Ders Notları

“Pencerelerden Seyret, İçlerine Girme”

“Pencerelerden Seyret, İçlerine Girme” | Ha-Mim

Ha-mim’in 09. 07. 2023 tarihli Mektubat dersinde, Yirminci Mektup’un Birinci Makamı’nın -aşağıdaki- Dördüncü Kelime başlıklı kısmı okunup müzakere edildi:

“Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıstıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinat et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, sefayı bul. Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, sefasını çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler /Neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 219)

Derste, konunun daha önce okunup müzakere edilen İkinci Makam’daki temellendirilmesi de göz önünde bulundurularak kıymetli tefekkürler paylaşıldı. İfade olarak gayet arı ve duru olan metnin hem tümü hem de özellikle son cümlesinde geçen “Pencerelerden seyret, içlerine girme” ifadesi etrafında bereketli değerlendirmeler yapıldı. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=kw6RYhuxRCw) bir kısmına işaret etmek istiyorum.

Moderatörün takdim sırasında işaret ettiği gibi metin, bütün varlığın Onun mülkü olduğunu, insanın da, insanın faaliyet gösterdiği alanın da aynı şekilde Onun mülkü olduğunu dile getiriyor. Ardından insana, “Sen kendini kendine malik sayma” diyerek bir vurgu daha yapıyor ve hayat yükünün ağır olduğunu, insanın kendi başına bu yükü kaldıramayacağını belirtiyor. Onun ise hem Kadir hem Rahim olduğunu hatırlatarak insanın Ona dayanması gerektiğini, böyle yapılması halinde keder ve zahmetin kaybolup yerine keyif ve sefanın geleceğini paylaşıyor. Daha sonra sözü tekrar kainatın mülkünün de Ona ait olduğuna getirerek insanın birtakım perişaniyetler ve aksaklıklar karşısında mülkü sahibine teslim etmesi halinde cefanın değil sefanın söz konusu olacağını, zira Onun Rahîm olması yanında Hakîm de olduğunu beyan ediyor. Son cümlede de insana, dehşet aldığı zaman “Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” demesi gerektiğini söyleyerek “Pencerelerden seyret, içlerine girme” tembihi yapıyor.

Ben bir şey yaptığımda düzene uyuyorum. Yani var edenin, kainatın tümünde bir ahenk içerisinde çalışmak üzere gerçekleştirdiği tercihine tabi oluyorum. Yoksa o düzenin içine girip ‘ben de mevcut düzene uymaktan başka farklı şöyle bir düzen kurayım’ deme imkanım yok. Ben metindeki ‘İçlerine girme’ ifadesini böyle anlıyorum.

Bir müzakereci yaşanan hayattan kesitler paylaşarak insanın dert etmemesi gereken şeyleri de dert ettiğini, mesela evde çocuğu veya işi ile ilgili sıkıntılar yaşadığında kendisini kolayca gerginliğe atabildiğini, oysa kişinin kendine düşen vazifeleri yaptıktan sonra ortaya çıkan gelişmeleri bu kainatı bir düzen içerisinde hikmetle ve rahmetle yaratana, yani “gayba bakan yönleri” ile değerlendirmeye çalışması icap ettiğini, metinde geçen “pencere” tabirini böyle anladığını söyledi.

Bir katılımcının metindeki “Pencerelerden seyret, içlerine girme” ifadesinin biraz daha açılması talebine karşılık müzakerecilerden biri şunları paylaştı: “Bu ifade çok basit gibi görünmedi bana. Önce bu kainatın nasıl bir kaynaktan geldiğini tespit etmek gerekiyor. Sonra kainattaki düzeni, yaratılış düzenini dikkate almak gerekiyor. Bakıldığında kainattaki yaratılış düzeninin kainatın varlık kaynağının tercihi olduğu anlaşılıyor. Kainatta olup-bitenler gerçekte O Varlık Kaynağının tercihi istikametinde gerçekleşiyor. İnsan ise hür iradesi ile ancak Onun kendisine tanıdığı alanda tercihler yapıyor ve fakat yaptığı tercihlerin kainatın tümünde gerçekleşen Yaratıcının tercihi olduğunu bilmiyor veya bilmiyor olabiliyor. Eğer buna ikna olursak o zaman ‘lehü’l-mülk: mülk Onundur’ deriz. Peki O kim? O, kainatta gerçekleşen olayların şahitliği altında baktığımızda düzen sahibi, rahmet sahibi, hikmet sahibi olduğu anlaşılan Varlık Kaynağı. Kainatın işleyişi Onun bu özelliklerini yansıtıyor. İşte bunu anladığımızda metnin ilgili cümleleri bizim için anlamlı hale geliyor. Bir arkadaşımız ‘bize seyretmenin ötesinde biraz iş düşmüyor mu?’ diye sordu. Bence düşmüyor. Şu anlamda: Bu kainatta var olan yaratılış düzeni dışında ben bir tercih yapamam. O düzenin gereği olanı da yapmak zorundayım. Yapmazsam kendimle çelişirim, kendi varlığımla çelişirim. Bir şey yaptığım zaman da yaptığım şeyin ancak ve ancak kainattaki düzene uymaktan başka bir şey olmadığını anlamam gerekir. O düzeni değiştirmek, kendi irademe tabi kılmak gibi bir durumun söz konusu olmadığını bilmem lazım. Ben bir şey yaptığımda düzene uyuyorum. Yani var edenin, kainatın tümünde bir ahenk içerisinde çalışmak üzere gerçekleştirdiği tercihine tabi oluyorum. Yoksa o düzenin içine girip ‘ben de mevcut düzene uymaktan başka farklı şöyle bir düzen kurayım’ deme imkanım yok. Ben metindeki ‘İçlerine girme’ ifadesini böyle anlıyorum. Yoksa ben bir şeyi alayım, söz gelimi laboratuara götüreyim, ısıtayım, soğutayım vs’ dediğimde bunların hepsi zaten mevcut olan bir düzene uymaktan, düzenin verdiği imkanlardan faydalanmaktan başka bir şey değildir. Ama insan ‘ben kendim yoktan bir şeyler yapıyorum’ zannediyor. ‘Pencerelerden seyret’ dediği bence bu! Yoksa ‘tembel tembel otur’ anlamında değil.”

Diyelim ki acıktım, yemek ihtiyacım var. Bunun karşısında iki türlü tavır alabilirim: a) Mutfağa gidip yemeği alır ve yerim; b) Tahkik mesleğine uygun olarak, ‘Beni acıktıran olay benim yaratılış gerçeğimdir. Beni kim var ettiyse bendeki açlık duygusunu da O var etmiş olmalıdır. O halde ben şimdi gidip yemek yemeliyim’ demek yerine, ‘Beni var eden, bana acıkma duygusu veren, beni acıktırarak bana bu ihtiyacımı gidermem gerektiği idrakini sunanın emrine uymalıyım’ demeliyim.

Başka bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Metindeki söz konusu ifade insanı vazifesizliğe mahkum eden bir cümle değil, aksine insanın kainatta olup-biten olaylara karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini ifade eden bir cümle. Metin gayet vurgulu şekilde kainatın malikinin kudret, rahmet ve hikmet sahibi olduğunu dile getiriyor. Bunu gören ve bunu onaylayan bir kimsenin meydana gelen olaylar karşısında kaygısız, telaşsız -dinî terimiyle- mütevekkil olması gerektiğine işaret ediyor. Basit bir örnekle, varlıklı birisi beni bir gemiye bindirmişse, ben de gemiyi, gemide olup bitenleri, başta kendim olmak üzere gemidekilerin her türlü ihtiyacının en iyi şekilde karşılandığını, yapılan her şeyin yerli yerinde ve amaçlı olduğunu görüyor, bu suretle gemi sahibinin iyi niyetli, cömert, merhametli, hikmetli… olduğunu anlıyorsam, anlamışsam psikolojik olarak çok rahat olmam, kendimi daima güvende hissetmem gerekir. Eğer gemi bazen bana göre dalgalı yerlerden geçiyorsa veya bazı sarsıntılara yol açıyorsa benim rahatsız olmamam gerekiyor. Aynı şekilde sebebini anlayamadığım bir şekilde benim hoşuma gitmeyen sonuçlarla karşılaşsam bile, gemi sahibinin beni bu gemide beni karşılıksız misafir etmesindeki merhamet ve hikmeti düşünerek ‘rahat’ımı yitirmemem lazım. Bu bağlamda kainat gemisine baktığımızda bu geminin sahibinin bilinçli, şefkatli ve hikmet sahibi olduğunu açıkça görüyoruz. O halde deprem, sel, hastalık, ölüm vs. gibi sıkıntılı durumlar söz konusu olduğunda telaş, korku ve kaygıya kapılmamam lazım, olanları -metindeki ifade ile- seyretmem lazım, fakat bu olayların arkasındaki rahmet ve hikmet cilvelerini görmeye gayret etmem lazım. Bunu yapmaz da, -müellifin başka yerde söylediği ifade ile- aklımı kainata mühendis yaparsam, ‘şu niye benim arzu ettiğim gibi olmadı, benim istediğim gibi olmalıydı’ dersem Onun rahmet ve hikmetini bir anlamda suçlamış olurum ve hem de -güya- kainatın tümünde gerçekleşen düzenin geçmiş ve geleceği ile beraber bütününü kavramış da onda bir eksiklik görmüş gibi bir iddiada bulunmuş olurum. Bu da Ona karşı saygısızlık olduğu gibi beni de olumsuz etkileyen, yaratılış maksadına ters düşen bir tavır olur diye düşünüyorum. Ama bütün bunlar benim insan olarak bu alemde Onun verdiği görevleri yapmamam anlamına gelmez. Zaten ilk görevim Onu tanımak, sonra da Onun hükümleri çerçevesinde davranarak ‘insanî vazifemi’ ifa etmek diye anlaşılıyor.”

Daha sonra bir katılımcının “İçlerine girersek ne olur” sorusu etrafında önemli tefekkürler dile getirildi. Ardından yaratılıştaki düzene vurgu yapan müzakereci tekrar söz alarak şunları ifade etti: “Geleneksel anlayışta ‘aman dünyayı bir kenara koyma’, ‘dünyadan payını da ihmal etme’ mealinde bazı sözler var. Bunları doğru bağlama koyarak anlamak gerekiyor. Ben sözü tekrar kainattaki düzene getirerek bunu bir örnekle kendime daha berrak hale getirmek istiyorum. Diyelim ki acıktım, yemek ihtiyacım var. Bunun karşısında iki türlü tavır alabilirim: a) Mutfağa gidip yemeği alır ve yerim; b) Tahkik mesleğine uygun olarak, ‘Beni acıktıran olay benim yaratılış gerçeğimdir. Beni kim var ettiyse bendeki açlık duygusunu da O var etmiş olmalıdır. O halde ben şimdi gidip yemek yemeliyim’ demek yerine, ‘Beni var eden, bana acıkma duygusu veren, beni acıktırarak bana bu ihtiyacımı gidermem gerektiği idrakini sunanın emrine uymalıyım’ demeliyim. Böylece yemek yediğim zaman ihtiyacımı gideriyor, tatmin oluyorum. Bir arkadaşın hatırlattığı gibi ‘hayr-ı mutlaktan gelen emri güzel bir şekilde kabul etmiş’ oluyorum. Sonuç olarak kainata konulmuş olan düzene uyarak o düzenin Kurucusunu tanıyor ve Onunla ilişkimi ‘ubudiyetle’ yani Onu benim Mabudum, Sahibim görerek; ve ben ise Onun yarattığı, Ona her daim muhtaç olan abd yani kul olmam gerektiği gerçeğimi dikkate alıp pratik hayata uyguluyorum.”

Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın