أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِى ٱلْقُبُورِ
100:9. “Bilmez mi ki kabirlerde olanlar alt üst edildiğinde.”
Ayetteki kabir ifadesi gömülmüş olan her türden yaşantıya işaret eder. Mesela, dün yaşandı bitti ve kabre kondu. İçinde bulunduğumuz andan önce geride bıraktığımız her saniye kabre gidiyor. Zaman geçtikçe yaşanan her ne varsa kabre gömülüyor. Peki, ölünce ne olacak? Hayattayken yaşadığımız her şeyin mazi kabrine gömüldüğünü biliyoruz. Kabre gömülenler yok mu oluyor? Varlıkları devam ediyor mu? Tamamen yok olabilirler mi? Kâinattaki düzen ve varlıkların var edilişine baktığımızda bu sorulara cevap bulabiliriz. Cevaplar, varlıkların varlık kaynağı hakkında yapılan tanıma bağlıdır. Kâinattaki her türden varlık, var olabilmek için mutlak özellikleri olan bir varlık kaynağına muhtaçtır. Sebepler, tabiat veya kendi kendine oluş bir varlık kaynağı olamaz. Bunlar insan aklı ve mantığına uyacak izahatlar değildir. Sebepler sonuçları var edebilecek nitelikte değil çünkü kendileri de var edilmek zorundadır. Tabiat varlıkları var edemez çünkü kendisi var edilmek zorundadır. Eğer tabiat, varlık kaynağı ise onun sonsuz ilim ve irade sahibi olması lazım ama bunun mümkün olmadığını biliyoruz. Kendi kendine olan ve var olan hiçbir varlık yoktur öyleyse kendi kendine oluşla da varlığı izah edemeyiz. Bu durumda, insan aklına uyan tek makul seçenek bütün varlıkları var eden ve özellikleri bu kâinat türünden olmayan yani mutlak olan bir Yaratıcı seçeneğidir. Yaratıcı olmazsa bu varlıkların hiçbiri olamaz. Biz ve diğer tüm varlıklar varız, öyleyse bizi var eden bir Yaratıcının varlığı zorunludur.
Yaratıcı, varlık kaynağı tek olmalıdır çünkü her varlık türünün tüm özellikleri tek elden çıkmış gibi hiç değişmeden devam ediyor. Kedi, kuş, kurbağa, ağaç gibi kelimeler kullanıp belirli varlıkları tarif edebiliyorsak bunun sebebi varlık kaynağının tek ve değişmez olmasıdır. Bu varlık kaynağı hep diri yani hay olmalı çünkü sayısız varlığın canlılığı devam ettiriliyor. Hiçbir canlı kendi kendine canlılığını devam ettirecek özellikte değildir. Varlık kaynağı her şeyi muhafaza edici yani “hafız” olmalıdır. Çünkü her sene aynı zamanlarda aynı varlıklar yepyeni ve taptaze biçimde, renk ve şekilleri korunarak var ediliyor. Kiraz mevsiminde aynen değil fakat benzer özelliklerle kiraz var ediliyor bildiğimiz biçim, renk, koku ve tat verilerek. Sanki geçen sene yediğimiz kirazların özellikleri korunarak yeniden var ediliyor. Bunun gibi diğer varlıklar da benzer biçimde özellikleri korunarak var ediliyor. Varlıklar sadece özellikleri korunarak yeniden var edilmiyor aynı zamanda insan algısı da korunuyor. Her insanın zihnindeki kiraz algısı aynıdır. Bu algıyı hafızada koruyan insanın kendisi değildir. Onu Var Edendir.
Varlıkların özelliklerinden hareketle, Varlık Kaynağını bu şekilde tanımladığımızda maziye giden zamanlar ve ölüm hakkındaki soruların cevaplarını bulabiliriz. Varlık kaynağının hay, hafız ve vahid gibi özelliklerinin mutlak olması gerektiğini anladıktan sonra ölüm ve kabir sürecinin muhafaza eden anlamındaki “hafiz” özelliği olan bir Yaratıcının iradesine tabi olduğunu da anlarız. Yaratıcı her daim var ve diri olmalıdır. Öyleyse biz hayata gelmeden önce de hayattayken de ve öldükten sonra da hep O’nun kontrolü altındayız. Geçip giden zamanlar bizim algımıza göre dünyayı terk ediyor. Yaratıcı bu anları muhafaza ediyor olmalı çünkü bu kâinattaki yarattıklarından bunun sayısız örneğini görüyoruz. Geçip giden yaşantıları var eden Yaratıcı, onları kayıt altında tutandır. Bütün bu yaşantıların kayıt altında olması lazım çünkü görülmemiş sayısız hesap ve yarım kalan işlerin yanı sıra insanın sonsuz var olma isteği de bunu gerekli kılıyor. Böylece bu ayette geçen kabirlerdekilerin alt üst edilmesi ifadesi, zamanı geldiğinde her insanın yaşantılarının muhafaza edildiği kayıtların açılması şeklinde anlaşılabilir.
وَحُصِّلَ مَا فِى ٱلصُّدُورِ
100:10. “Kalplerdeki niyet, inanç ve diğer hisler ortaya çıkarılıp açıklandığı zaman.
Kabirlerin alt üst edilmesinin insanın kayıtlı yaşantılarının tekrar ortaya çıkarılması anlamına geldiğini öğrenmiştik bir önceki ayetten. Kalplerdekinin hasılasının ortaya çıkarılması ise bütün bir hayat boyunca varlığa yüklenen mana ve algılayış biçimlerinin insan bilincine yansıtılması biçiminde yorumlanabilir. Kâinatta öyle bir düzen var ki insan bu düzene kendi içinde şahitlik edebiliyor. İnsanın geçmişe ait yaşantıları hatırlaması bunların yok olmadığına işaret eder. Benzer şekilde, kâinatın işleyiş biçimi de insandaki gibi geçmişe giden anların yok olmadığına şahitlik eder. Dün yapılmış olan doğru veya yanlış herhangi bir şey bugün hatırlanabilir. Bu hatırlayış, o anların yok olmadığı manasına gelir. Örneğin, bir hâkim geçmişte işlenmiş bir suç için ceza verdiğinde bu suçun sorumluluğu yine mahkûma aittir. Suç hala mevcuttur. Peki, insan vicdanı geçmişte yaşanmış bir şeyi nasıl anlamlandırır? Vicdan, insana geçmişte işlediği bir hatanın halen kendisiyle beraber olduğunu söyler. Ölünce de aynı şey oluyor. Yani insanın bütün hayatı boyunca yapıp ettikleri bilinç düzeyinde kendisiyle beraberdir. Eğer böyle olmazsa o zaman suçlu veya suçsuz ayrımı yapmanın bir manası olmaz. Demek ki her şey kayıt altına alınıp zamanı geldiğinde tekrar ortaya çıkarılmalı ki herkes yaptıklarının karşılığını bulsun. İnsanın yapıp ettiklerinden sorumlu olması, adaletin temel ilkelerindendir.
İnsan, geçmişini unutmak ister mi? Genellikle kötü anılarını hatırlamak istemez. Belki, onlar kaybolsun der ama iyi hatıraları hep korumak ister. Peki, ölünce neyi korumak isteriz? Öldüğümüzde bedenimiz toprağa girer. Bilinç ise ruhun ayrılmaz bir parçasıdır ve madde türünden değildir. Adeta ruhu sağlam tutan unsurdur. Bilincimizi kaybetmek istemeyiz. Ölünce bilinç de beden gibi toprağa karışıp yok olmaz. Beden devamlı yaşlanarak ölüme hazırlanırken bilinç hep var olmak isteyecek biçimde yaratılmıştır. Beden gibi olması var ediliş biçimiyle çelişir. Bundan dolayıdır ki insan öldüğünde bilincinin varlığı devam eder. Bu hakikat bize, cennetin ebedi var olma biçimlerinin yeri, cehennemin ise adem yani fani olan, devam etmeyen varlık biçimlerinin yeri olduğunu izah eder. Nitekim Kur’an, cennetin ebedi olduğunu çeşitli ayetlerde belirtir. “İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar da yaratılmışların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, zemininden ırmakların aktığı ölümsüz güzelliğin üretildiği tarifsiz cennetlerdir; orada sonsuza kadar kalacaklardır: Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan memnun olmuştur. İşte bütün bunlar, Rablerinin sevgisini yitirmekten korkanlar içindir.” (98: 7-8). Bu ayette “halidina fiha ebeda” yani cennette ebedi olarak kalacaklardır ifadesi geçiyor. Bir sonraki ayetin meali şöyledir: “Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerini cehennem ateşinde kalıcı bulacaklar. İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir.” (98: 6). İlginç biçimde bu ayette sadece “halidina fiha” yani orada kalıcıdırlar ifadesi geçiyor. Bu ayetler cennetin ebedî, cehennemim ise Allah’ın takdir ettiği süre kadar devam edeceğini ifade ediyor. Öte yandan, cehennemin ademler yani faniliklerin toplandığı yer olması bakımından da sonlu olması gerektiği düşünülebilir. 6:128 ayetinde de bu doğrultuda ifadeler vardır. “Allah, hepsini o gün toplayarak; ‘Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız.’ der. Onların dostları olan insanlar ise; ‘Rabbimiz, birbirimizden istifade ettik ve bizim için belirlediğin sürenin sonuna ulaştık’ derler. Allah: ‘Allah’ın dilediği hariç, Cehennem sizin sürekli kalacağınız meskeniniz olsun.’ der. Şüphesiz Rabbin Hâkim’dir, Âlim’dir.” Cennet ise varlıkların hakikatlerinin Allah’a bakan yüzlerini (28:88) yani hakikaten var olanın bir tek Allah olduğu, O’nun dışında her varlığın helak olacağı gerçeğinin zuhur ettiği ebedi var oluş biçimini temsil eder. Baki olan yalnız vechullah olduğuna göre, bunu söyleyebiliriz. Bu hakikat, insanın gerçekliğiyle uyumludur. İnsan hep huzurlu ve mutlu olmak ister, elem ve kederin ise bitmesini arzular. Her insan ayetlerin sunduğu bu hakikati kendi vicdanına başvurarak tasdik edebilir. Ama ısrarla inkâr etmek isteyen de edebilir. İnkâr sadece bu dünya şartlarında, hür irade sahibi olmanın gereği olarak mümkündür.
Kendi gerçekliğimizden gafil olmamalıyız. Yaşadığımız her anın silinmez biçimde kayda alındığından emin olmalıyız. Bu dünya bir eğitim yeridir. Hiçbir derse katılmayıp eğitim almadan okulu terk etmek yerine henüz okuldayken eğitimin gereğini yerine getirmeliyiz. Aklı başında her insan görevini yapar. Boşa geçen zamanlardan dehşete düşmeli ve hemen yapılması gereken neyse ona başlamalıyız. Kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten kaçmamalıyız. Aciz ve var edilmek zorunda olduğumuzu hatırda tutarak varlık kaynağımızı tanımak için çalışmalıyız. Yaratıcımızın Kendisini bize tanıttığı bir okul olan şu kâinat içinde eğitim devam ederken öğrenmekten geri durmamalıyız. Boşa geçen her anımızdan sorumluyuz. Hep öğrenmek için çabalarsak eğitimin sonunda çalışmamış olmanın pişmanlığını yaşamayız. Aksine, memnuniyetle mezun oluruz. Zaman geçiyor ve ektiğimiz ürünleri hasat etmek üzere buradan ayrılıyoruz. Ne ekmişsek veya ömrümüzü neye harcamışsak onun karşılığını almaya ve aslında varlığımızın kime ait olduğunu bizzat öğrenmeye gidiyoruz. Tövbe geçmiş içindir. Tövbenin sonucu tövbe edildiği an gerçekleşen aftır. Tövbe ettiğimiz an, eğitim yeniden başlar. Kelime manası geri dönmek olan tövbe, insanın kendi gerçekliğine dönüşünü ifade eder. Tövbemizde samimi olduğumuzun göstergesi hemen derse girip öğretmeni dinlememizdir. Gerçekliğimizi bize öğreten dersin hocası Yaratıcımız, uygulayıcısı Peygamberimiz (SAV), dersin kitabı Kur’an ve kâinat, sınıfı ise bizim varlığımızdır. Varlığımızı göz ardı ederek dersten kaçarsak hayata yabancılaşır ve anlamsızlık uçurumuna yuvarlanırız. Varlığımızı Yaratan, bizim geçmişimizi, geleceğimizi ve akıbetimizi de bilir. Ebed arzusunu Yaratan, ebedi bilen ve karşılayacak olandır. “Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdar olandır” (67:14).
إِنَّ رَبَّهُم بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيٌ
100:11. “Şüphesiz o gün Rableri onların her şeyinden haberdardır.”
İnsanın varlık kaynağı olan Yaratıcısı, tanım gereği onun yapıp ettiği her şeyden haberdar olmalıdır. Çünkü bu kâinat şartlarındaki her şey var edilmeye mecburdur. İnsan ve fiilleri de var edilmek zorundadır. Var eden ise kâinat türünden olmayan mutlak özelliklerdeki tek Yaratıcıdır. Yaratan, her yaratmadan haberi olandır. Bizzat o varlık verdiği için haberinin olması da şarttır. İnsan buna kendi varlığında da şahitlik edebilir. Kendisi yapıp ettiklerinin farkında olduğuna göre, onları Yaratan elbette ki her şeyin farkında olmalıdır. Bu sonuca her insan ulaşabilir. Öte yandan Yaratıcı, her insana kapasitesine göre sorumluluk yükler. İlkokul seviyesindeki bir öğrenciyle üniversitedeki bir öğrencinin seviyesi ve sorumluluğu nasıl farklıysa, Kur’an’ın mesajına muhatap olan insanların da kapasitelerine ve sorgulama düzeylerine göre sorumlulukları değişir. Her insan bu sorgulama, niyet ve kapasitesine göre mesajdan payını alır. Vahyin ne dediğini merak etmeyen ve sorgulamayan bir insan için Kur’an’ın getirdiği mesajın bir anlamı olmaz. Bunun için insanın kendini Kur’an’a açması ve ne için hayatta bulunduğunu ciddi manada sorgulaması gerekir. Zira sorusu olmayanın cevabı da olmaz.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Adiyaat– Part 5 –01/30/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.