Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (15. 10. 2023) yapılan Lahikalar dersinde, Kastamonu Lahikası’ndan 5-10. Mektuplar okunup müzakere edildi. Hem moderatörün takdim sırasında yaptığı küçük dokunuşları hem müzakerecilerin katkılarıyla çok istifadeli konular gündeme geldi. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=ZO_kwvbzjjs) 6. Mektup’ta geçen aşağıdaki paragrafla ilgili müzakerelere değinmek istiyorum:
“Rabian: Risaletu’n-Nur, kendi kendine Kur’an’ın himayeti ve hıfz-i Rabbânî altında intişar ediyor. İmam-ı Ali (r.a.) iki defa “sırren, sırren” demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Sizin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hadisatına karşı -şimdiye kadar gibi- yine tam mukavemet eder ümidindeyim.” (Kastamonu Lahikası, İstanbul 2020, s. 17).
Görüldüğü gibi müellif burada Risale-i Nur’un kendi kendine, Kur’an’ın himayesi ve Rabbânî bir koruma altında intişar ettiğini, İmam-ı Ali’nin iki defa “sırren, sırren” demesiyle Kur’an’ın mesajının muhtaçlara ulaştırılmasının ve bu devirde de Risalelerin hizmetinin perde altında insanların imanlarına daha ziyade feyiz ve nur verdiğine işaret ettiğini dile getiriyor. Ardından muhataplara, daha önce olduğu gibi yine sıkıntılı şartlara karşı sabır, rıza ve mukavemet içinde hareket etmeleri gerektiğini hatırlatıyor.
Moderatörün metindeki “kendi kendine” ifadesinin altını çizmesi üzerine bir müzakereci -sonradan bana ulaştırdığı notlar çerçevesinde- şunları söyledi: “Bu ifadeyi ayrı bir renkle işaretlemişsiniz. Çünkü, şunu bilmek gerekir ki, vesile olanlar yalnızca istihdam edilen araçlardır. Diyelim ki bir yerden kamyona patlıcan yükleniyor, başka bir yere getiriliyor ve pazarda satılıyor. İnsanlar pazarda kamyonu takdir etmezler, patlıcanı takdir ederler, eğer kaliteli ise. Çürükse veya acıysa zaten kimsenin umurunda olmaz. Kamyon istediği kadar son model ve kaliteli bir araç olsa da insanlar kamyona değil patlıcanın kalitesine bakarlar. Peki, kamyonun kalitesine değer verenler, bu kamyon yeni ve çok mükemmel diye taşıdığı patlıcanın kalitesine bakmadan alsalar ve patlıcanlar çürük olsa onlardan yararlanabilirler mi? Veya, patlıcan çok taze ve lezzetli ve fakat bazı insanlar onu taşıyan kamyona bakıp eğer eski, değersiz bir kamyon ise, bu kamyonun taşıdığı patlıcandan ne beklersin deyip de onu satın almaktan vazgeçerse, doğru bir seçim yapmış olurlar mı? Elbette ki hayır.”
“Bu, gerçek olduğu için Kur’an’a veya onun tefsiri olarak Risale-i Nur’a hizmet edenler kendilerini ‘kamyon’ gibi araç olarak görmelidirler. Böyle yapmayıp da kendilerine pay biçerek şahıslarını o hizmetin sahibi olarak görürlerse yanlış yaparlar. Zira patlıcanın ulaşmasında kamyon araç olduğu gibi, manav da araçtır; geriye doğru gidersek üretici de araçtır, bahçe de araçtır, toprak da araçtır. Asıl mal sahibi bu araçları görevlendiren Yaratıcıdır. Eğer bu gerçek göz ardı edilir de araçlar gerekçe anlamda “sahip” veya “sahiplikte pay sahibi” gibi bir mahiyette anlaşırsa yanlış olur. Aynen bunun gibi iman ve Kur’an hizmetinde de kişinin kendisini merkeze alması, kendisini o hakikatlerin ya da hizmetlerin sahibi olarak görmesi yahut sahiplikte pay sahibi olduğunu düşünmesi de yanlış olur.”
“Yukarıda anlatılanlar, araçların önemli olmadığı ve dolayısıyla Kur’an’ın insanlara sunduğu mesajı başkalarına taşıma gayreti taşıyan bir aracı kişinin, mesajı insanlara sunma tarzına, üslubuna, muhatabın kapasitesi ve ihtiyacını dikkate almaya hacet yok diyerek kendisine düşen göreve dikkat etmesine gerek olmadığı anlamına gelmemelidir ve de gelmez. İnsanların ruhî ihtiyacını karşılayan hakikatlerin onlara ulaştırılmasında dikkate alınması gereken ‘usul’ yani metot ne kadar önemli ise, bu metodun sunulmasındaki ‘üslup’ da en az o kadar önemlidir. Hakikatlerin taşıyıcılarının görevlerine özen göstermeleri yanı sıra, taşıdığı hakikati kendi ürünü gibi sunup muhataplarını hakikate tabi olmak yerine kendine tabi olmalarını ima eden bir tavır sergilemeleri de hakikatin insanlara ulaşmasına engel olur. İnsanlar sunulan hakikati kendilerine özümsemekten daha çok, aracıya hayranlıkla aracının kişiliğini özümserler ve savunurlar. Demek ki, taşıyıcının hakikat ile kendi kişiliğinin arasını açması, hakikati dikkatlere sunup, kendi kişiliğini, kendi faziletini kendisine saklaması gerekiyor. Böylece hakikati kendine mal etmekten kaçınmış olacaktır. Resulullah’ın (asm) risaleti boyunca her zaman kendisine Rabbinin öğrettiğini ve başarıların veya başarısızlıkların tamamen Rabbinin takdiri olduğunu ifade etmesi bunun güzel bir örneğidir. Ayrıca Risale-i Nur Külliyatının yazarının da her fırsatta yazılanların Kur’an’dan öğrendikleri olarak hatırlatması, öğrendiklerinin ise önce kendisinin ihtiyacına karşılık Rabbin ihsan ettiğini, kendisinin de kitapları okuyanlar gibi bir okuyucu, öğrenci olduğunu tekrar tekrar söylemesi yapmış olduğu aracılığı kendisine mal etmemekte gösterdiği hassasiyet de bizim için güzel bir Sünnet-i Resulullah’ı uygulama örneğidir.”
“Parça, Risale-i Nur’un Kur’an’ın himayesinde ve Rabbin hıfzı dahilinde yayıldığını söylüyor. Çünkü Risale-i Nur’larda bir hakkaniyet varsa, o da bu hakkaniyeti Kur’an’dan alıyor. Hak güçlüdür. Yaratılışla uyumludur. Kainatın yaratılış maksadıyla uyumludur. İnsan gerçeği, insan duygularıyla uyumludur. Eğer peşin hükümlerle, ‘yaratılmışlığımı kabul etmeyeceğim, din denen bir şeye tabi olmayacağım, gerçekleri ben kendim bulurum, kendime güvenmeliyim’ gibi önyargılar devreye girmezse ‘hak’ insanın akıl ve ruh dünyasında layık olduğu yankılanmayı bulur. Felsefenin etkisinin sınırlılığı da buradan kaynaklanıyor. Filozofların ne etkisi var? ‘Her nasılsa oluşmuş bir dünyada var olmuşuz, ölüp yok oluncaya kadar çalışıp faydalanmaya bakmalıyız’ diyorlar. Diyelim ki ‘materyalistim’ veya ‘naturalistim’ diyor. Peki delili var mı? Maddenin hiçbir düşünme, kendiliğinden hayatta kalma tercihi yapacak özelliği var mı? Yok. ‘Tabiat’ dediğin bir bilinçli varlık mı ki maddeye vücut vermeyi tercih etsin ve sonra da onu nasıl hayatta kalacağına karar verecek özellik ve güç ile donatsın? Tekrar parçaya dönersem, müellif diyor ki, ‘Risale-i Nur hizmetinin gelişmesine ben vesile oluyorum, bunu ben sağlıyorum’ dersen yanlış yaparsın.”
Ardından moderatör Risale-i Nur’un başka yerlerinde de geçen “sırren tenevveret” terkibini zaman zaman düşündüğünü ve -küçük tasarruflarla- şöyle bir anlama ulaştığını söyledi: “Risale-i Nur’un onca engellere ve zorluklara rağmen intişar etmesi yani ilk zamanlarda yazılması, daha sonra geniş kitlelerce okunması aynı zamanda onun sivil karakteriyle alakalı. Arkasında devlet desteği, siyasi otorite desteği, zengin kesimin mali destekleri vs olmaksızın büyük bir rağbete mazhar olması “sırren” diye ifade edilen hususa bakıyor diye anlıyorum. Ama elbette onun asıl kuvveti referans aldığı Kur’an’dan kaynaklanıyor.”
Başka bir müzakereci de şunları paylaştı: “Parçadaki ‘İmam-ı Ali iki defa ‘sırren, sırren’ demesi işaret eder ki perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir’ ifadesi bana ilginç geldi. Burada ‘perde arkasında daha fazla intişar eder’ demedi de ‘daha fazla feyiz ve nur verir’ dedi. Moderatörün işaret ettiği gibi ben bunu Risale-i Nur’un her hangi bir kurum ya da kuruluşun arkasına sığınmadan doğrudan ihtiva ettiği Kur’an kaynaklı hakikatlerden alması olarak anlıyorum. Kur’an nasıl ki samimi muhatap olunduğunda akla nur, kalbe feyiz veriyorsa, onun yorumu olan Risale-i Nur da -samimi muhatap olunca-, insanı hem aklî hem de duyguları itibariyle doyuruyor, dolayısıyla kendine celp eden bir mahiyet taşıyor.”
Benim bu dersten özellikle istifade ettiğim husus şu oldu: İnsanda bir “temlik”, bir “sahiplenme” duygusu var. Bir şeyleri sahiplenmeyi, kendine bağlamayı, en azından kendisiyle ilişkilendirmeyi çok seviyor. “Ben yaptım, ben söyledim, ben kotardım” türünden cümleler kuruyor. Özellikle bir hayra vesile olmuş yahut bir olumlu gelişmeye vasıta kılınmışsa kendisini vesilelikten çıkarıp “sahiplenme” boyutuna taşıyor. Oysa insanın nefes almasından yediği yemeğin sindirilmesine kadar kendi bedeninde olup-biten olaylarda bile rolü sembolik faaliyetlerden ibaret. O halde Kur’an hizmetinde bulunan, Risale-i Nur hizmetinde bulunan kimseler de vesileliklerini “sahiplenme”, “kendine mal etme” noktasına taşımamalıdırlar.
Allah razı olsun.