Dünya misafirhanesine gözlerini açan seyyah, milyonlar gizemlerle dolu, her biri birer mucize olan sanatlı sayısız varlıklar ve bu varlıklar ile aklı ve hissi bir ilişki içerisinde olduğu bir harikalar diyarında bulur kendini.
Meraklı seyyah bu harikalar diyarının gizemlerini çözmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken görür ki bu harikalar diyarının en büyük harikası kendisidir.Bütün kainat ile alakadar ve bütün kainatta tasarrufta bulunacak muhit bir istidada sahiptir. Kendi varlığı da tılsımların en büyüğüdür, kendini tanıdıkça hayreti artmakta, hayreti arttıkça merakı daha da büyümektedir.
Dünya seyyahı, bu gizemli yolculuğa devam ettikçe görür ki sahip olduğu muhit istidatlarla beraber o harikalar diyarında iradesini kullanarak yegane tasarrufta bulunan kendisidir.
Bu işlerin içinde bir iş olmalı, tecrübe ettiğim bu harikaların bir anlamı olmalı, buraya nasıl getirildiğimin bir izahı olmalı diye tefekkürünü derinleştirdikçe hayreti daha da artmaktadır. Dünya seyyahı hayretine mağlup olup kendi varlığının nasıl olduğunu, bu akıl, şuur ve hiç durmadan değişen hislerin nasıl vücuda çıktığını ve varlığının anlamının ne olduğu merakı sarar ve varlığının kaynağını bulmaya karar verir. İbrahim (AS) misali her parlak şeye meftun, güzele ve kemale müptela kalbin teşviki ile aya, yıldızlara ve güneşe müteveccih olup varlığının kaynağının olsa olsa bunlar olabileceğini, kalbin ancak bunlara mukabil olunca mutmain olacağını düşünür. Ama vakit gelir meftun olduğu ve kalbindeki itminanın kaynağı olarak düşündüğü herşey guruba gider ve dünya seyyahı anlar ki kendisi zevale mahkum olan, değişimden kendini kurtaramayan; onun varlığının kaynağı, kalbin aradığı nurun kaynağı olamaz ve İbrahim (AS) gibi “la uhibbul afilin” diye feryad eder.
Sonra neden bu hairkalar diyarındaki tek iradeli tasarruf sahibi kendini bildiğinden, benim varlığımın kaynağı kendimdir der. Ve kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılarım ilüzyonuna girer, ama anlar ki ihtiyaçlar sonsuz kendisinin iktidarı ise pek kısadır; en ufak ihtiyaçlarını karşılamaktan bile çok acizken nasıl olur da kendi varlığının kaynağı olduğunu düşünür. Varlık noktasında mutlak acziyetini hissettiği an anlar ki mutlak acziyet ancak Mutlak bir var edenle vücud bulabilir.
Ama dönüp bu harikalar diyarına bakınca, harikalar diyarındaki hiç bir şeyin mutlak olma özelliği yoktur çünkü hepsi daima bir tegayür ve tebeddülata mecbur oluyor. Böylece o dünya seyyahı anlar ki mutlak acziyete ancak Mutlak bir var eden cevap olabilir ve O mutlak var eden bu harikalar diyarının içinde olamaz.
Meraklı seyyah tefekkür yolculuğunda öyle bir noktaya varır ki Mutlak var eden ile bu harikalar diyarının ilişkisinin nasıl olduğunu düşünmeye başlar.Bu yolculuğunda kendisi gibi varoluşsal, yani kendi benliğinde dercedilmiş sorularına cevap bulmaya çalışan, varlığını anlamlı kılmayı dert edinmiş bir seyyaha denk gelir. Diğer seyyah buna bu harikalar diyarının bu diyarı var edenin tecellisi olduğunu söyler. Bizim seyyah bu kez tecelli ne demektir onun merakına düşer ve nasıl olur da kendisini var edenle iletişim kurup, konuşabilirim sorularına cevap aramaya başlar.
Yaptığı anlama dualarına her şeyi var eden O Mutlak Zat cevap olarak bir mana yaratır. Ressam-resim örneği bu cevabın ta kendisidir. Resim ressam olmamakla birlikte, ressamın sanatına dair kabiliyetlerini yansıtmaktadır. Ama kabiliyetler sınırsız olduğundan resmin hiç bir zaman ressam olması söz konusu olamaz. Çünkü resim ile ressam arasında bir derece farkı değil bir mahiyet farkı söz konusudur.
Ama bizim meraklı ve inatçı seyyah bir şekilde Mutlaka ulaşmaya O’nunla konuşmaya ve bu harikalar diyarının varlığının manasının ne olduğunu anlamaya kararlıdır.Bu tefekkür yolculuğuna devam ederken bir sada işitir:
“Melekler ve Cebrail o gece Rabblerinin izniyle yeryüzüne iner” (97:4)
Böylece bizim seyyahın hayreti ver merakı daha da artmış, soruları dahada çoğalmıştır. Kim bu melekler? Cebrail kim? Nereden iniyorlar? Rabblerinin izniyle indiklerine göre melekler bana O Mutlaka nasıl ulaşacağımı söyleyebilirler diye düşünmeye başlar. Kimse bu melekler onları bulmalı, indikleri yere nasıl çıkılır onlara sormalı. Bizim meraklı seyyah bu kez bu harikalar diyarında bu melekleri aramaya koyulur. Yolculuğa devam ederken görürki bu harikalar diyarının sadece beş duyu ile algıladığı mülk ciheti yok; ondan daha öte, daha latif, daha ince, daha güzel baska bir harikalar diyarı daha var, kendisi gibi olan diğer seyyahlar o ciheti alem-i meleküt diye isimlendirmişler. Melek, meleküt birbirine çok benzer acaba nasıl bir ilşiki var aralarında diye merak eder, düşünür.
Sonra bu ilişkiyi analamaya çalışırken şöyle bir şema ilham edilir seyyahın dünyasına.
Ve meraklı dünya yolcusu anlar ki bu harikalar diyarının birisi mülk diğeri meleküt olmak üzere iki ciheti vardır. Melekler bu harikalar diyarının meleküt boyutundadırlar. Melekler, Mutlak var edenin esmasına ayine vazifesi görüyorlar. Mutlak olan esma melekler ayinesine yansıyarak zihayat ve zişuur olan şu dünya seyyahına ulaşıyor. Dünya seyyahı anlıyor ki belkide bu yüzden kainattaki özellikler Mutlak Zat’ın ne aynısı ne de gayrısı oluyor çünkü melek ayinesine gelen mutlak isimlerin seyyaha yansıması meleklerin yansıtma kapasitesi ile sınırlı oluyor. Melek ayinesinde yansımadan önce Tek, Vahid, Ehad, Ferd iken yansımayla birlikte binler olup kesret diye tecrübe ettiğimiz şey vuku buluyor. Böylece, geldiği aslına yani Mutlak var edene müştak olan dünya seyyahının ruhuna mesaj taşıyorlar, Rabb’e ayine olmak cihetiyle rasul vazifesi görüyorlar.
Dünya seyyahı dönüp kendine bakar ve görür ki hayat ve şuur diye bir şeyler var ve bunların varlığını sadece cismaniyetiyle izah edemiyor, öyleyse bu cismaniyetin varlığının devamını sağlayan ruhta var. Sonra anlar ki melekler ile iletişime geçen ruhtur, eğer melekler olmasaydı ruha gelen bir mana da olmazdı. Yolculuğunun başından beri kendi varlığını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan dünya seyyahi anlıyor ki bu ancak melekler ve meleküt ile kontak kurmak ile mümkün. Çünkü tecrübe ediyor ki cismaniyet-madde kendi başına bir mana aktarması mümkün değil, zira ne hayat ne de şuuru var.
Neden sonra dünya seyyahi kendini dinlemeye, enfusi tefekkürüne devam eder ve anlar ki Ruh Rabbinin emrindendir ve daima geldiği yere bir iştiyak duyuyor. Ama Rabbin Mutlak olması ve ruhun da mukayyet olması nedeniyle yolculuğunun başından beri ulaşmaya çalıştığı Halık’ın Zatına ulaşmak hiç bir cihette mümkün olmuyor. Ama seyyah biliyor ki yolculuğunun başından beri kendi varlığının farkında ve bu varlığı anlamlandırmak için bütün bu arayışlar, bu yolculuk ama bu harikalar diyarı mülk cihetiyle derdine derman olmuyor, olamıyor. Anlamı ancak ve ancak Allah’ın esmasını tecelli ettirdiği melekler ayinesi ile iletişime geçmekle yakalayabiliyor. Kainat, melekler üzerin giydirilmiş bir vücuttur. Cismaniyet itibarı ile madde, madde itibarı ile de hayattar olmadığından sadece mülk ciheti ile iletişim mümkün değildir. Bu ancak hayat ve şuur ile mümkündür ki buda yalnızca meleküt boyutunda gerçekleşebilir. Ve yorgun seyyah anlıyor ki Mutlak ile hiç bir şekilde direk iletişime geçemez, ruhun Rabbi ile buluşması ve mana tansferi gerçekleşmesi ancak meleklerin varlığı ile mümkün ve izah edilebilir.
Melekler, Mutlak’tan gelen tecelliyi insan ruhunun anlıyabileceği forma dönüştüren varlıklardır. Işığı renklere dönüştüren prizma, radyo dalgalarını insanın anlıyabileceği ses formuna dönüştüren radyo frekansı gibi.
Ve sorgulamaktan yorulan seyyah anlıyor ki melekler olmasaydı insan ruhu da olmazdı. Eğer ruh yoksa hayat ve şuur da olmayacağı için bu yolculuk da olmazdı, varlık da olmazdı zira varlığının farkında olan ancak ve ancak ruhtur.
Eğer insan ruhu olup melekler olmasaydı, insan kainata sadece madde yönüyle muhatab olmak zorunda kalacağından ruhun iletişim kurabileceği bir şey olmayacak, mana olmayacaktı. Yani aslında ne bir harikalar diyarı nede bu yolculuk olmayacaktı, zira madde ancak mana ile kaimdir.