Yaşamakta olduğumuz ev hakkında (kâinat evini temsil eder) birlikte biraz düşünmeye çalışalım. Önce bu evde ne kadar süredir kalmakta olduğumuzu hatırlayalım. Sonra hayalî bir muhatabın, “Bunca yıldır içinde kaldığımız evin bir mimarı, ustası, yani yapıcısı var mı?” diye sorduğunu farz edelim. Ne deriz? “Canım besbelli, kendi kendine olacak değil ya, bu kadar basit bir soru olur mu? Mutlaka vardır” şeklinde cevap veririz.
Muhatabımız, “Emin misiniz? Belki de tesadüfen, milyarlarca yıl boyunca rüzgarlar, zelzeleler, çeşitli başka olaylar neticesinde işte böyle kendi kendine oluşmuştur, eğer duvar dik durmasaydı, zaten yıkılır giderdi. İşte yıkılmayacak halde kalmış, demek ki bu “şans”ı yakalayan duvar, varlığını kendi kendine devam ettirip gidiyor. Ne dersiniz, hiç mi ihtimal vermiyorsunuz?” diye tekrar bir soru yöneltse cevabımız ne olur?
Her halde, “Git kardeşim, benim işim var, bu gibi saçmalıklarla uğraşacak vaktimiz yok” deriz. Muhatabımız ısrar edip, “Hiç mi ‘belki de olabilir’ diyemezsin?” diye diretse ne deriz? Her halde yemini patlatıp, “Vallahi de ustası vardır, yüzde yüz eminiz. Bizim bu konularda inancımızı sarsamazsınız. Daha fazla ısrar edersen artık seninle konuşmayacağımı bil”, deriz.
Muhatabımız, biraz daha nazikleşerek, “Haydi evi yapan usta var da, kapı, pencere, su tesisatı, elektrik tesisatı, mutfaktaki ocak, buzdolabı vs. bunların da bir ustası var mıdır? Belki de bunlar tesadüfen buralarda yerleşmiş, kendilerini çevreye adapte etmiştir, belki, belki…” diyerek bizi sıkıştırmaya devam ederse ne deriz? Her halde sinirlenir, adamı başımızdan uzaklaştırmaya çalışırız.
Küfre daveti temsil eden muhatabımız bizi sıkıştırmak için başka yol ve yöntemler arayadursun, biz kendimize bakmalı ve düşünmeliyiz:
“Ben bu evi kullanmaya başlayalı yıllar oldu. Bu evin Mimarını, Ustasını ne kadar hatırıma getirdim? Şu kapıdan binlerce defa girip çıktım, pencereyi binlerce defa açıp kapadım, hiç ustası hatırıma geldi mi? Kaç defa musluktan su aldım, her karanlık gecede elektriği kullandım, hiç bunların ustasını hatırıma getirdim mi?”
Şöyle diyerek savunmaya geçenlerimiz olabilir: “Biz elhamdülillah mü’miniz. Atom gibi imanımız var. Bu evin, bu kâinatın Ustası olduğuna inanıyoruz”.
Peki, o zaman samimi olarak kendimizi yoklayalım: Bu evde yaşarken, örneğin kapıdan her giriş ve çıkışta, “vay, benim ‘Ustam’, ne kadar rahat giriyorum ve çıkıyorum, menteşeleri, kapının terazisini ne kadar hassas yapmışsın, hiç zahmet çekmiyorum, pencereler de öyle. Çeşmeyi açıp suyu kullanırken, “Ne hikmetli bir su tesisatı yapmışsın, bunu görüyorum Ustacığım, hem su ihtiyacımı karşılıyorum hem de bu sudan hiç zarar görmüyorum, sanki benim için, “kullan, memnun ol” diyecek şekilde bir tesisat kurmuşsun, elektrik de öyle, çarpabilir ama bana hiç de zarar vermiyor…” diyerek kaç defa Ustaya karşı bir minnet, bir muhabbet hissimiz galeyana geldi? Ya da hiç böyle bir hissimiz oldu mu?
Şunu diyenlerimiz olabilir: “Ben su faturasını ödüyorum, bardağı her elime aldığımda besmele çekiyor, ondan sonra yudumluyorum. Yemeğe oturduğumda da bismillah, diyor, kalktığında da elhamdülillah diyorum. Bunlar yetmez mi?”
Peki, kendimize soralım: “Elektrik düğmesine dokunurken de “bismillah” diyor muyuz? Galiba, çoğumuz “hayır” diyecektir. Neden? Cevap açık: “Çünkü, babam ve annem bana onu öğretmediler, hocalar da hep suyu bismillah diyerek, oturarak içeceksin” dediler ama elektrik düğmesinden bahsetmediler…”
Peki, birisi bize, “inanıp inanmadığınızı sormuyorum, inandığınız belli, ama şu kâinat evinin Yapıcısını hatırlıyor musunuz”, diye sorsa, çoğumuz, “Hatırlamaz olur muyuz? Hastalandığımızda veya rahatsız olduğumuzda daima Kur’an okur, Ona dua ederiz. Mübarek geceleri ihya ederiz. Nasıl hatırlamayız Onu? O bizim Yardımcımız değil mi?” türünden cevaplar yetiştiririz.
Arkadaşlar, kâinat evindeki namaz kılmak, abdest almak, oruç tutmak, zekat vermek gibi davranışlarımızın, vergi verir gibi bir halet-i ruhiye ile yapılmaması gerekir. Bu faaliyetlerin, kendimizi “Kâinatın Ustasının, Sâniinin huzurunda” hissetmemize ne kadar katkısı olduğunu düşünmemiz gerekir. Evin vergisini öder gibi, kâinat evinin zekatını ödemek, bizi ne kadar “huzûr-u ilahiye” taşıyor? Sorgulamamız gerekmez mi? Yaptıklarımız, bizi Onun huzuruna çıkararak, imanın emniyeti ile yaşamamıza vesile oluyor mu? Onunla hemhal yapıyor mu? Sorumuz budur.
Burada dinî pratiklerle ilgili bilgilerin önemsizliğinden bahsetmiyorum. Bu konular bilenler tarafından zaten bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor. Mesele, kâinat evinin Yapıcısını, kâinattaki odalardan, tesisattan, eşyalardan yola çıkarak tanımak, tasdik etmek, daima hatırlamak, Onun yaptıklarını hissetmek, bundan derin memnuniyet duymak ve Ona muhabbet beslemektir!
Bütün bunlar ise “tahkiki iman eğitimine” tabi olmakla gerçekleşir. İnsanî özelliklerimizle, yaşadığımız evrenden yola çıkarak imanımızı tahkik etmeksizin, “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere iman ediyorum” demek ezberdir, taklittir. Uyanmak lazım! İman eğitimine girmek için can atmak lazım! İman tahkiksiz olmaz. Evin bütün malzemelerinde Usta’nın emeğini görüp, Onun huzurunda olmak, Onunla beraber yaşamak, Onsuz bir anımızın bile geçmemesi için çalışmak, çabalamak, koşturmak lazım!