gibi, bizden sudur ettiğini bildiğimiz tahribatın sorumluluğunu kabullenmekte dahi çoğu zaman zorlanıyoruz. Ne zaman vahim ve beklemediğimiz tahribatla karşılaşıyoruz, o zaman cana ve mala ne denli zarar verebileceğimizi daha iyi anlıyoruz. Bu kadarla bitmiyor, zira insan maddeten olduğu gibi manen de eşyayı tahrip edebiliyor. Mesela tüm geçmişimizi, hatta tüm insanlığın uzun geçmişini tahrib olmuş bir ev (2:259) ve muazzam bir cenaze gibi görebildiğimizi ve hatta gördüğümüzü farkediyoruz. Hem değer verdiklerimizi korumak ve kaybetmemek istiyoruz, hem de kaçışı olmayan ve herşeyi tahrib eden ölüm (müellifin tabiriyle darağacı) bize nişan almış ve tetiği çekmeye hazır bir avcı gibi bizi seyrediyor. Madem her an ölmekteysek ve ansızın gelen ölüm ile herşeyden ayrılacaksak, kaybedilmeye ve tahrip olmaya mahkum bu kadar canı ve malı koruma çabasına ne gerek var? Nihilist olmamak ve herşeyi boşlamamak için esaslı bir sebep var mı? Bir başka deyişle, gözümüz önünde tüm mevcudatı yutan ve bizi de yutacak olan dipsiz bir ölüm (tahribat) çukuru karşısında, onun dibine uzanan uzun bir el mahiyetindeki kuvve-i gadabiyemiz başımıza ikinci bir “bela” mahiyetinde (لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ).

Hal böyle iken, bu iki derdimize çare ne olabilir?

“O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.” 26. Söz

Her zaman olduğu gibi, derman derdin içinden çıkarılıyor. Ancak kuvve-i şeheviyemizin tesirinin başımıza bela derecede nihayetsiz kısa olduğunu tasdik ettikten sonra onun eline duayı verebiliyoruz, zira nihayet derecede müşkül bir problem ancak nihayet derecede kudretli bir makam tarafından halledilebilir. Duanın tesiri azim, çünkü nihayetsiz kısalıktaki bir eli nihayetsiz uzaklıktaki Cennete kadar uzatıp meyvesini burada tattırıyor. Elbette bunun tahkiki lazım.

Benzer şekilde, ancak kuvve-i gadabiyemizin tesirinin başımıza bela derecede nihayetsiz uzun olduğunu tasdik ettikten sonra onun eline istiğfarı verebiliyoruz ve Ğaffar olan Rahim’in nihayetsiz affediciliğine bir ayna görevi görüyoruz. Nihayet derecede derin zeval ve tahribat çukuruna uzanan kuvve-i gadabiye elimiz aslında Cehennem çukurlarından bir çukuru yokluyor. Ancak istiğfarımız o eli kısaltarak geri çekiyor, ölümün hakikatini ve tahribatın ardındaki güzelliği (hüsn-ü bil ğayrı) gösteriyor ve ölümü sevdiriyor. Bunun da tahkiki lazım.

Ellerimizin kısalığı ve uzunluğu nazarımızda tahakkuk ettiğinde (لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ), vahyin rehberliğinde anlamlandığında, vecheleri risaletin eğitimiyle Rabbe çevrildiğinde ve kısa olan elimiz uzayıp uzun olan elimiz kısaldığında, maksat hasıl oluyor ve saadet-i dareyne giriyoruz. Bu da zaten tüm mevcudat üstünde gerçekleşen rububiyetin:

“Evet, Cenâb-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Herşey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım [menfaati celb] eden ve mânilerini [mazarratı] def eden, şüphesiz, Cenâb-ı Hakkın terbiyesidir.” İşarat-ul İ’caz, Fatiha’daki Rabb kelimesinin tefsiri  

camiiyetli (kapsamlı) bir örneğinin bizim üstümüzde de gerçekleştiğini ve mahsulatımızın alındığını gösteriyor.

Baştaki iki soruya geri dönersem, beka ancak istiğfar ve dua ile mümkün, zira bu ikisinin bir kimsede gözlenmesi, o kimsenin kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyenin mahiyetlerini anladığına, dertten derman çıkardığına ve o dermana göre pozisyon aldığına işaret ediyor.  İlaveten, evet, bence de kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyenin risalelerin geneline bakan merkezi bir fonksiyonu var. Zira terbiye, cüzi irade, hasenat, seyyiat, dua ve istiğfar gibi merkezi kavramlar bu iki kuvve üzerine bina ediliyor.

  1. Mehmet Ali Akgün’e bu katkısından ötürü teşekkür ederim. ↩︎

Yazar hakkında

Zafer Devrim Özdemir

"Hayır; gördüklerinize yemin ederim... Ve görmediklerinize..." Hâkka 69:38-39
"Allah kuluna kâfî değil mi?" Zümer 39:36
Email: [email protected]

Yorum yazın