Ders Notları

Kainatın Varlık Sebebi, Sebep-Sonuç İlişkisi mi? Ya da Yaratılış Düzeni ve İlahî İrade

Kainatın Varlık Sebebi, Sebep-Sonuç İlişkisi mi? Ya da Yaratılış Düzeni ve İlahî İrade | Ha-Mim

Geçtiğimiz hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=yKuoUGC12FI), Lemaat’tan, “Câzibe-i Umumîden Ziyade Küremizi Muhafaza Eden Cazibe-i Manevî-i Kur’an’dır” başlıklı metin okundu. Özellikle metnin başlığı üzerinden, en azından benim açımdan, oldukça istifadeli tefekkürler paylaşıldı. 

Bir müzakereci, metnin başlığının dünyanın hem günlük olarak kendi ekseni etrafında, hem yıllık olarak güneş etrafında dönüşünde, uzaya savrulmamasına dikkat çektiğini söyledi. Ardından basit coğrafî bilgilerimizden hareketle bunun Yaratıcının koyduğu çekim kanunu ile gerçekleştiğini bildiğimizi, ancak metindeki “cazibe-i umumiyeden ziyade” tabiriyle bu inkar edilmemekle birlikte, bunun daha çok Kur’an’ın manevi çekim kanunu ile gerçekleştiğinin belirtildiğini kaydetti. Sonra da “Şüphesiz ki Allah, zevâle uğramasınlar diye gökleri ve yeri tutuyor” mealindeki Fâtır suresinin 41. ayetini okudu.

Başka bir müzakereci, metnin başlığındaki “cazibe-i umumiyeden ziyade” ifadesiyle ilgili olarak yapılan müzakerede “ziyade” kelimesinin “cazibe-i umumiye var, ve bunun yanı sıra cazibe-i manevî-i Kur’an da var” seklinde anlaşılmasının kendisine problemli geldiğini söyleyip şöyle devam etti: “Böyle bir ifade paralellik çağrışımı yapıyor. Bir tarafta cazibe-i umumi var, mesela %20 civarında falan, bir tarafta da Kur’an’ın nuru var, %80 civarında falan. Halbuki bu bir ‘nazar’ meselesidir. Hangi nazarla bakıyorsunuz kainata, kainatın düzenine? Eğer kainatın muhafazası, -oranı ne olursa olsun-, kendinden kaynaklanan özelliklerle gerçekleşiyor, derseniz, o zaman câzibe-i umuminin de kainatı tutmada payı var, dersiniz. Eğer kainatı, kainatı yaratanın kudreti ve iradesi tutuyor derseniz, bunu istisnasızlık anlamında ifade ederseniz. O zaman senin, benim cazibe-i umumi dediğim şey benim gözlemlediğim bir yaratılış biçimini dile getiren bir “kavram”dan ibaret kalır. Gerçekte de öyledir. Cazibe-i umumi ‘vücûd-ı hâricisi’ yani dışsal varlığı olmayan bir mefhumdur. Bizim koyduğumuz bir ‘isim’dir. Kur’an’ın, ‘Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerdir’ (Necm 53/23) dediği husus. Bilim adamları böyle isim verdi, siz de tutturup gidiyorsunuz, onların arkasından. Onun için nazar meselesi önemli. Kainata hangi nazarla bakıyoruz? Hangi perspektiften bakıyoruz kainata? Bu meselenin önemi, kendi konumumuzu biraz ondan biraz bundan değil de perspektifimize neyi yerleştirdiğimizle ilgili gözüküyor”.

Metnin müellifinin başka yerlerde söylediği üzere, ‘tabiat kanunları’ denilen şey, bizim yaratılış biçimine taktığımız bir isim, bir unvan verme olayıdır. Oysa bunlar, kainatın Yaratıcısının irade ettiği, tercih ettiği bir düzenden ibarettir.

“Metnin müellifinin başka yerlerde söylediği üzere, ‘tabiat kanunları’ denilen şey, bizim yaratılış biçimine taktığımız bir isim, bir unvan verme olayıdır. Oysa bunlar, kainatın Yaratıcısının irade ettiği, tercih ettiği bir düzenden ibarettir. Ben bu düzene baktığım zaman, bir şeyi devamlı böyle oluyormuş gibi gözlemliyor, -güya- ‘tabii olan kanun’ diye sanki varlıkta böyle bir ‘nesne’ varmış gibi ifade ediyorum. Bunlarından biri de cazibe-i umumi yani genel çekim kanunudur. Bunun karşısında bir de ‘itme kanunu’ var. Bunlar benim gözlemlemelerimden ibarettir. Neyi gözlemliyorum? Kainatın varlık kaynağının yapmış olduğu tercihi gözlemliyorum, Onun kudret ve iradesini gerçekleştirmesinden ibaret olan yaratma fiilini tasvir ediyorum. Tekrar edeyim, bu bir bakış açısı. Kainat kendi kendime mi var, yoksa kainatın var olması için mutlak bir kaynağa mı ihtiyaç var?…”.

“Şimdi Kur’an hiçbir yerde kainatın kendi kendine olduğuna, işlerin kendi kendine döndüğüne yönelik bir mesaj vermez. Peki Kur’an’ın mesajı mı doğru, insanların isimlendirmeleri mi? Ve biz nerede duruyoruz? Metin diyor ki, arzı yahut kainatı Kur’an’ın nuru tutuyor. Çünkü kainat kendi kendine oluşuyorsa, zaten burada bir irade söz konusu değil, ‘neden var oldu kainat?’ diye soramayız. Sorsak şuursuz madde bize cevap vermez, veremez; aklı yok, zihni yok, şuuru yok, iradesi yok… O zaman ne kalıyor geriye? Kainatın varlığını yokluğuna tercih eden bir ana faktör kalıyor. Nedir bu, maddeyi böyle muazzam bir düzen içinde var eden mutlak Varlık Kaynağı. Çünkü çok açık bir şekilde anlıyoruz ki, madde ne kendisinin ve ne de bir başka şeyin varlık kaynağı olabileceğine dair hiçbir özelliğe sahip değildir. Zira baktığımızda kainattaki özelliklerin maddenin kendisinden kaynaklandığına dair her hangi bir delil bulamıyoruz. O halde kainattaki bu özellikler Varlık Kaynağının verdiği özellikler. Onun irade ve tercihi…”.

Bu özellikler görebildiğimiz, anlayabildiğimiz kadarıyla ‘mutlak özellikler’dir. Yani her zaman, her yerde, daima kendisini gösteren özellikler. Sayabilirsiniz; kudret dersiniz, irade dersiniz, ilim dersiniz, hikmet dersiniz, rahmet dersiniz, adalet dersiniz, maksat dersiniz… İnsan duygularının kainatta gözlemlediği her türlü özellik, bu kainatın Varlık Kaynağının bu özellikleriyle kendisini, şuurlu olan insana tanıtma maksadına matuf gözüküyor.

“Peki kainattaki bu özellikler niye var? Metin, başlığı itibariyle bizi buraya getirmek istiyor. Bakıyoruz, kainatın var edilişinde bir maksat var. Sergileme var. Belli özellikler sergileniyor. Bu özellikler görebildiğimiz, anlayabildiğimiz kadarıyla ‘mutlak özellikler’dir. Yani her zaman, her yerde, daima kendisini gösteren özellikler. Sayabilirsiniz; kudret dersiniz, irade dersiniz, ilim dersiniz, hikmet dersiniz, rahmet dersiniz, adalet dersiniz, maksat dersiniz… İnsan duygularının kainatta gözlemlediği her türlü özellik, bu kainatın Varlık Kaynağının bu özellikleriyle kendisini, şuurlu olan insana tanıtma maksadına matuf gözüküyor. Peki ne yapacak insan? Bu özelliklerin kaynağı ile tanışmak için, kendisine verilen aletleri kullanacak. Ve bu özelliklerin sahibi ile kendi varlığını izah edecek, kendi varlığını Ona bağlayacak. Dolayısıyla, ‘Ben böyle bir Hâlıkın eseriyim, ben Ona aidim’ diyecek. Böylece anlamsızlıktan, yok olma endişesinden kurtulacak, varlık kaynağım ‘mutlaktır’ diyecektir…”.

“İşte Kur’an açısından insan böyle bir anlayış ve yaşayış içinde olduğunda kainatın varlık maksadı gerçekleşmiş oluyor. Bunu anlamadığında ya da bundan uzaklaştığında ise varlık maksadı gerçekleşmiyor. Mesela, ben bir alet yaptım, bununla şunlar, şunlar işlensin diye. Fakat o alet o işleri yapmakta kullanılmayınca, ben de o aleti bir daha yapmam. Niye? Kimse kullanmıyor ki! Piyasaya sürdüm, kimse almadı, faydalanmadı. Bu durumda o aleti, bir daha yapar mıyım, yapmam! İşte kainatın devamlı tazelenmesi bunun içindir. Bir yerde bir iman eden, yani kainatı kullanarak Yaratıcıyı tanıyan bir insan olduğu müddetçe kainatın varlığı devam ettirilir. Niye? Çünkü maksat gerçekleşti. Ama böyle bir kimse kalmazsa, kainatın varlık maksadı gerçekleşmemiş olacağı için devam etmesinin anlamı olmaz. Hani, İslamî gelenekte, ‘Yer yüzünde Allah Allah diyen kaldıkça kıyamet kopmaz’ denilir ya, işte bu tür ifadelerin altında bu gerçek vardır…”.

Bir adam her sabah, saat sekizde evinden çıkıyor. Ben bunu her zaman böyle gözlersem, diyorum ki, ‘bu adamın her sabah saat sekizde çıkma kanunu var’. Halbuki gerçekte, her sabah saat sekizde çıkan bir adam var, bir de böyle bir kanun var, değil. Kanun diye bir şey yok arkadaşlar!

“Basit başka bir örnek; bir insan yemek yapıyor, insanlara sunuyor. Fakat kimse yemiyor. Bu kişi bu yemeği bir daha yapar mı? Yapmaz. Ana konuya döneyim. Kainatı Kur’an nuru tutuyor, cazibe-i umumi değil. Niye? Çünkü Kur’an nuru beni varlık kaynağı ile tanıştırıyor, Onun var etmedeki maksadına ulaşmam için bana rehberlik yapıyor. Ben, onun var ediliş maksadını gözeten bir kişi bile olsa kainatın var olmaya devam edeceğinden eminim. Ama onun var ediliş maksadını gözeten bir kişi bile kalmadığında da kıyametin kopacağından eminim”. 

Sebep-sonuç dediğimde ne kast ediyorum ben? Gözlemlerimde şöyle oluyor, şöyle yapınca şöyle oluyor, diyorum. Söz gelimi, bilgisayar ekranında ne görmek istiyorum? Diyelim ki, youtube kanalı çıksın. Şu tuşa basınca, bu çıkar, deniyor. Ama o tuş youtube kanalının ekranda görünmesinin varlık kaynağı mıdır? Asla!

Kendi içinde gayet tutarlı şekilde devam eden bu tefekkür küçük bir aradan sonra şöyle devam etti: “Bizim gözlemlediğimiz ve adına cazibe-i umumi dediğimiz şey bu düzenin gereğidir, düzenin kurucusunun iradesidir. Esasında cazibe-i umumi vs. gibi isimlendirmeler insanların kullandığı mefhumlardır. Peki efendim, biz şimdi cazibe-i umumiyi inkar mı edeceğiz? Hayır! Baktığımızda kainatın tümünün varlık kaynağının, kainatı böyle bir düzen içerisinde yaratmayı tercih ettiğini söylüyoruz. Böyle bir düzen var. Ben, biz, her kimse bu düzene böyle bir isim takmışız. Şunu hiçbir zaman unutmayacağız; ‘kavânin-i tabiiyye’ tamamen insanların adlandırdıkları ve vücûd-ı hâriciyesi olmayan şeylerdir. Peki hangi şeye isim takmış oluyoruz? Gözlemlemelerimizin gözlemleme biçimine. Ama taktığımız isim kainatla ilişkimizi kolaylaştırıyor. Fakat varlık bazında düşündüğümüzde bunun hiçbir hakikati yoktur…”.

“Burada şu meşhur örneği hatırlayalım: Bir adam her sabah, saat sekizde evinden çıkıyor. Ben bunu her zaman böyle gözlersem, diyorum ki, ‘bu adamın her sabah saat sekizde çıkma kanunu var’. Halbuki gerçekte, her sabah saat sekizde çıkan bir adam var, bir de böyle bir kanun var, değil. Kanun diye bir şey yok arkadaşlar! Bu bakımdan Ha-mim derslerinde ne deriz biz? ‘Kainatta sebep-sonuç diye bir vakıa yoktur’. Peki neden bahsediyoruz ya? Kainatın tümünün Varlık Kaynağının kurduğu bir düzenden bahsediyoruz. Onun düzenli yaratmasını, materyalist zihniyetteki insanlar, kainatı Onun sahipliğinden kurtarmak için düzenli yaratılışı alet edip, düzeni Varlık Kaynağı adına ikame ettiler. Oysa kainatın çalışma sistemi onun kuruluşundan dolayıdır. Mesela bilgisayarın klavyesinin bir tuşuna basıyorum, ekranda bir şey çıkıyor. Bir daha basıyorum yine aynı sahne çıkıyor. Bir daha basıyorum yine aynı sahne çıkıyor. Sonra, ‘aaa, ekrandaki görüntüyü bu tuş yapıyor’ diyorlar. Bu kadar basit düşüncelidirler, materyalist zihniyetteki insanlar. Onların dolduruşuna gelmemek lazım. ‘Hep o tuş yapıyor, sebep-sonuç’. Onların yüzüne tükürmek lazım. Hele hele onların dilini asla kullanmamak lazım…”.

Sonuç olarak biz hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, gayet cesur ve emin bir şekilde, ‘kainatta sebep yoktur, ilahî iradenin kurduğu kainatın çalışma sistemi vardır’ demeliyiz.

“Aşağılık duygusuna kapılıyoruz. ‘Aman, sebepleri ihmal etmeyelim, arkadaşlar’ diye mızmız konuşanlar oluyor. Tüylerim diken diken oluyor. Oysa sebep dediğimiz şey kainatın yaratılış düzeninden başka bir şey değildir. Yoksa bir sebep var, bir de o sebebin sebep olduğu sonuç var, değil. Kim diyor bunu! Göstersinler bunu bana! Tuş yapıyor, o tuşa basınca çıkan görüntüyü, öyle mi? Yoksa bilgisayarın çalışma sistemi mi böyle kurulmuştur? Ne kadar basit bir düşünce!”.

Bu şekilde tamamlanan müzakerenin ardından başka bir müzakereci söz alarak şöyle bir soru tevcih etti: “Ben şahsen varlık düzleminde olup bitenlere baktığımda, ‘sebep-sonuç ilişkisi’ altında açıklanan olaylarda sebeplerin o sonuçları meydana getirecek özelliklerden yoksun olduğunu görüyor ve sebep diye anılan şeylerde, gerçekte ‘müessiriyet’ yani sonucu meydana getirmede etken olma gibi bir rollerinin bulunmadığını görüyorum ve bundan eminim. Fakat buradan yola çıkarak ‘alemde sebep yok, sonuç var’ şeklindeki ifadenin maksadını anlamakla beraber, bu ifade gözlemlerimize aykırı bir durum arz etmiyor mu, diye de düşünüyorum. Nitekim, mesela, teknoloji dediğimiz ürünler de kainatta sebep-sonuç ilişkisinin varlığını kanıtlayan somut gelişmeler olarak açıklanıyor. Öte yandan Nursi de, eserlerinde, ‘sebep yok’ tarzında bir ifade yerine ‘sebeplerin tesiri yok’ şeklinde cümleler kuruyor ve bunları temellendiriyor. Dolayısıyla ‘sebep ya da sebepler yok’ demek yerine ‘sebeplerin tesiri yok’ şeklindeki bir ifadeyi kullanmak daha uygun değil mi?”

Bu soru üzerine, uzun müzakerenin sahibi tekrar söz alarak şöyle dedi: “Kavram kargaşasının çok olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Piyasada en çok konuşanların kavramları kafamıza yerleşiyor. Oysa çok dikkatli olmak gerekiyor. Her şeyden evvel sebep, sebep demektir. Bunun lamı cimi yok. Niye böyle yaptın? diyoruz, sebep ne? diyoruz. Şundan, şundan dolayı diye cevap veriyoruz. Demek bir bağlantı var. Esasında ‘sebep-sonuç’ kavramsallaştırması XIV. yüzyılda materyalizmin yaptığı kavramsallaştırmadır. O günden bugüne insanların belleğine çivi gibi çakıldı. Onun için, mesela, dindar bilinen insanlar bile ‘tabiat’ tabirini kullanmaktan çekinmez. Ama burada insanların günlük dildeki konuşmalarını kast etmiyorum. İnsanların çoğu, şöyle bir sebepten dolayı bunu şöyle yaptım, der. Oysa biz burada kainatın varlığının devam etmesinin hangi esas üzerine oturduğunu konuşuyoruz…”.

“Ana konudan devam edelim. Kainatı tutan cazibe-i umumi mi, Kur’an’ın getirdiği mesajın insana kazandırdığı perspektif mi? Burada Varlık Kaynağını konuşuyoruz. Varlık Kaynağının konuşulduğu yerde ‘sebep’ denilmez. ‘Peki ama ben şöyle yapıyorum hep aynı sonuç oluyor. Biz şimdi teknolojiyi mi inkar edeceğiz? Bilim karşıtı mı oluyoruz?’ Oysa bilim, kainatın nasıl kurulduğunu, düzeninin nasıl çalıştığını inceliyor. Ama Varlık Kaynağı hakkında tek bir kelime söylemeye hakkı yoktur. Niye? Biz burada, düzenin devam etme nedenini konuşuyoruz. Günlük hayattaki dili buraya getirmenin anlamı yok…”

“Sebep-sonuç dediğimde ne kast ediyorum ben? Gözlemlerimde şöyle oluyor, şöyle yapınca şöyle oluyor, diyorum. Söz gelimi, bilgisayar ekranında ne görmek istiyorum? Diyelim ki, youtube kanalı çıksın. Şu tuşa basınca, bu çıkar, deniyor. Ama o tuş youtube kanalının ekranda görünmesinin varlık kaynağı mıdır? Asla! ‘Efendim, günlük dilimizi kullanalım, imanî konular gelince imanî terimler kullanalım’ diye düşünmek yol değil; bu bizi materyalist düşüncenin eline mahkum etti. Cesur bir şekilde, ‘sebep diyorsun, bu insanların adlandırmalarından ibarettir, itibari şeylerdir, vücûd-ı hâricileri yok’ diyebilmek lazım…”

“Efendim, ‘Risalelerde sebeplerin tesiri yok deniyor, biz de böyle diyelim’. Yahu Risaleler insanları eğitiyor, ‘sen sebep sebep diyorsun ya, bunların hiçbir hakikati yok, bunları yutma’ diyor. ‘Tesir-i hakikisi yok’ diyor. Tesir-i hakikisi yoksa başka tür bir tesiri mi var, diyeceğiz? Hayır, sıfırdır. Sıfır ise sıfır diyeceğiz. Risalelerdeki bu tür ifadeler eğitim için kullanılan ifadelerdir. ‘Efendim sebepleri inkar mı ediyoruz?’ Kainatta sebepler yok ki, neyi inkar ediyoruz? Olmayan bir şeyin inkarı olur mu? Tamam da şöyle, şöyle yapınca böyle oluyor. Evet, bu yaratılış düzenidir. Niye sebep diyorsun? Niye sebep kelimesini kullanıyorsun?”

“Sonuç olarak biz hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, gayet cesur ve emin bir şekilde, ‘kainatta sebep yoktur, ilahî iradenin kurduğu kainatın çalışma sistemi vardır’ demeliyiz. Ben bu sistemi deşifre ediyor, faydalanmaya çalışıyor, mesela ona göre makinalar yapıyorum vs. Bu da irade-i ilahiyedir, sistemi öyle kurmuş, ben de o sisteme göre davranıyor, mesela, online olarak buradan, binlerce kilometre ötedeki insanlarla konuşuyorum. Bu kimin eseri? Kainatı kuranın eseri. O bana bu imkanı verdi, ben de keşfettim. Materyalist zihniyet ‘keşf’ kelimesini kullanmaz, onun yerine ‘icad’ kelimesini kullanır. İlahî irade yerine sebep kelimesini kullandığı gibi. Arkadaşımız sebeplerin etken olmadığından emin olduğunu söyledi. O zaman biz de emin olduğumuz şeyi söylemeliyiz. Niye ‘sebep-sonuç’ diyoruz? ‘Sünnetullah’ diyelim, ilahî iradenin tercihi diyelim”.

Biraz uzun, bir o kadar da bereketli olan bu müzakere, yukarıdaki soruyu soran müzakereci olarak beni fazlasıyla ikna etti. Bilmem size de ikna edici geldi mi?

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın