Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu (24. 07. 2022) yapılan Mektubat dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=hzgxWUxNX0k), Mucizât-ı Ahmediye Risalesi olan On Dokuzuncu Mektubun okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Resul-i Ekrem’in (asm) su ile ilgili mucizelerinden örneklerin gündeme geldiği derste aynı zamanda bu mucizelerin pratik hayatımıza bakan yönlerine dair kıymetli tefekkürler ortaya konuldu. Bunların tamamını ilgili kayda havale edip aşağıdaki mucize ve yorumu ile ilgili gerçekleşen müzakerelere işaret etmek istiyorum:
“Gazve-i Buvât’ta, yine Buharî, Müslim başta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Câbir dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:”nâdî bi’l-vüdû: Abdest almak için nida et” dediler. “Su yok” denildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: “Bir parça su bulunuz.” Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı, bir şeyler okudu, bilmedim ne idi. Sonra ferman etti:”ridnâ bi cefneti’r-rekbi”. Yani, “Kafilenin büyük teştini (tekne) getir.” Bana getirildi; ben de Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından kesretle su aktı, sonra teşt doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Bütün geldiler, o sudan abdest alıp içtiler. Ben dedim: “Daha kimse kalmadı.” Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebâleb dolu kaldı. İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediye (asm) mânen mütevatirdir. Çünkü, Hazret-i Câbir o işte başta olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, umumun namına ilân ediyor. Çünkü o vakit hizmet eden o zat idi; ilân, başta onun hakkıdır. İbni Mes’ud da aynen rivayetinde diyor ki: “Ben gördüm ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın parmaklarından çeşme gibi su akıyor.” Acaba, meşâhir-i sıddıkîn-i sahabeden olan Enes, Câbir, İbni Mes’ud gibi bir cemaat dese, “Ben gördüm”; görmemesi mümkün müdür? Şimdi şu üç misali birleştir, ne kadar kuvvetli bir mucize-i bâhire olduğunu gör. Ve üç tarik birleşse, hakikî tevatür hükmünde parmaklarından su akmasını kati ispat eder. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın on parmağından on musluk suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; âdiyat içinde nazîri bulunur. Fakat et ve kemikten âb-ı kevser gibi suyun kesretle akmasının nazîri, âdiyat içinde yoktur.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 117-118).
Bir müzakereci özetle şunları söyledi: Görüldüğü gibi müellif her zaman olduğu üzere mucizeyi mücerret şekilde anlatmakla yetinmiyor, bunun geçtiği sağlam kaynakların isimlerini zikrediyor. Ayrıca bu rivayeti nakleden râvilerin güvenilirliklerine işaret ediyor. Öte yandan geçen derste müellifin dile getirdiği gibi bu örnekte de su mucizesinin fizikî bir ihtiyaca bağlı olarak gerçekleştiği anlaşılıyor. Buvât seferinde (623), katılımcıların sularının azalması üzerine Resulullah (asm) böyle bir mucizenin zuhuruna mazhar oluyor. Dikkat çeken bir başka husus ise yine yemekle ilgili mucizelerde de görüldüğü üzere Resulullah önce az da olsa bir su talep ediyor, sonra bunu su kabına dökerken parmaklarından su akması harikalığına nail oluyor. Her halde bunun bir hikmeti olsa gerektir, diye düşünüyorum.”
Başka bir müzakereci bu hikmete de işaret etmek üzere şunları dile getirdi: “İster yemekle ilgili, ister su ile ilgili rivayetler olsun mucizenin, az da olsa Resul’ün fiziken elinin değmesiyle ilgili olmasında incelik var. Biz mucizeleri, mucizelerdeki fiziki teması da görmedik. Metin diyor ki bu rivayetleri nakleden kişilerin güvenilir kişiler olduğunu dikkate alın. Ta ki bunların gerçekliğine kânî olun. Tamam, dikkate aldım ve gerçekliği konusunda bir kanaate ulaştım. Bu, pratikte benim için ne ifade edecek? Şu: Demek ki ben yemeğe ya da suya Resul’ün getirdiği mesajı dokundurmalıyım! Eğer bunu yaparsam su, sonsuz rahmetin bana ulaşmasına vesile olur. Daha açığı Resul’ün eli yemeğe veya suya dokunduğunda bereketlenmesi gibi ben de Resul’ün mesajını yediğim yemeğe, içtiğim suya değdirirsem yani o yemeğe ve suya Resul’ün getirdiği mesaj açısından bakarsam veya Resül’ün rehberliğinde analizde bulunursam o yemek ve o su Rahman’ın, Rezzâk’ın tanınmasına vesile olur. Böylece rahmet ‘rahimiyete’ dönüşür. Sonsuzluğu ifade eden, sonsuz özelliklere sahip olduğu görülen kainatın Yaratıcısının bana sonsuz rahmetiyle muamele etmesine vesile olur. Böylece hem bu dünyada bunu anlar, bu hisle yaşarım hem de bu hayat tarzı bittikten sonra Rabbime, Onun rahmetine, herkesin özlemini çektiği cennetine ulaşırım.”
Aynı müzakereci daha sonra tekrar söz alarak şunları paylaştı: “Metnin son cümlesinde ‘âdiyât’ kelimesi geçiyor. Âdiyât denince biz basit olaylar gibi anlıyoruz. Oysa olayın ciddiyetini anlamamız gerekir. Çünkü ‘adiyât’ bu gibi kullanımlarda ‘her zaman gördüğümüz, alışık olduğumuz şeyler’ anlamına gelir. Evet kelime sözlük anlamı bakımından ‘alışık olduğumuz şeyler’ anlamına geliyor ama dikkatli olmak zorundayız. Alışık olduğumuz şeyler harika olmayan şeyler anlamına gelmez. Alıştığımız, gördüğümüz şekilde, mesela bir taştan su çıkıp akmaktadır; bunun arkasında su deposu vardır. Ama bu âdî değildir. Düzen böyle kurulmuştur. Bu düzenden gelen yaratılış ‘âdî’ yani basit ve sıradan mıdır? Hayır! Nedir? Mucizedir! Neden? Bu düzeni ancak kainatın Rabbi gerçekleştirebilir. Kimse böyle bir düzeni kainata, kainatın her hangi bir parçasına izafe edip de ‘şunlar bunu ayarladı’ diyemez. Onun için gerçekten parmaklarından suyun akması ne kadar mucize ise yani ancak kainatı yaratanın gerçekleştirdiği bir olay ise, taştan suyun çıkması da aynı şekilde sonsuz bir kudretin, sonsuz bir ilmin, sonsuz bir iradenin yapabileceği mucizedir. Onun için ‘âdî’ kelimesini ‘bizim alışkanlıklarımız dahilinde, mümkinat aleminin kazandırdığı alışkanlıklar çerçevesinde gerçekleşen harika kudret eseri’ şeklinde anlamamız lazım. Mucizeyi de benzerini sık görmediğimiz yine aynı kudretin eseri olarak anlamalıyız. Nitekim Risale-i Nur’un başka yerlerinde ifade olunduğu gibi kainatta hiçbir şey âdî değildir. Ayrıca kainatta hiçbir cüz’î olay da yoktur. Hepsi küllîdir. Yani her bir olay kainatın Yaratıcısının mutlakiyetine şahitlik edecek şekilde gerçekleştiriliyor. Onun için hiçbir varlığı, hiçbir olayı Onun kudretinden hariç tutarak ‘böyle oluyor canım işte’ diyerek geçiştiremeyiz. Bu, Kur’an’ın da, Risale-i Nur’un da ana mesajlarındandır.”
Moderatör bu müzakerede ortaya konulan fikri teyit ederek şu notu düştü: “Gerçekten alemde her neye baksak ve baktığımız şeyi incelesek, hiçbir şeyin ‘adî’ olmadığını, olamayacağını anlıyoruz. Dolayısıyla her şey, benzerini meydana getirmede bizi aciz bırakan harikalığa sahip olduğunu gösteriyor. Mucize de zaten böyle tanımlanıyor. Bu yaratılışlar sürekli olarak gözümüzün önünde gerçekleşiyor, bizde de bir alışkanlık oluyor. Ama ifade olunduğu gibi bu, olayları veya yaratılışları ‘sıradan’ hale getirmiyor.”
Daha sonra önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları söyledi: “Taştan suyun çıkmasını mucize olarak görmeyenler, elden suyun akması mucizesine dair haberi de inkar etme yoluna gidiyorlar. Mucizelerle ilgili problemin temel kaynağı, bu anlayışı yani taştan su çıkmasını mucize olarak görememektir. ‘Evet, bir Yaratıcı olmalı, kainatı O yarattı, sistemi O kurdu, bu sitem hiçbir değişikliğe uğramadan devam ediyor’ diyor; ‘zaten Kur’an’da da yaratılış düzeninin değişmeyeceği ifade olunuyor’ (Ahzab 33/62) diyor; peşinden ‘o halde Peygamber mucizelerine gerek yok’ diyor. İşte mucize ile ilgili nakilleri reddetmenin tabanında böyle bir anlayış var. Kainatın işleyişini ‘otomatiğe’ bağlıyor, dışarıda bir Yaratıcı bunu düzenlemiş, şimdi kainat kendi kendine dönüyor’ diyen veya demeye gelen bir anlayışı savunuyor. Böyle bir anlayış insanı peygambersizliğe doğru götürüyor. Çünkü ‘ben de kendi kendime yaşayacağım, birisinin bana rehberlik etmesine ne gerek var’, diyerek hayatını kendi “doğrularına” göre yaşamaya devam ediyor. Gerçi bedeni veya dünyevi hayatıyla ilgili konularda uzmanlarına müracaat etmekten geri kalmadığı halde, Yaratıcısı ile olan ilişkiye gelince, Onun verdiği hayatı Ondan bağımsız kullanmakta bir sakınca görmüyor. Satın aldığı basit bir aleti bile o aleti yapanın gönderdiği ‘kullanım kılavuzu’ndaki bilgilere ihtiyaç duyuyor, hatta böyle bir kılavuz göndermeyen üreticiye kızıyor. Fakat kendisini yapanın, kendisini nasıl kullanması gerektiğini bildiren bir ‘kullanım kılavuzu’ (buna peygamber aracılığı ile gönderilen ‘vahiy’ diyoruz) göndermesi gerektiğini hiç düşünmüyor. Yaratıcının rehberliğine gerek olmadan yaşamak arzusunun temelinde, Yaratıcıyı hayatına karıştırmak istememek ve dolayısıyla varlığını Ona teslim edememek, Onun adına kullanamamak gibi bir çeşit ‘kendine yeterlilik’ iddiaları taşıyan anlayışlar var. Hatırlayacağınız gibi, İblis de kendisini Allah’ın yarattığını kabul ettiğini söylemesine rağmen, kendisinin diğer bir yaratıktan üstün olduğunu iddia edip, kendi kaprislerini tatmin etmek için Yaratıcısının tekliflerine isyan ettiğini Kur’an naklederek bizim böyle hatalara düşebileceğimizi hatırlatıyor, uyarıyor. Bunlar incelikli noktalar gibi geliyor bana.”
“İnsanlar kendi kendine yaşamak istiyor. Neden kendi kendine yaşamak istiyor? Kainatın da böyle kendi kendine dönüp durduğunu, fakat bu dönmenin sistemini başlangıçta bir Allah’ın kurduğunu söyleyip ötesini geçiştiriyor, sonuçta tevhitteki bu boşluk insanları peygambersiz bir hayata, peygambersiz bir hayat da dini, yani hayatımızı ‘O, hayat verenin rehberliğinde Ona ait kılarak, Onun adına kullanma seçeneği olmayan bir hayata’ taşıyor. Özetle insan, Yaratıcısına inansa bile Onun karşısında takınacağı tavrı, -İslam geleneğinde meşhur olan bir deyimle-, ‘Sen sensin, ben benim’ iddiasıyla yaşamayı tercih edebiliyor. İşte bugün toplumun ana probleminin burada yattığına inanıyorum ben.”
Dersin devam eden bölümlerinde metinde geçen Hz. Musa’nın asasını vurarak on iki pınarın çıkmasına vesile olan mucizesi ile Resulullah’ın on parmağından su akma mucizesinin karşılaştırılmasına dair de önemli müzakereler paylaşıldı. Bir müzakereci ayetlere atıf yaparak “bütün peygamberlerin peygamber olmak noktasında aynı olduklarını” (Bakara 2/285), fakat bunun peygamberler arasında gönderildikleri toplumun ihtiyacına göre derece farkı bulunmadığı anlamına gelmediğini söyledi (Bakara 2/253). Taştan su çıkmasının da mucize, Hz. Musa’nın asasını vurarak su fışkırmasına yönelik harikalığın da mucize, Resulullah’ın (asm) parmaklarından su akmasının da mucize olduğunu; ancak ikinci mucizenin ilk mucizeye göre daha az perdeli, üçüncü mucizenin de ikinci mucizeye göre daha az perdeli, dolayısıyla daha parlak olduğunu ifade etti. Başka bir müzakereci de –bir açıdan-, Hz. Musa’ya verilen mucizenin afaktaki tevhid delillerinin açığa çıkmasına, Resul-ü Ekrem’e (asm) verilen mucizenin de “enfüs” yani iç dünyamızdaki tevhid delillerinin açığa çıkmasına işaret olarak yorumlanabileceğine değindi.
Dersten sonra benim zihnimde daha çok yer eden husus, kainatta her bir şeyin mucize olarak anlaşılması gerektiğine, bu kaçırıldığı takdirde bunun peygambersiz din anlayışına kadar uzanan vahim sonuçları olabileceğine dair tespit oldu. Demek ki ister adına “ubudiyetsiz hayat”, ister “dinde lakaytlık”, ister “deizm” diyelim bunun köklerinde “doğru” bir tevhid anlayışının olmaması gibi çoklarının es geçtiği temel problemler var diye düşündüm. Allah razı olsun.