Yarı-çıplak kıyafetleri, yöresel dansları, ilginç gelenekleri dolayısıyla Afrika yerlilerine ait belgeseller hepimizin dikkatini çeker. TV programlarında, ansiklopedi maddelerinde ya da seyahat kitaplarında bu kıtada yaşayan toplulukların inançlarını, tapınmalarını, avlanmalarını, aile içi ilişkilerini büyük merakla takip ederiz ya da okuruz. Ulu-orta bilgilere göre bu kabileler itikadî bakımdan mitolojik inançlara sahip, amelî bakımdan dinî ritüellerini birbirinden farklı müzikli eğlenceler şeklinde ifa eden kimselerdir. Oysa son dönemlerde yapılan sağlıklı araştırmalara göre bu toplulukların çoğunda “yüce bir Yaratıcı Güç” inancı veya mesela, “Ormanın ruhu” gibi kavramları vardır; ve her kabile bu Yaratıcıya mahalli, müzikal enstrümanlarla şükrünü ifa eder, Ondan iyilik ve bereket diler, Ona çeşitli kurbanlar ve hediyeler sunar.
Mesela Gana’da, başkente yakın yerlerde yaşayan Ga’lara göre tabiat ve insan işleriyle ilgili çok sayıda kuvvet ve ruh varsa da, bunların yaratıcı özelliği yoktur. Gökleri ve yeri Naa Nyonma adıyla anılan çok güçlü bir Yaratıcı yaratmıştır. Yine mesela Güneybatı Afrika yerlilerinden olan Hoikho halkına göre bütün varlıkları yaratan Gamab olup, kendisi gökyüzündedir. Hayatı verip canlandıran ve dilediği zaman bir canlının hayatına son veren Odur. Yine mesela Kongo’da yaşayan Bambutiler, Kamerun’da hayat süren Babingalar, Gabon’da varlıklarını devam ettiren Babongalar’a göre dünyayı tek olan tanrı yaratmıştır; O, insana ışık ve yıldızları bahşetmiştir. Onun bu iyiliğine karşı Ona şiirle, coşkulu duygularla mukabele etmek gerekir. Başka bazı kabilelere göre Varlığın Ruhu olan bir yaratıcı vardır ve Ona ateş etrafında dönerek, şarkılar eşliğinde dua ve teşekkür etmek atalarından kendilerine intikal eden bir uygulamadır…
Afrika yerlilerinin inanç ve yaşayışlarına dair bu birkaç notu paylaşmamın sebebi, geçen hafta müzakereli bir derste, “evrensellik, peygamberlik, insan fıtratı” gibi konular konuşulurken, bir müzakerecinin şu mealdeki kanaatini paylaşmak: “Tebliğin ulaşmadığı kişi yahut topluluklar insanî fıtratlarıyla şu veya bu adla adlandırdıkları bir Yaratıcı fikrine ulaşabilir, Ona şükürlerini ve Ondan isteklerini türlü geleneksel yollarla sunabilirler. Yaratıcıyı hangi isimle anarlarsa ansınlar ve Ona karşı insanî tavırlarını nasıl ortaya koyarlarsa koysunlar, bunun makbuliyeti konusunda bende en küçük bir şüphe yoktur. Bana göre böyle kimseler kendilerini dindar sayan nice Müslümanlardan önce cennete gireceklerdir. Benim bu anlayışımı ‘garipseyebilirsiniz’ ama ben bunun böyle olduğuna samimiyetle inanıyorum. Ama tebliğin ulaştığı ve Peygamber’den haberdar olanlar için durum elbette farklıdır. Böyle kimseler gerek Yaratıcıyı “tanıma” gerekse Ona karşı insanî tavırlarını sergilemede yani “ubudiyet”te Peygamber’e tabi olacaklardır.”
Bu müzakere notunu paylaşmamın sebebi ise kimlerin cennete gireceği ya da girmeyeceğini konuşmak veya Zulular’ın cennetlik olup olmadığını tartışmak değil, benim için. Aksine Yaratıcıya karşı insanî mukabelemde yani kullukta yani ubudiyette Peygamber gönderilmiş olmasının benim için ne kadar kıymetli bir “rehberlik” olduğu ve gerçekte benim bu rehberliği hayatımda ne kadar merkeze aldığım konusunda bir muhasebe yapmaktır.
Birçok özgün tefekkürün paylaşıldığı derste, daha sonra benim kendimce daha çok odaklandığım konu bu oldu. Ben kendi soru ve sorgulamalarımla basamak basamak ilerleyerek Yaratıcının bana mesajı olduğuna, Kur’an’ın Onun bana konuşması olduğuna ulaşmış, emin olarak bunu tasdik etmiş isem; bundan sonra en temel konu, bunu tatbik etmede Peygamber’in rehberliğine muhtaciyetim, öte yandan Peygamber’in insan olarak ortaya koyduğu hayatla (sünnet) bana yardımcılığının büyük bir kolaylık, büyük imkan ve büyük bir rahmet olmasıdır.
Neyi düşündüm, biliyor musunuz? Şunu: Tebliğ bana ulaşmış olmasaydı, çok muhtemelen aklî çıkarımlarla ulaşacağım Yaratıcı Kudret hakkında nasıl bir adlandırma içinde olacaktım? Gök Tanrı mı diyecektim, Evrenin Özü mü diyecektim, Yerlerin ve Göklerin Ulu Hakanı mı diyecektim, Cihan Sultanı mı diyecektim bilmiyorum. Ya Peygamber’in uygulama örnekleri olmasaydı, O yaratıcıya karşı şükrümü, memnuniyetimi, dileklerimi nasıl iletecektim? Trampet çalarak mı, kaval çalarak mı, flüt üfleyerek mi, kösü tokmaklayarak mı? Yağız bir ata binip çelik-çomak oynayarak mı? Bilmiyorum. Sonra da şunu düşündüm: Peygamber’den haberdar oldukları halde sünnete tabi olmayanlar adı “kopuz” ya da “tar” olmasa bile sakın kendi nefis yahut hevalarını tokmaklıyor olmasınlar? Bilemem! Ben kendime bakmakla yükümlüyüm!
Bir peygamberden haberdar olduğu halde değişik gerekçelerle bir yaratıcıya inanmayanların veya peygamberden hiç haberdar olmayanların içinde, bir yaratıcıya dahi inanmayanların, kabilesinin şükür danslarına katılmayanların, “ilkel” diye tanımlanan bu kabilelerin çok gerisinde bir ilkellik içinde olduğunu düşünüyorum. Mesela, bu kabilelerin bir yaratıcıyı temsil eden inançlarıyla alay eden bir inançsız antropolog profesör için, “zavallı adam, bir ilkel kabile üyesi bile olamamış” desem, ne dersiniz?
Çok şükür tebliğ kendisine ulaşanlardanım. Çok şükür Peygamber’den haberdar olan ve onun (asm) uygulama örneklerini dikkate alarak, tam yaşayamasam da, en azından yaşamak gerektiğini bilenlerdenim!