17. Söz’de Said Nursi şöyle diyor:
Evet, masnuâtta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Mâdem şu masnuât elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâpervâ zevâlin havasına at, arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.
Peki biz neden bu asrın ihtiyaçlarına, sorularına cevap veren, marifetullah yolculuğunda çok orijinal yöntemler gösteren Risale-i Nur gibi bir eseri okuduğumuz halde kainata tevhid nazarıyla bakamıyoruz, tevhid eğitimini pratik hayatımıza yansıtamıyoruz, kainattaki her bir eserde tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatlarını okuyamıyoruz? Bu soru önemli ve bir çok ortamda dile getirilen bir problemi ortaya koyuyor.
Öncelikle denilebilir ki her bir insanın nerde hata yaptığını başkası bilemez. Her bir insanın kendi yolculuğudur bu ve bu yolculukta karşısına çıkacak engelleri de en iyi kendisi teşhis edebilir. Başkaları ancak bu teşhise yardımcı olacak araçlar verebilir insana. Bununla birlikte problemin teşhisi ve nedenleri ile ilgili hissettiklerimizi paylaşmakta fayda var. Hakikat yolcuları birbirlerinin tecrübelerinden istifade edebilir ve etmelidir.
Ben kendim için aynı soruyu sorduğumda şöyle bir cevap aklıma geliyor: İrade eksikliği ve tevehhüm-ü ebediyyet.
Üstadın Risale-i Nur’da anlattığı şeyler dediğim gibi birer araç. Nasıl tefekkür edileceğinin yöntemini öğretiyor. Balık tutmayı öğretiyor tabiri caizse. Daha sonra balık tutmaya başlama iradesini göstermek ise bize kalmış. Bu iradeyi göstermek için önce balığın tadını bilmemiz ve balıkla ilgili bir tecrübemizin olması lazım. Yoksa neden balık tutalım ki? İmani meseleleri tefekkürle kalbimize indirmemiz için imanın tadını bir nebze hissetmiş olmamız lazım. Her bir anımızı bu şekilde geçiremesek bile mesela risale okurken bunu az buçuk hissetmişizdir. Hakikat peşinde koşan her bir insan hakikatın tadını almış ki hakikat araştırmasına devam ediyor.
İrade eksikliğine dönecek olursak… Şimdi her birimiz 1-2 dakikalık bir konsantrasyonu sağlayabilir ve o gün başımıza gelen ya da gördüğümüz olaylardan herhangi birinde tecelli eden esmayı okuyabilir ve hislerimize mal edebiliriz. Tevhid ile yaşayabiliriz yani o 1-2 dakika için. Bir insan eline aldığı bir meyvede Rahmet- İlahiyenin tebessümünü görebilir ve o meyvenin bizzat kendisi için kainattan toplanıp gönderildiğini tefekkür ederek hakikatin bir ucunu yakalayabilir. Ama bu 1-2 dakikalık okumaların sayısını ve süresini artırmak için irade gerekiyor. Zor bir iş bu. Yani yoğun bir şekilde 5 dakika Lailahe illallah’ı anlamaya ve hissetmeye çalışmak gerçekten zor bir iş. Ama 1-2 dakikalık okumaların sayısını artırarak 5 dakikalık okumaya ulaşmak mümkün. Aynen 200 Kg halteri kaldırmak için önce 20 kg ile başlamanın gerekmesi gibi.
“Kainata ben neden tevhid nazarıyla bakamıyorum” demek “ben neden 200 kg kaldıramıyorum” demek gibidir. Evet, insan 200 kg kaldırabilir ama önce belki 2 yıl, her ay 5 kg artırarak ağırlık kaldırma iradesini göstermesi lazım. İnsanın cüzi iradesine burada önemli bir rol düşüyor. Karar almalı ve demeli ki: “ben bu ay her gün 5 kg kaldıracağım, daha sonraki ay her gün 7 kg kaldıracağım” ve hakeza. Bu çalışmanın sonucu belli bir zaman sonra 200 kg kaldırmak olacaktır. Ama “insan 200 kg kaldırabilir” diye yüzlerce metin okuyup ve fakat hiç ağırlık kaldırmayan insan, isterse 20 yıl “insan 200 kg kaldırabilir” diye tekrar etsin o ağırlığı kaldıramaz.
“Onca yıldır risale okumama rağmen, neden eşya ile yatay düzlemde ilişki kuruyorum? Neden tevhid eğitiminde meleke kazanıp pratik hayatıma yansitamıyorum?” gibi bir sorunun cevabı burada yatıyor bence. 10 yıl risale okumak, 10 yıl “insan 200 kg kaldırabilir” cümlesini okumak gibi bir şey. Risaleyi okumak kendi başına imanda derinleşmeyi ve imanın kalbe inmesini ya da kainata tevhid nazarıyla bakmayı getirmez. Risale araç verir insana. Okuma yazmayı öğretir. Ondan sonra insanın kainat kitabını tefekkürle ve bu tefekküre hislerini de dahil ederek okumaya başlaması lazım.
Kısacası bizim günlük tefekkür programımız olmalı. 1-2 dakika ile başlamalıyız (ki ben bunun bile ilk başta mümkün olacağından şüpheliyim). Bu tefekkürler ciddi konsantrasyon ile olmalı. Elimize bir çiçek alıp “ne kadar güzel yaratılmış, ne kadar güzel yaratılmış” diyerek sathi bir şekilde olmamalı. Duygulanmalıyız bu 1-2 dakikalık tefekkür sonucunda. Kalbimiz çarpmalı heyecandan. Gözlerimiz yaşarmalı.
Zaman geçtikçe göreceğiz ki tefekkür yeteneğimiz güçlenmeye başlamış. Tefekkür süre ve sayısı artmaya başlamış. Ama aynen bir hattatın bir hafta yazı yazmasa geriye gittiği gibi, biz de bu tefekkürümüzü bir gün bıraksak göreceğiz ki geriye gitmişiz. Amelin az da olsa devamlı olanı hayırlıdır (yani tefekkür meyveleri çıkarır, marifetullahta insanı ileriye taşır, eşyadaki özellikler ile Baki olan yaratıcısının arasındaki bağı kurar). Bir şeyi sürekli yapmak çok zor bir olaydır. Sağlam irade gerektirir. Ama nasıl ki 200 kg kaldırma hedefi olan insan düşük ağırlıklarla çalışmaya devam ettiği süre boyunca vücudunun geliştiğini görür ve vücudunun gelişmesi sonucunda kaldırabildiği miktarın arttığını gördükçe motivasyonu artar. Ve bu motivasyon onu çalışmaya teşvik eder (kısır döngünün aksine salih daire diyoruz buna). Aynen öyle de insanın günlük 1-2 dakikalık tefekkürleri sonucunda ulaştığı marifetullah ve alacağı lezzet-i ruhaniye, o insanı kamçılayan bir teşvik olacaktır. Ve o insanın çok zor olan bir işi sürekli yapma meselesinde sebat göstermesini sağlayacaktır.
Tekrar vurgulamak gerekirse marifetullah yolculuğu akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. İnsan kürek çekmeyi bıraktığı anda geri gitmeye başlar. İnsanı meşgul edecek, konsantrasyonunu dağıtacak, dinden uzaklaştıracak, kalbine vesvese verecek milyonlarca şey olan bu asırda insan kürekleri bıraktığı anda geriye gitmeye başlayacaktır. Evet, iki günü eşit olan ziyandadır.
Buradan irademize düşen ikinci vazifeye geliyoruz: Zihnimizi temiz tutmak. Nasıl ki bir çöplükte gül yetişmez ise, medya çöplüğüne dönmüş zihnimiz de marifetullahta ilerlemek için gerekli ortamı sağlamayacaktır bize. Devamlı suni gündemlerle meşgul olmamız, hem irademizi zayıflatarak yukarıda bahsi geçen tefekkür sürecine girmemizi engelleyecek, hem de tefekkür yapsak bile zihnimizde marifetullah çiçeklerinin yetişmesi (ve dolayısıyla kalbimize inmesi) mümkün olmayacaktır.
Son olarak yukarıda yazdıklarım bilgi olarak bilinse bile insan bu iradenin ortaya konmasını tevehhüm-ü ebediyyet ile “bunları yapacağım ama daha önümde uzun bir ömür var, yaparım bir gün elbet” şeklinde ileriye atıyor. İşte irade ve inat gibi duygular bu gibi vesveselerle mücadele etmek için verilmiş. Burada da insan kendisine verilen inat ve iradeyi kullanıp masaya yumruğunu vurmalı ve “hayır, ne zaman öleceğim belli değil, bugün, bu dakikada harekete geçmem gerekir ve geçeceğim” demeli.
Burada 11. Şuanın 4. meselesini de yeniden hatırlamakta fayda var.
11. Şua’nın, Dördüncü Meselesi
Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:
“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.
Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklükmakûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.
İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar odâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizinyüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.
Tebrikler, istifadeye medar olmuş.Allah razi olsun.
Nitelikli bir analiz yazisi olmus tebrikler. Ben de sunu eklemek isterim irade eksikligi ve tevehhumu ebediyete ek olarak haşyet duygusu her an aklimizda olmali. Belki de iki maddeden de once gelir haşyet.