Ders Notları

Tahkiki İmanın Dile Yansıması: “SEBEPLER” Değil, “SEBEP GİBİ GÖRÜNEN ŞEYLER”

Tahkiki İmanın Dile Yansıması: "SEBEPLER" Değil, "SEBEP GİBİ GÖRÜNEN ŞEYLER" | Ha-Mim

Aile veya çevrenin telkinine tabi olarak ortaya çıkan ‘taklidi iman’ ile araştırma ve sorgulamaya bağlı ‘tahkiki iman’ arasındaki farkı, daha doğrusu farkları fark etmek gerekiyor. İlki ezber kalıplara dayanırken, ikincisi bilinçli bir tercihe dayanıyor. İlki başlangıçtaki tercihten sonra bir bakıma istem dışı iken, ikincisi güçlü bir iradeye yaslanıyor. İlki alabildiğine gevşek iken, ikincisi olabildiğince sıkı bir niteliğe sahip oluyor. Bundan dolayıdır ki bu iki iman türünün akla, duyguya, dile ve eylemlere yansıması arasında da büyük farklılıklar gözleniyor.

Sözü getirmek istediğim konu, bu iki iman türünü çeşitli yönleri ve sonuçlarıyla karşılaştırmak değil. Hafta sonu yapılan müzakereli bir derste, tahkiki imanın dile de nasıl yansıdığına dair, güzel bir örneği gündeme getirerek bazı çağrışımlara işaret etmek. Esasen dil, “insanın düşünce ve duygularını yansıtma aracı” olduğuna göre tahkiki imanın dile de yansıması kaçınılmazdır ve bunu normal görmek gerekiyor. Tamam; ama ifade etmeliyim ki örnek çok güzeldi ve ben bu bağlamda yapılan müzakerelerden çok istifade ettim. 

Müzakereye konu olan metin, Lemaat’taki “Lâ müessire fi’l-kevn illâ Allah: Kainatta müessir-i hakikî ancak Allah’tır” başlıklı parça idi. Metnin ilk cümlesi “Îcâd ve halk-ı kevnde vâsıta sırf zâhirî” diye başlıyordu. Ben ders öncesi sathî olarak metne baktığımda, “konu belli, metin ‘sebeplerin tesiri olmadığını’ söylüyor” şeklinde kendime bir not çıkarmıştım. Moderatör de metni okurken benim kendime çıkardığım notlardaki gibi ifadeler kullanarak takdim yapıyordu. Bir müzakereci söz alarak şu mealde bir paylaşımda bulundu: “Kainatta sebepler var ama sebeplerin tesiri yok” şeklinde bir ifadeyi iyi düşünmek lazım. Böyle bir ifade problemlidir, zira içinde çelişki barındırıyor. Bunun yerine “sebep gibi görünen şeyler var” ifadesini kullanmak gerekiyor. Konumuz, insan iradesine düşen görev değil, yaratma işleminde tesirin kime veya neye ait olduğudur. Kainatın ve içindeki her bir varlığın varlık alemine gelişindeki etken faktörü sorgularken kullanacağımız dile dikkat etmezsek, sanki kainatta ‘bazı var etmeye gücü yeten varlık sebepleri var da, biz bunu reddediyoruz’ gibi bir mânâ çıkıyor. Diğer bir ifadeyle, ‘sebeplerin tesiri yok’ ifadesi peşinen, “kainatın içinde veya bir parçasında veya (esasında varlık verme kurallarına takılan bir adlandırma olan) ‘tabiat kanunları’ denen varlık sebebi gibi bir şeyler var da, bu sebeplerin etkisi yok” şeklinde kendi içinde çelişkili bir anlayışa kapı aralıyor. Çünkü, eğer bir şey sebep ise, o şeyin ‘var etmede etkisi’nden bahsediyoruz ki, bu takdirde ‘varlık sebebi’ anlamında kullanılmış oluyor. Oysa çalışılan metnin işlediği, bizim de tahkik ettiğimizde ortaya çıktığı üzere ‘bize sebep gibi görünen şeylerin yaratma işleminde hiçbir etken rolü yok…’ anlamını taşıyan bir dil kullanmak gerekiyor…”

“Kainatta sebepler var ama sebeplerin tesiri yok” şeklinde bir ifadeyi iyi düşünmek lazım. Böyle bir ifade problemlidir, zira içinde çelişki barındırıyor. Bunun yerine “sebep gibi görünen şeyler var” ifadesini kullanmak gerekiyor. Konumuz, insan iradesine düşen görev değil, yaratma işleminde tesirin kime veya neye ait olduğudur.

Ben, önce “sebeplerin varlığını niye inkar ediyoruz ki” diye düşündüm. Söz alan bazı katılımcılar da sebeplerin yok sayılamayacağını, sebepler yokmuş gibi bir ifade kullanmanın üslup olarak gözlemlerimizle bağdaşmadığını, dolayısıyla sebeplerin varlığını inkar etmeksizin, ‘etkenliğinin’ temelsizliğini ortaya koymanın daha doğru olacağını ifade ettiler. 

Konuşmalar bu minvalde devam ederken ben metne tekrar baktım; metin, yaratılışta “vâsıta sırf zâhirî” yani “sadece görünürde” diyerek ilk müzakereciyi doğruluyordu. Ama diğer müzakerecilerin dile getirdiği hususlar da yanlış değildi. Dikkatlice dinleyerek anlamaya çalıştığımda, belirtilen hususların birbiriyle çelişmediğini, meselenin bakılan yerle alakalı olduğunu fark ettim. Başlangıçta evrene bakıldığında, biz insanların iradelerini kullanırken tabi olmak zorunda olarak var edildiğimiz kainattaki yaratılış düzeninin gereği olarak, bize göre sebeplerin bulunduğunu ve bunları inkar etmenin mümkün olmadığını, fakat insanın kainat ile kurduğu ilişkide görünen sebeplerin gerçekten etken olup olmadıklarının sorgulanması sonrasında bakıldığında ise, bunların hiçbir etkenliğinin bulunmadığını, dolayısıyla ortada insan iradesinin kullanımına sunulan ve zahirde (ilk bakışta) sebep olarak görülen hiçbir şeyin sebep olmadığını, ancak ‘bize sebep gibi görünen şeylerin’ bulunduğunu, bu yüzden de böyle bir ifadenin gerçeğin tam da beyan edilmesi olduğunu anladım. Böylece benim dünyamda bu ifadenin müzakereye temel teşkil eden metnin tam da amacına hizmet eden bir ifade olduğu açıklık kazanmış oldu.

İster şu aşamada “sebep” diyeyim, ister “sebep gibi görünen şeyler” diyeyim, konuyu evrende varlıkların ‘vücûda gelişi’ açısından düşündüğümde; ağaç-meyve, arı-bal, anne-bebek ilişkisi aklımdan geçti. Meyve, ağacın; bal, arının; bebek, annenin eseri olabilir mi? Başka bir ifadeyle ağacın meyvenin oluşumunda, arının balın üretiminde, annenin bebeğin vücûda gelmesinde “müessiriyet”i (varlık sebebi olma özelliği) var mıdır? Meyvenin oluşması için sadece ağaca değil topraktan güneşe kadar bütün bir kainata ihtiyaç var. Ayrıca bu unsurların iradeleri, güçleri, ilimleri vb. sayısız özelliklerinin olması da zorunludur. Ki, biz bu varlıklarda kendilerine ait hiçbir özellik görmediğimiz gibi, bu varlıkların kainatın düzenine tabi olarak var olmak zorunda olan, ve varlık verilmeye muhtaç olan yaratıklar olduğunu kolayca kavrayabiliyoruz. Bir tek meyveyi ancak ağacı, toprağı, havayı, güneşi kısacası bütün kainatı var eden yaratabilir… Diğerleri de öyle. O zaman mesela ağaç-meyve ilişkisinde ifadeyi mecburen şöyle kurdum: “Meyvenin oluşumunda bana sebep gibi görünen ağacın hiçbir etkinliği yoktur.”

Tekrar müzakereye döneyim. Müzakerede dile getirildiği üzere “sebepler” yerine “zahirde sebep gibi görünen şeyler” ifadesini kullanmak bana ‘tahkiki imanın’ dile yansıması olarak göründü. Nitekim ilgili müzakerecinin şu mealdeki sözleri de bunu teyit etti: “Günlük avamî dil ile tahkiki iman eğitimi mümkün müdür? Burada tahkiki iman eğitimi yapıldığına göre, dilin buna uygun olması gerekiyor. Kainatta ‘bizim sebep diye gördüğümüz şeyler’, gerçekte “müessir” (varlık verme yetkisi) olmayıp yaratılış düzeninin bizim tarafımızdan algılanış şeklidir. Yoksa günlük dilde, gökyüzünü siyah bulutlar kaplamışsa, elbette “yağmur geliyor” deriz. Ama yağmur olayı ne bulutun, ne havanın, ne yer küresinin ‘kaynaklık yapacağı’ bir olay değildir. Yağmurun bir damlasını bile ancak bu kainatı var eden yaratabilir. Öte yandan şuna da işaret etmek gerekir ki, son birkaç yüzyıldır “sebep-sonuç” ilişkisi diye kainata “müessiriyet” (varlık verme yetkisi) veren anlayış, günümüzde de doludizgin devam ederken, biz tahkiki imanın terminolojisini kullanma konusunda hassasiyet göstermeliyiz.” 

Eğer yaratılıştan bahsediyorsak, “sebep” olarak kainatta hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, kainat içinde “sebep-sonuç”tan bahsetmek, kainatın varlık alemine gelişinde ‘Yaratıcı Allah’ inancını peşinen dışlayan bir kurgudur. Dolayısıyla kainat tümüyle ve parçacıklarıyla yalnız “sonuç”tur. Sebep, onu varlık alemine getiren Yaratıcıdır. Eğer insan iradesinin sorumluluğundan bahsediyorsak, evet, “kainat sebepler alemi”dir. İnsan kainatın varlık düzenine yerleştirilmiş olan kurallara riayet ederek, iradesini kullanmak üzere yaratılmıştır.

Müzakerenin sonunda şöyle bir sonuç çıkarttım: Eğer yaratılıştan bahsediyorsak, “sebep” olarak kainatta hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, kainat içinde “sebep-sonuç”tan bahsetmek, kainatın varlık alemine gelişinde ‘Yaratıcı Allah’ inancını peşinen dışlayan bir kurgudur. Dolayısıyla kainat tümüyle ve parçacıklarıyla yalnız “sonuç”tur. Sebep, onu varlık alemine getiren Yaratıcıdır. Eğer insan iradesinin sorumluluğundan bahsediyorsak, evet, “kainat sebepler alemi”dir. İnsan kainatın varlık düzenine yerleştirilmiş olan kurallara riayet ederek, iradesini kullanmak üzere yaratılmıştır. Dolayısıyla kainatta insan için her şey sebeptir. İnsanın Yaratıcısı ile bu yaratık alemde ilişki kurmasına imkan veren ve adına “sebepler” denen şey, kainatın düzeninin gereğine uymak suretiyle kainatın Yaratıcısına “benim için şu sonucu yarat” dileğinde bulunmaktan başka bir şey değildir. Aslında “kulluk” dediğimiz kavram da tam bunu ifade eder. İnsan, iradesiyle kainatın düzenine uyarak, Yaratıcıya müracaat eden yani dua eden bilinçli bir varlıktır. Bu anlamda insan için kainat evet, “sebepler dünyası”dır.

Sözün özü ilgili müzakerelerde gündeme gelen “sebepler” yerine “bize sebep gibi görünen şeyler” ifadesini kullanmak gerektiği, tahkiki iman eğitimi çalışmalarında doğru terminolojinin ne kadar önemli olduğu konusunda benim için çok faydalı bir örnek oldu. İç dünyamda bütün müzakerecilere teşekkür ettim.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın