Felak suresi, kronolojik olarak yirminci sıradadır. Felak kelimesi şafak, seher veya tan vakti anlamına gelir. Bu sure, tahmini olarak nübüvvetin ikinci yılında nazil olmuştur. Bu ayetler, bir insanın İslam’ı öğrenmeye nereden başlaması gerektiğinin tipik bir örneğidir. Günümüzde din denildiği zaman kurumsallaşmış ve yerleşmiş birtakım ritüeller ve kurallar akla gelir. Oysa dinin, özellikle insanların var oluşla ilgili sorularına cevap vermesi gerekir. Fakat dini faaliyetler daha çok sosyal çevre edinme ve kabul görme aracı olarak kullanılmaktadır. Demek ki, din kavramı zamanla anlam kaymasına uğramış ve varoluşla ilgili olmayan bir kültürel gelenek haline gelmiştir. Hayatının manasını ciddi biçimde sorgulayan insanların bu değişim ve dönüşümleri dikkate alarak dini arayışlara girmesi gerekir. Bu zihni uyanıklık, insani sorulara daha doğru cevaplar bulmayı kolaylaştırır.
İslam’ın insanlara dinin kaynağı olarak tanıtılan vahyin ilk ayetlerinde, ritüellere yer verilmemesi ilginçtir. Bu yaklaşım, İslam’ı öğrenmek isteyenlere nasıl bir usul takip edeceklerini de öğretmektedir. Nüzul sırasına göre okunan Kur’an ayetleri hep varlıklara ve bu varlıkların nasıl var ediliyor olduğuna dikkat çekmektedir. İnsana varlıkların nasıl var olabileceğinden hareketle kendi varlığının anlamını ve bu dünyada bulunma nedenini anlamasına vesile olacak örnekler göstermektedir. Başlangıçtaki ayetler böylece muhataplarına, varlıklardan hareketle mevcudatı Var Edeni tanıma ve bilme eğitimi vermektedir. Bu eğitim, insanın ruhuna yani varlığın manasını arayan tarafına doğrudan hitap ederek onun sonsuzluk arzusuna cevap verme gayesindedir.
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ ٱلْفَلَقِ
113.1: “De ki: Ben ağaran sabah vaktinin Rabbine sığınırım.”
Ayetteki “de ki” ifadesi muhatabına sen de bizzat tefekkür edip araştırarak bir sonuca ulaş mesajını verir. Bu ayet okuyana, sabah vaktini ağartarak yaratan kudretin muhakkak bir sığınma ve emniyet bulma mercii olması gerektiğini öğretir. Ayet, sabahı bu şekilde Var Eden insanı da Var Edendir mesajını veriyor. Ey okuyucu, sen de buna şahit misin diyor. Bu sonuç, insaniyetinle uyuşuyor mu diye tefekküre çağırıyor. Bu noktada sığınma kavramı dikkat çekiyor. İnsan, emniyet ve huzur bulma ihtiyacını sığınmakla ifade eder. Nerede güvenli ve rahat olacaksa oraya sığınır.
Bu sözler insana, karanlıkları azaltarak sabahı Var Eden’i Rab ve sığınma mercii olarak tanıtıyor. Karanlık ve aydınlık bir emir ve irade altında var edildiklerini ilan ediyor. Kendi kendilerine ne zaman artıp ne zaman azalacaklarını bilecek ve ona göre tercih edecek bir özelliğe sahip değiller. Aklen kavranamayacak incelikte hassas ayarlarla karanlıklar aydınlıklara dönüştürülüyor. Bunları yaratan, bu olayların Rabbidir. Bütün bu olayları sevk ve idare eden Kudret Sahibi insanın da Rabbidir. Yani onu büyütüp besleyen, terbiye eden, yol gösterendir. İnsanın varlığı karanlık ve aydınlıktan bağımsız değildir. İnsan da karanlık ve aydınlık gibi var edilmektedir. Öyleyse insan karanlığı sabahın sükunetine ve aydınlığına kavuşturan Var Ediciye yani Rabbine güvenip sığınmakla emniyet ve huzura erebilir. Çünkü emniyet ve huzur hali dahi bu olaylar gibi var edilmeye muhtaçtır. Bunları yaratan, insanın huzur ve emniyete kavuşmuş halini de yaratır.
Varlıklar ve hayatın türlü hallerinin manalarını anlamayan bir insan, eğer dikkat edip aciz ve zayıf olduğunu fark ederse dehşete kapılır. Bir ıssızlık ve vahşet hali tecrübe eder. Bütün bu varlıkları ve olayları bir Varlık Kaynağıyla ilişkilendiremezse anlamsızlık ve sıkıntılara maruz kalır. Öyleyse ya bütün bu olayları ve varlıkları bir anlam ve varlık kaynağıyla izah ederek huzur bulmalı veya hiçbir şeyi umursamadan yaşamaya çalışmalıdır. Umursamazlık geçici bir rahatlık verir fakat sonunun ne olacağı asla insanın aklından çıkmaz. Zaman zaman unutsa da hatırladığında aynı ızdırabı duyar. Ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum, bütün bu varlıklar ve olaylar nedir, yok olmaktan neden korkuyorum, neden hep var olmak istiyorum, neden sevdiğim anların bitmesini istemiyorum, ben nasıl var oldum, bütün bu varlıklar nasıl var oluyor gibi insani sorular zihnini kurcalayıp durur. Bu soruları soran bir insan, varlığının manasını ve Varlık Kaynağını aramaya başlamış demektir. Hayatın manasını öğretecek bu heyecan verici arayış süreci, insani sorulara cevap bulma eğitiminin ilk aşamasıdır.
Bu sözlerin Yaratıcıya ait olduğunu nasıl anlarız? Öncelikle kendi peşin hükümlerimizden kurtulmak ve sonra da bu sözlerin varlıklardaki şahitliklerine müracaat etmemiz lazım. Varlığımızın bize ait olduğunu sanmak önemli bir önyargıdır. Dikkat edersek aslında bize ait olan hiçbir şeyin olmadığını ve varlığımızın devam ettirilmesine asla tesir edemediğimizin farkına varabiliriz. Peki, nasıl oluyor da böyle var oluyoruz? Var ediliş biçimimiz, kasıtlı bir irade ve kudretin eseri olduğumuzu gösteriyor. Eğer bu kasıt ve kudret olmazsa daima yüzde yüz isabetli seçimlerle varlığımız devam edemez. En küçük bir zerremiz, bu kasıtlı seçim ve yönlendirmeyle hareket ediyor. Aksi halde, bir anlık var olmamız mümkün olamaz. Çünkü kendi kendine var oluş veya tesadüf, asla bu mükemmel varlık biçimlerini var edemez. Bütün bu var oluş biçimleri kasıtlı bir seçim, kudret ve düzenin olmasını zorunlu kılıyor. İşte bu kasıtlı seçim, düzen ve kudret sahibine Yaratıcı yani İslam literatüründe Allah diyoruz. Önyargılarımızdan kurtulup kendi varlığımızı kâinatın bir parçası olarak şahit tuttuğumuzda bu sonuca ulaşabiliriz. Varlığımızı kâinatın işleyişiyle ilişkilendirerek düşünmeye çağıran bu sözler, kendi varlığımız gibi diğer bütün varlıklar ve olayların da var edilmeye muhtaç olduğunu söylüyor. Kâinatta var edilmeye muhtaç olmayan hiçbir varlık ve olay göremiyoruz. Öyleyse bu sözler doğrudur ve bunlar ancak bütün bir kâinatı Var Eden’in sözleri olabilir. İşte imanın temeli bu şekilde atılır.
İnsan dikkat ederse sürekli var edilmeye muhtaç olduğunu anlayabilir. Varlığının kendisine ait olmadığını ve sürekli bir ikramla ayakta durabildiğini fark edebilir. Bu halini fark etmenin önündeki en büyük engel, insanın kendini kendine yeter zannetmesidir. Bu yanılgı, insanın kendi gerçekliğini fark etmesini zorlaştırır. Bir cehalet ve aymazlık içinde yaşamasına neden olur. Oysa insan her şeye muhtaçtır ve her zaman emniyet ve huzur ister. Yarınını veya bir an sonrasını bilemez. Türlü tehlikelerden korunmak ister. Endişelerinden ve kuruntularından uzaklaşmak ister. Geçici tatmin ve neşeyi değil hiç bitmeyen mutluluk, huzur ve emniyete ulaşmayı ister. Buna ulaşmanın yolu da insanın kendi hakikatinden yola çıkarak Varlık Kaynağını tanımasından geçer.
İnsanın var ediliş biçimi ve ona verilen özellikler yaratık türünden olmayan bir Varlık Kaynağının varlığını zorunlu kılar. Örneğin, konuşma yeteneği tek başına buna şahittir. İnsan nasıl oluyor da konuşabiliyor ve söyledikleri başka bir insan tarafından anlaşılabiliyor. Bu mucizevi olay kendi kendine oluş, evrimleşme, tesadüf veya maddi sebeplerle açıklanamaz. Bu yetenek tamamen kâinat ötesi, sınırsız yani mutlak bir Kudret, İlim ve İrade Sahibinin eseri olabilir. Bu konuşmayı Var Eden kim ise insanı ve kâinatı da Var Eden O olmalıdır. Aksi halde, konuşma sürecinde olduğu gibi tek bir an dahi kendiliğinden veya tesadüfen var olamaz.
İnsandaki tüm özellikler gibi duyguların da Varlık Kaynağı Mutlak olmalıdır. Hiç kimseye muhtaç olmayı istememek, daima emniyet ve huzurda olmak, güvenilir ve anlayışlı olmak, sevmek ve sevilmeyi istemek gibi tüm duyguların Varlık Kaynağı da Mutlak olandır. Çünkü bu duygular sonsuzdur ve ancak sonsuz bir merhamet ve kudretle var olabilirler. Bu duyguları Var Eden, sonsuz merhamet ve kudret sahibi olmalıdır. İnsandaki özellikler O’nun tarafından verilmiştir. Bu duyguları kullanarak Mutlak Varlık Kaynağını tanımak insanın asli görevidir. Öyleyse insandaki emniyet, huzur isteme, sığınma, mutlu olma, şefkat ve şifa bulma isteğinin varlık kaynağı da insanı Var Edendir. İnsan bu duyguları Var Eden’e sığınmak ve O’nu tanımakla huzur bulabilir.
İnsanın varlığı kendisine ait değilse onu emniyet ve huzura kavuşturan da kendisi olamaz. İnsanın varlığı kendisine verilmiştir; öyleyse varlığı üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Fakat insan, kendisine verilen hür iradeyle varlığını ve bütün özelliklerini bu dünya şartlarına ve yaratılıştaki düzene uymak şartıyla istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. İradesini nasıl kullandığından sorumludur. Ne var ki, varlığının Sahibi Kim ise onu koruyacak ve kollayacak olan da O’dur. İnsanın Varlık Kaynağı, varlığının koruyucusu ve sığınma merciidir. İnsana emanet edilmiş olan şuur, daima korunma ve huzur bulmaya muhtaç olduğunu insana hatırlatır. İnsan bu bilinçle yaratılmıştır. Bu bilinç insana, Varlık Kaynağı kim ise varlığının da O’na ait olduğunu fark ettirir. Bu farkındalık, geçici lezzetler ve mutluluklarla değil ebedi olanla huzur bulacağını hatırlatır. İnsanın varlığını ebediyen emniyet altına alacak ve güvende hissettirecek olan, bu duygunun ve ebedi huzurun Varlık Kaynağıdır.
İnanmayanlar, ölünce her şeyin biteceğini ve insanın ebedi huzura ulaşmak gibi bir ihtiyacının olmadığını iddia ederler. Bu iddia, insanın gerçekliğiyle çelişir ve kendisini kandırmasına neden olur. Her insan ebedi mutluluk ve huzuru ister. Bunu herkes bizzat kendine sorarak doğrulayabilir. İnsan, manen ebedi itminan ve emniyeti ister. Peki hal böyleyken, ölümle birlikte bu ebediyet arzusu da mı yok olacak? Düşünme, arzu etme, sevme, sevilme, şuur yani bütün bu maddi olmayan duygular nedir? Bunlar maddi midir? Şuur ve duygular ölmekle yok olmaz çünkü onlar maddi değildir. Öldüğünde toza toprağa karışacak olan yalnızca insanın bedenidir. Örneğin, bir insan bir anda kör olsa asla görme arzusunu da kaybetmez. Göz görmese de görme arzusunun varlığı devam eder. Buna benzer biçimde, insanın bedeni ölse de manevi varlığı yani ruhu var olmaya devam eder.
Ölüm, insanın maddi olmayan tarafına hiçbir şey yapamaz. İnsan ruhunun bu dünya şartlarında kullanımına verilmiş olan bedeni çalışamaz hale gelirse ruh o bedeni terk eder. İşte insanın bedenen ölmesi, ölümsüz olan ruhun artık görev yapamayacağı yeri terk etmesidir. İnsanın manevi tarafı toprağa gitmiyor çünkü o toprak türünden yani dünyevi bir varlık değildir. Mesela, bir kitabın fiziki halini yakmak onu bedenen öldürmek gibidir. Yanan, kitabın sayfaları yani kâğıttır. Kitabın ihtiva ettiği manalar asla yanmaz veya ölmez. Benzer biçimde ölen insanın bedeni yani fiziki tarafıdır. İnsan, ölmez. Ruh, ait olduğu manevi aleme gider. “İnsan” tanımı, beden ve duyguların ötesindedir. Beden, insani özellikler ve arzulardan farklıdır. Beden, bu insani özelliklerin geçici bir süre ikamet ettiği meskenidir. İnsanın insaniyet tarafı meskenin ötesini yani mana ve ebediyeti arar.
Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Falaq – Part 1 –06/19/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.