Kur’an’da, hadis nakillerinde ve İslam düşünce tarihinde şefaat konusu sıklıkla gündeme gelir. Kur’an’da şefaat için kelime anlamları ile bakıldığında birbiriyle çelişkili gibi görünen bazı ayetler vardır. Bu dünya hayatından sonra nakledileceğimiz, bir başka tür yaratılış ve hayat şartlarının yaşanacağı yerde karşılaşacağımız “gerçeğimiz” ile ilgili ayetlerde de genellikle “şefaatçinin bir faydasının olmayacağı” anlamındaki ayetler ağırlıklıdır.1Bahsi geçen ayetlere örnekler için buraya tıklayınız. Eğer şefaat konusunda Kur’an’da geçen ayetlerin bağlamı dikkate alınmaz ise, sanki Kur’an’da şefaatten bahseden ayetlerin ve özellikle hadis kaynaklarında sıkça bahsi geçen konunun acaba bir gerçekliği yok mu sorusu kaçınılmaz olarak insanın hatırına gelmektedir.
Önce şefaat kelimesinin sözlük anlamına bakalım. Lügatler bu kelimenin kök anlamlarını şöyle sıralar: İkiye katlamak, ilave etmek, içine almak, öncelik tanımak, hibe etmek. Bu genel anlamlarına ilaveten eğer yalnızca bazı ayetlerde ve hadis nakillerinde geçen maksadıyla kök anlamına bakılırsa, aracılık etmek, bir kişinin makamının gereğini kullanarak bir başkası hakkında “iyiliklerini öne süren” kelimeler kullanması, araya girmek, bir başkasının savunmasını yapmak için otoriteler karşısında teşebbüste bulunmak vs gibi anlamlara gelir. Günlük dilde “torpil geçmek” anlamında da kullanılır. Fakat geleneksel anlamda şefaat, “Peygamberlere ümmetleri için Allah katında aracılık etme izninin verileceğini” ifade eden bir kelimedir.
Şimdi de şefaatin hangi şartlarda geçerli olduğunu açık bir şekilde ifade eden ve genellikle Müslüman bir ailede doğmuş olan herkesin bildiği ayetü’l-kürsi’nin ilgili bölümüne bakalım:
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
2:255 – “… O’nun izni olmaksızın katında şefaat edebilecek olan kimdir?…”
Bir de şefaati bütünüyle Allah’ın kendisine hasrettiği şu ayeti göz önünde bulunduralım:
قُلْ لِلّٰهِ الشَّفَاعَةُ جَم۪يعًاۜ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
39:44 – “De ki: ‘Şefaat tümüyle Allah’a aittir.’ Göklerin ve yerin mülkü (mutlak hükümranlığı) onundur. Sonra yalnız ona döndürüleceksiniz”
Görünüşte farklı gibi olan bu durum konunun uzmanları tarafından sonu gelmez ve uzlaşılamaz bir anlaşmazlığa sebep olmuş, herkes kendi varlık anlayışı doğrultusunda bir “şefaat” anlayışına ulaşmıştır. Teknik tarafını, mezhep anlaşmazlıklarını gündeme getirmenin hiçbir yararı yoktur. Biz şimdi kendi sorumluluğumuz açısından bu konunun bizi ilgilendiren yönüne bakalım.
Öncelikle, “varlık” nedir?” sorusu, bizim genel olarak takip ettiğimiz bir prensibin ilk basamağını oluşturur. Varlık alemini nasıl açıklayabiliyorsak, ona göre bir Var Edici sonucuna ve varlığın anlamlandırılmasına gitmemiz zorunludur. İslam uleması da bu yolu takip etmiş olmalarına rağmen, genellikle insanlar en son söylenilenleri dikkate aldıkları ve konunun temellerini bilmedikleri için, şu mezhep şefaati inkâr eder, şu mezhep şefaati kabul eder gibi yargılara ulaşmışlardır. Diğer taraftan insanlar haklıdır, pratik sonuçları içeren cevap beklerler, konunun uzmanı değillerdir.
Çözüme ulaşmak için, ben şahsen öyle anlıyorum ki, sonuçtan başlamak bir usûl hatasıdır. Başa dönmek, “buraya nereden geldik” demek zorunludur.
Çok hikmetli olan bu yaratılış biçimi insan iradesine yön gösterir ve insana Yaratıcı Mutlak Kudret ile ilişkisini nasıl kurabileceğini öğretmek maksadına uygundur. Ben bir insan olarak, evren ile sınırlı, ne tercih ettiğinin bilincinde olan ve fakat hiçbir surette yaratamayan, yaratılmaya muhtaç bir varlığım. Bu durumu inkâr etmesi insan için mümkün değil.
Bu evrende benim irademi kullanarak yapacağım “tercihimde” bir yol takip etmeme imkân veren bir yaratılış biçimi var. Tekrar ediyorum, yaratılmasını “istediğim bir sonucun gerçekleşmesi için tek çarem, yaratılış kurallarına uyarak bir tercih yapmaktan ibarettir.” Evren de o kadar bilinçli bir şekilde düzenlenmiştir ki, hem kendi kendini var edecek hiçbir özellik verilmemiş ve hem de karmaşıklık olmadan “değişmeyen bir yaratma işleminin gerçekleştiği yer” olmuş. Hem kendi kendisini var edemiyor ve dolayısıyla Mutlak bir İradenin tercihine muhtaç ve hem de Mutlak İrade sanki kendisini sınırlayacak şekilde, değiştirmediği ve değiştirmeyeceğini gösterdiği kurallarla yaratıyor. “İrade Mutlak ise neden istediği gibi yaratmıyor, eğer istediği gibi her an değişiklik yapmıyorsa, demek ki iradesi mutlak değil” diyesi geliyor insanın aklına. Bazı “çok bilmiş” materyalist filozoflar da böyle diyerek bunu “Yaratıcı olmalı” sonucunu inkâra delil gösteriyorlar. Fakat gözlemlediğimiz düzenin anlamlılığından ve evrenin kendisini var edebileceğine dair hiçbir işaret taşımamasından anlıyoruz ki, bilinçli Mutlak bir İradenin var etmeyi dilemesiyle evren var ediliyor. Fakat bu Mutlak İrade, düzenliliği değiştirmeden, yaratıklarına verdiği “irade hürriyetlerini” diledikleri gibi kullanmalarına imkân verecek şekilde bir yaratma gerçekleştiriyor.
Bu konu bizi kısaca şu sonuca ulaştırıyor: Ben yaratık olan iradem aracılığıyla düzen ile ilişkimi kuruyorum ve yaratıcıdan ne yaratmasını istediğimi, bilebileceğim, tercihlerimi yapabileceğim bu değiştirilmeyen düzen kurallarına uyarak gerçekleştiriyorum. Bu nokta çok önemlidir. Dikkat gerekir! Çünkü biz insanlar alışkanlık edindiğimiz davranışlarımızın tabanında yatan gerçeği unutuveriyor ve zamanla artık düzene uyduğumuzu ve dolayısıyla düzeni kuranın mutlak iradesine müracaat ettiğimizi göz ardı ediveriyoruz. “Çeşmeyi açarsan su akar” deyiveriyoruz. “Çeşmeyi açtığımda İçinde bulunduğum düzenin Yaratıcısından bana su yaratmasını istedim” diye benim pek aklıma bile gelmiyor. Her ne kadar evrenin bir yaratıcısının olduğunu her gün belki yüz defa tekrar etsem bile.
Su içerken “bismillah” demek bir gerçeği dillendirmekle beraber, çeşme ile suyun akması arasında bu düzenlilik ilişkisinin farkına varmama yetmiyor. Bir kişiden su vermesini rica etsem, o kişi bana, “Suyu nereden alacağım ki?” diye sorsa, hiç aklıma “evrenin yaratıcısına müracaat etsene kardeşim, onun düzeni var, o düzene uyarak Onun İradesine müracaat et ve yaratılması için dilekte bulun” dediğim bir an bile olmadı bu hayatımda. Hemen, “kardeşim çevir bu çeşmeyi su gelir, haydi git bu çeşmeye” diyorum, “Allah’a git veya müracaat et” demiyorum. İçimizde diyen varsa gerçekten tebrik ederim.
Bu çeşme örneğini biraz daha canlı bir örnek ile kısaca eşleştirelim. Mevsimi gelince tohumu ekiyorum, bakımını yapıyorum ve evime gidip yatıyorum. Diğer bir mevsim gelince gidip baktığımda bir de ne göreyim? Güzel, canlı bir salatalık dolu bahçe! “Peki, bu da nereden çıktı şimdi?” demiyorum elbet. Ya? “Geçen mevsimde tohumu ektim ve şimdi bak gür bir salatalık bahçesi yaratılmış benim için” diyorum. Bu sonuç yaratıcıya inananların dili. İnanmayanlar ise “doğa ürün verdi bana vs.” derler ki bu farklılık şimdilik bizim konumuzun dışında. Ayrıca tartışılabilir.
Gelin birlikte olayı masaya yatıralım: Eğer çeşmeyi açmasam, tohumu ekmesem ve fakat “bismillah” desem su gelir mi, salatalık bahçesi var olur mu? Hayır, olmaz! Neden? “Bak bir inançsız bile aynı işlemi yapınca onun da çeşmesinden su akıyor, bahçesinde salatalıklar yaratılıyor?”
Çok ince bir noktaya yaklaşıyoruz. Evet, her şey, her an yaratılmaya muhtaç fakat bir şeyler yapınca veya bir şeyleri araya koyunca “aracıların aracılığı kabul ediliyor. Görmüyor musunuz, inançsızın da, inançlının da kullandığı aracılar (örneğimizde çeşme ve tohum) ne de güzel aracılık yapıyorlar?”
Demek ki, çeşmeyi açmak veya tohumun aracılığı, yani “şefaati” kabul ediliyor. Düzen böyle, düzeni kuran söz veriyor, kim kurduğum düzene uyarak bana müracaat ederse, düzende koyduğum şartlara (sebeplere, aracılara, şefaatçilere) aracılık etme yetkisini “BEN” verdim. Ancak benim iznim ile çeşmeden su akıtır, tohumdan salatalık yaratırım. Ben yaratırım ama şefaatçilerin şefaatini de eğer Benim iznim içerisinde ise, kabul edeceğime söz veriyorum” diyor. Ve de sözünü tutuyor. Hatta Kendisini tanıyan veya tanımayan “bismillah” diyen veya demeyen farkı olmaksızın. Ne adil bir Yaratıcı!
Konu burada bitmiyor. İnsanın aklına geliyor ki: “Peki, madem düzene uyunca salatalık söz verildiği gibi yaratılıyor, o halde neden evrenin Yaratıcısının iradesi olmadan evren kendisi hiçbir şey yaratamaz” anlayışına sahip birisi “bismillah” desin ki? Sonuç değişmiyor. Yerinde bir soru. Bu soru bizi konumuzun ikinci aşamasına ulaştırıyor:
Aracılığı böyle rahat bir şekilde anlayınca insan şimdi sorgulamaya devam ediyor: Peki, benim bu dünyada görevim ne? Çeşmeden akan suyu içip, bahçemdeki salatalıkları yeyip, ondan sonra da “gübre” olarak varlık aleminden ayrılıp gitmek mi? “Haa, şimdi olmadı.” Neden? “Ben kendime bakıyorum, yaratılış biçimimde öyle duygular var ki, o duyguların bedenimin su veya salatalık ihtiyacının çok ötesinde beklentileri var. Peki, onlara ne olacak? O beklentiler gerçekleşmeyeceklerse neden varlar ya?” Ben bir keçi gibi su içip, salatalık yiyip rahatıma bakamıyorum ki? Rahat bir hayat yaşamam için geleceğimin garanti altında olmasını istiyorum, hem ta derinliklerimde, iliklerime kadar bu ihtiyacı hissediyorum. İnkâr etmem ancak kendimle çelişmem olur. O zaman da ne sudan ve ne de salatalıktan ve ne de insaniyetimden hiçbir zevk alamam.
Peki çare nerede? Bu her şeyi anlamlı ve maksatlı düzen içinde, bu ihtiyacımın da bir “aracısı, şefaatçisi olması lazım değil mi?” Elbette olmalı. İnsanın nasıl ki suya ihtiyacı var, varlığını garantide görmeye de binlerce defa daha fazla ihtiyacı var. Peki nerede bu “şefaatçi veya şefaatçiler?” Güzel ve yerinde bir soru.
Dönelim bir önceki sonucumuza: “Bismillah” diyen, “suyu bana gönderen, salatalığı benim için yaratan, bir düzen içerisinde yaratıyor” diye anlayan ile böyle anlamayıp, suyu içen ve salatalığı yiyen ve de sonunda “tamam, şimdi oldu” diyerek dudaklarını şapırdatan arasında bir fark var mı? O anda sonucu elde etmede fark yoktu. Aynı şefaatçileri kullandılar. Ve şefaatçilerin şefaati kabul edildi, yaratıcının verdiği söz üzerine. Ya şimdiki sorumuza gelince ne diyeceğiz?
İşte fırtına burada kopuyor. Yaratıcısını tanıyan ve ondan sonra ‘bismillah” diyerek de bunu bu dünya şartlarında itiraf eden anlar ki: Bu suyun, salatalığın, toprağın, mevsimin ve de sonuçta tüm evrenin varlığı bir Mutlak Kaynak tarafından gerçekleştirilmiş olmalı. Bu evren cinsinden hiçbir şeyde böyle bir varlık verici özelliği görmek mümkün değil, hepsi yaratılmaya muhtaç. Varlıkları bir başka varlık verene muhtaç, kendi kendilerini yapacak bir özellikleri de yok, insan mantığı da böyle bir şeyin kendisini kendisi yaptığını söyleyemez. Kendisini yapması için zaten kendisinin önceden var olması gerek. Kendisi var ise niye kendisini yapsın ki, zaten var? Saçmalığı apaçık olan bu görüşü hiçbir insan savunamaz. Öyleyse, mutlak özelliklere sahip bir Varlık Kaynağı olmak zorundadır insan aklı ve duyguları için. “Bismillah” bu anlayışın sembolüdür.
Şu sonucun kaçınılmaz olduğu belli oldu, değil mi? Beni bu evren içinde var eden, ancak bu evreni var eden olabilir. O halde benim bedenimin ihtiyacını Kendisinin verdiği izin ile yani şefaatçi ile karşılayan bu Varlık Kaynağı, benim insanî duygularımın ihtiyacını da bir “şefaatçi” ile karşılaması lazım.
“Neden şefaatçi?” Bu evrenin varoluş düzeninden anlıyoruz ki, mutlak, sınırsız, kâinat cinsinden tanımlanamayan bu Varlık Kaynağı, bu evrenin düzenini öyle kurmuş ki, kendi mutlaklığı ile benim yaratılmışlığım arasındaki ilişkiyi kurdurduğu şefaatçiler yaratarak benim bu şefaatçilere müracaat etmemi öneriyor. Ta ki, mutlak olan ile yaratık olan ben ilişkiye geçebileyim. Değilse, ben doğrudan mutlak olan ile ilişki kurma özelliğine sahip değilim. Bu şefaatçilere, yani gerek çeşme, gerek tohum ve gerekse benim insanı duygularımın ihtiyacını sağlamam için “düzenin içine yerleştirdiği şefaatçiler”e müracaat ederek kendisi ile ilişkiye geçebiliyorum. Onun ihtiyacı olduğundan değil, benim Onu tanımam için benim böyle bir şefaatçiye ihtiyacım var, değilse ben o mutlak olan ile bu düzen içerisinde ilişkiye geçemiyorum: O mutlak, ben ise yaratık, nasıl mümkün olacak Onunla irtibata geçmem? Tamamen farklı varlık düzeyindeyiz.
Bakıyoruz ki, bu evrenin düzeni içinde, bize sundukları mesaj ile bizim yaratıcımızı tanımamıza yardımcı olan, Onunla irtibat kurarak Onun mutlakıyetine bağladığım varlığımı anlamlandırmamın sağlam yollarını görmemi sağlayan ve dolayısıyla sonsuza açılan duygularımın Onun tarafından karşılanabileceğini bildiren insanlar var. Dinliyoruz kendilerini, anlattıkları mesajın Onun tarafından kendilerine bildirildiğini söylüyorlar. Öyle ya, bir salatalık tohumu da haliyle bana diyor ki, “Bende bir kabiliyet falan yok, alırsın eline beni ezersin, hiçbir iddiada bulunamam, kendimi savunamam, iradem yok, ilmim yok, gücüm yok, görüyorsun. Ben, yaratılmaya muhtaç bir aracı, şefaatçi olarak, yalnızca benim yaratıcımın bu işleri yapıyor, yaratıyor olduğu mesajını sana ulaştırıyorum, o kadar.” Bu gördüğümüz veya duyduğumuz insanlar da aynı mesaj ile bana konuşuyorlar. Aralarında hiçbir fark yok. Birisi “haliyle” diğeri hem “sözüyle” hem de “haliyle” bana konuşuyorlar.
Salatalık tohumunun şefaati herkes için geçerli ise, bu elçilerin şefaati de herkes için geçerli. Kim tohumu alır düzene uyarsa ona salatalık bahçesi veriliyor. Kim de bu insanların mesajını alır, hayatına uygularsa ona da “ebedi varlık bahçesi” verilir. Çünkü mesaj, insanın ebedi bir varlığa ait olduğunu öğretiyor.
Şimdi Kur’an’da neden bazı ayetlerde “kimsenin şefaati kabul edilmez, tek şefaatçi Allah’tır” diyen, hem de “ancak benim iznim ile şefaat edilebilir” diyen ifadeler olduğu anlaşılıyor. Birincisinde, yani Yaratıcının bizzat kendi iradesinin gerçekleşmesinin vurgulandığı bir bağlam ise, “Bu düzen de dahil olmak üzere, içindeki tüm şefaatçiler benim irademin tecellisinden başka bir şey değiller” demeye gelen ifadeler yer alır. İkinci bağlamda ise, “hazırladığım tohumu kullanarak onu şefaatçi yapmak, veya gönderdiğim elçilerimi dinleyip, onların mesajını hayatına uygulayarak, onlar ile ulaşan mesajı kendiniz için şefaatçi yapmak dışında başka bir şefaat bulamazsınız. Böyle bir yaratılış benim irademin, yani iznimin sonucudur, farkına varın” diyor.
Demek ki, sonuç itibariyle her iki ifade de doğrudur, konuya hangi bağlamda, hangi perspektiften baktığına göre değişen ifadelerdir bunlar, aralarında hiçbir çelişki yoktur.
Pratik bir soru ile konumuzu noktalayalım.
Peki, hadis nakillerinde neden sıklıkla, Allah elçisinin, “Ben ümmetime – benim mesajıma tabi olanlara, o mesajı özümseyenlere – şefaat edeceğim” diye söz vermesine rastlanıyor? İnsanın aklına, “Benim gibi mahlûk olan bir insan bana nasıl şefaat eder” sorusu geliyor. Evet, haklı bir soru bu. Ama şimdi dikkat edelim. Tohum da bir yaratık olmasına rağmen, kendisini kullanan için şefaat edebiliyor. Tohumun kendisi, yaratma işleminde etken değil, onun görevi bu. Elçi de kendisini kullanana otomatik olarak şefaat eder. Mesajını alıp duygularıma ulaştırınca, kendi varlığımın geleceğini mutlak bir yaratıcıya izafe edince, ebedi bahçelerde olduğumu fark etmiyor muyum? İşte mesajı alır, kendime uygularsam doğrudan cevap gelir. Yani, mesajı getiren, bana şimdiden şefaatçi olmuştur bile. Bir de ahirette ümmetine (mesajını alıp uygulayanlara) şefaatçi olmasını beklemenin bir alemi var mı? Mesajın kendisi zaten o uygulamanın kaynağı olarak bana ebedi mutluluğun yolunu bu dünyada gösterdi, eğer ben gerçekten o elçinin ümmeti, yani öğrencisi isem. Eğer bu geçici dünyada kendimi, ebedi varlık bahçemde olarak hissedecek şekilde mesajı aldıysam, kesinlikle ikinci yaratılışta bu duygum ile beraber o yaratılış şartlarında varlığımın devamı garanti demektir.
Görülüyor ki, ayetlerin bazılarını ve hadis nakillerini ne inkâr etmenin mantığı varmış ve ne de bu ayet ve hadisleri literal olarak okuyup, kişilerin kendilerinden kaynaklanan bir şefaat gerçekleştireceğini düşünerek, savunulamaz bir çıkmaza girmeye neden olan bir metin taklitçiliği yapmanın mantığı varmış.
Elçilerin ümmetlerine şefaatlerinin garanti olduğunu hissederek, anlayarak, tatmin olmuş bir şekilde yaşamayı nasip etsin Yaratıcımız, Sahibimiz, Varlık Kaynağımız, hepimize!
İlgili Yazılar: