Hadis Okumaları Kur'an Okumaları Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

Hadislere Muhatap Olmanın Eğitimi – I

Hadislere Muhatap Olmanın Eğitimi - I | Ha-Mim

Arkadaşlar aşağıdaki ders notlarının paylaşılmasını arzu ettiler. İnşAllah faydalı olur. Bu ders notları Fatma Özten kardeşimiz tarafından hazırlanmıştır. Bundan sonraki notlar aşağıdaki Muhakemat’tan alınan parçanın üzerine yapılan derse ait olacağından, her bölümü okurken bu ana metne müracaat etmenizi tavsiye ederiz.

Muhakemat, 1. Makale, 12. Mukaddeme, 2. Mesele

Pûşide olmasın, Sevr ve Hûtun kısas-ı meşhuresi, İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen, Mukaddeme-i Saliseye git, göreceksin, hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dahil olmuştur.

Amma, İbn-i Abbas’a olan nispetin ittisali ise: Dördüncü Mukaddemenin âyinesine bak; o ilhâkın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, Sevr ve Hût üzerindedir.” Hadis olarak rivayet ediliyor.

Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır.

Saniyen: Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dahil olmaz. Zira yakîn şarttır.

Salisen: Mütevatir ve kat’iyyü’l-metin olsa da, kat’iyyü’d-delâlet değildir. Eğer istersen, Beşince Mukaddemeye müracaatla, On Birinci Mukaddemeyle müşavere et! Göreceksin, nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış, bu hadisi, mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-ı sahiha üçtür:

Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemmâ olan Hamele-i Arş, melâikedir. Bu Sevr ve Hût dahi, öyle iki melâikedir. Yoksa, Arş-ı Âzamı melâikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafidir. Hem de lisan-ı şeriatte işitiliyor: Herbir nev’e mahsus ve o nev’e münasip bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek ve o nev’in ismiyle müsemmâ, belki âlem-i melâikede onun suretiyle mütemessil oluyor.

Hadis olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş Arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet, şemse müekkel olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur, gider, gelir.

Hem de hükema-i İlâhiyyûn nezdinde, herbir nevi için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemidd”i bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta “melekü’l-cidal” ve “melekü’l-bihar” ve “melekü’l-emtar” gibi isimlerle tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i Hakikî, yalnız Zât-ı Akdestir.

Kâinatta Allah’tan başka Müessir yoktur.” Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret, perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umur-u hasiseyle mübaşeret ve mülâbeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasiptir.

İşte bu dilediğini yapmaya kadir olan ve herşeyi hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” En’am Sûresi, 6:96; Yasin Sûresi, 36:38; Fussilet Sûresi, 41:12.

İkinci mahmil: Sevr, imaret ve ziraat-i arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hût ise, ehl-i sevahilin, belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse, “Devlet ne şey üstündedir?” Cevap verilir: “Kılıçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Mârifet ve san’at ve ticaretle” cevap verilir. Veyahut “Nev-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevap ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.”

Kezalik, vallahu a’lem, Fahr-i Kâinat buna binaen cevap vermiş. Şöyle sual eden zât, İkinci Mukaddeme’nin sırrıyla, böyle hakaike zihni istidat kesb etmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.” Zira, yerin imareti nev-i beşer iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kurâ’nın menba-ı hayatları, ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin âzam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri, balığın cevfinde ve hûtun üstündedir. “Bütün av, yaban eşeğinin karnındadır” meselesine mâsadaktır. Bu lâtif bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Faraza, sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse fenn-i beyanda olan “İşitenin, beklemediği bir cevapla karşılaşması” kaidesinin üslûb-ı hakîmanesiyle, lazım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa, hasta olan sail, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir. “Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için birer zaman ölçüsüdür.” (Bakara Sûresi, 2:189) bu hakikate bir beraatü’l-istihlâldir.

Üçüncü mahmil: Sevr ve Hût, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar, eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rapt ile yüklenmiş olan âlemde cârî ve lâfzen ve ıstılahen “câzibe-i umumîye” ile müsemmâ olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassul ettiğinden, “Arz burçlar üstündedir” olan tâbir-i hâkîmâne caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira, hikmet-i atika, burçları semada; hikmet-i cedide ise, medâr-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil, yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammum eder.

Hem de mervîdir: Sual taaddüd etmiş. Bir kere “Hût üstündedir”; demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir” denilmiştir. Yani, feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakiyesi olan Hût burcunda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv burcundan koşup Hût’taki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını burç-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra, insafla dikkat et. Beşinci Mukaddemenin sırrıyla ehl-i hayalin ihtirâ-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san’at-ı İlâhiyede isbat-ı israf ve burhan-ı Sâni olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka neyle tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne! 

Allah’ın kelamına nasıl muhatap olacağız?

Muhakemat’ın 1. Makale 12. Mukaddeme, 2. Meselesinde bahsedilen Sevr ve Hût bahsi, Lem’alar kitabında da ele alınıp açıklanmıştır. Muhakemat kitabının Lem’alar’dan daha önce yazılmış olması önemli değildir. Bu kitabın önceden yazılmış olmasından daha çok muhatapların kapasitesi göz önüne alınarak yazılmış olması dikkatimizi çeker. Her iki kitabın da muhatapları farklıdır. Muhakemat’ta yazılanlar, biraz daha Kur’an’ın anlaşılmasında takip edilecek prensiplerin neler olduğunu merak eden veya en azından bu konuda sorusu, derdi olan insanlara muhatap olur. Lemalar’da ise Kur’an’ı anlamanın metodolojisi düşünülmeden, daha çok avamın mevcud imanını muhafaza etmek şartıyla onların gerek iman eğitimden mahrum oluşları, gerekse dinin temel bilgilerinden tamamen mahrum oluşları göz önüne alınarak avama tahkiki eğitim takdimi yapılır. Sözler, Mektubat, Şualar kitapları da Lem’alar gibi avamın geneli muhatap alınarak yazılmıştır. Muhakemat, İşârâtü’l-İ’câz, Mesnevi-î Nuriye adlı eserler, İslamiyetin kaynağı olan Kur’an’ı ve hadisleri anlama teknikleri konusunda soruları olan insanların bu eserleri daha iyi anlamaya yönelik çabalarına cevap verir. 12. Mukaddemenin tenbih bölümünde vurgulanan alet ilimleri ise Arapça belagat ilimleri, Usul-ü fıkıh ilimleri gibi ilimlerdir. Bu ilimlerle Kelamullah ve Resulullah’tan nakledilen hadislerin nasıl okunması gerektiği anlaşılır.

Hakikat temellerinin atıldığı 1. Makalenin ana konusu şudur: “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Yani akılla yorum yaparken kafadan atmadan, tamamen keyfi yorumlar olmadan, tevil etme prensiplerinin düşünce terbiyesinden geçmiş bir akılla hareket edilir. Peki, o halde bunun uygulaması nasıl yapılır?

Vahiy olan bir metin, yani mutlak ilimden gelen bir metin, gaybı anlatmak üzere insanlara muhatap olan bir metin, literal olarak ibare manasıyla okunmaz. Alet ilimlerini öğrenmiş bir insan, “Şu kelime şu anlama gelir, şu gramatikal yapıya sahiptir” şeklinde okuyamaz. Bu aleti kullanma teknikleri öğrenildikten sonra o metnin kendi iç tutarlılığı içinde ve maksatları dahilinde metni anlama çalışması yapılır. Ulum-u aliyeye (yüce ilimlere) sahip olmak yalnızca Arapça bilmek ya da alet ilimleri edinmekle olmaz. İnsanlara gaybı anlatmak üzere konuşan ve ilm-i Ezeliden gelen Kur’an’ı sadece alet ilimleriyle okuduğumuzda ibare (literal) manasıyla anlamak büyük bir cinayettir ve metne karşı yapılmış büyük bir saygısızlıktır. Metnin mahiyetini hiçbir zaman nazar-ı itibare almadan bir çocuk konuşması ile bir profesörün konuşmasını aynı kaba koyan bir tavırla metne muhatap olmak hıyanettir. Metnin maksadını çok iyi kavrayarak “Kim konuşuyor? Kime konuşuyor? Niçin konuşuyor? Ne makamda konuşuyor?” sorularını sorabilmek gerekir. 4M ilkesi denilen baş harflerin kısaltılmasından oluşan “Mütekellim, Muhatap, Maksat, Makam” prensipleriyle Kur’an derinlemesine çalışılmalıdır. Kur’an nedir? Kelamullah ne anlama gelir? Allah niçin bana konuşur? Allah kimdir? Hangi makamda konuşur? Benim makamım nedir? Bütün bu soruların cevabı öyle 3, 4 yıllık Arapça bilgisi ve alet ilimleriyle değil, yıllarca üzerinde eğitim yapılması gereken süreçten geçtikten sonra elde edilir.

Elinde bir makas ve dikiş makinesi bulunan bir kişi terzi olduğunu iddia edemeyeceği gibi her Arapça bilenin de Kur’an’a muhatap olacağını iddia etmesi yanlıştır. Terzilik eğitimden geçmeden terzi olunmaz. İğne ve ipliği ele almak, terzi olmanın yanında çok küçük bir faktördür. Arapça bilmek de Kur’an üzerine yorum yapmada yeterli değildir. Mesela insan kurtaracağım diye hiç eğitimi olmadığı halde ameliyat masasına geçip ekmek bıçağıyla ameliyat etmeye kalkmak hastayı öldürmekse, sadece Arapça bilgisiyle Kur’an’ı anlama çalışmasına giriştiğini iddia etmek de büyük bir cinayettir. Böyle bir cinayet işlememek için aklı çok güzel terbiye edip, mizan verip usul kazandırıp metni anlama eğitiminden geçirmek gerekir. Metin, Allah kelamı olduğu için azami ciddiyetle incelenmelidir. Allah kelamı kutsaldır ama kutsiyeti sonsuz ilimden geldiği için kutsaldır. İlm-i Ezeliden (sonsuz ilimden) gelen ve insana “sonsuz gaybı öğreteceğim” iddiasıyla konuşan bir metin olduğu için çok ciddi şekilde okunmalıdır. Allah kelamını, ‘her maksadı sonsuz ilimden geliyor ve sonsuz alemin bilgisini taşıyor’ diye değerlendirilmelidir. Eğer Kur’an’ı “Şu zamandaki şu insanlara şöyle muhatap olmuş, o zamanın şartları da öyle gerektiriyormuş” dersem ve kendi zamanıma getirmezsem, bu tavır, Kur’an tanımıyla tamamen taban tabana zıt bir anlayış olur. Çünkü Kur’an “Ben bütün zamanların Yaratıcısı, bütün mekanların Yaratıcısı, bütün insanların Yaratıcısı olarak bütün insanlara rehberlik yapmak üzere konuşuyorum. O halde şu anda da senin şartlarında sana rehberlik yapmak üzere konuşuyorum. Götürüp de bunu tarihin derinliklerine gömme” der.

Kur’an tanımı gereği, Allah’ın kelamı olduğunu yani kainatın Yaratıcısının kelamı olduğunu söyler. Böyle bir tanımla gelen kaynağı bu tanım dahilinde okumamız şarttır. Bir kişi tanım gereği kaynağa baktıktan sonra, hiç de öyle olmadığına dair delil görmediyse reddebilir. Önce metin kendi iddiası dahilinde okunur, ondan sonra metin hakkında hükme ulaşılır “Bu doğrudur, bu yanlıştır, bu ilginçtir, değildir” şeklinde yorum yapılır. Mesela 3 yaşındaki bir çocuğun sahneye çıkıp bir şeyler söylediğine dair nakil geldiğinde ilk yapacağımız iş “Bu sözleri 3 yaşında bir çocuk söylüyor” şeklinde değerlendirmektir. Eğer o yaştaki bir çocuğun bunları söylemeyeceğine karar verirseniz reddedersiniz. Ama 3 yaşındaki bir çocuğun sözlerini 70 yaşındaki bir profesörün sözleriymiş gibi değerlendirip “olacak iş değil” derseniz kendinizi kandırmış olursunuz. “Bunun kaynağı yanlış” dersiniz. Metnin kendi şartlarında okunulması, Kur’an okuma tekniğinin vazgeçilmez en önemli kuralıdır. Kimse inanmak zorunda değildir ama bu kurala uygun okunduktan sonra inanıp ya da inanmama, tasdik edip ya da tasdik etmeme mevzusu gelir. (Devamı)

Stone Divider

 

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın