İman, insanın varlığı anlamlandırırken kullandığı teorik modeldir. Duyularıyla dünyasına gelen her algı, bu teorik modele göre renklenir, yani yorumlanır. En avamdan en havassa kadar herkesin bir varlık modeli vardır. Tüm anlamlandırmalar o model üzerinden gerçekleşir.
Her ne kadar dışımızda haricî bir gerçeklik olsa da, biz o gerçeklik ile doğrudan temasa geçemeyiz. Biz ancak o gerçekliği duyularımızla algılayıp yorumlayarak modelimize uyacak şekilde içselleştiririz ve böylece bize özel hususi bir âlemimiz olur. Biz hep o hususi âlemimizin içinde yaşarız. Kur’an, bu hususi âlemi bir eve benzetir. Bizi, evimizi cehennemin kıyısına yapıp o evle birlikte cehenneme yuvarlanmaktan sakındırır. Zira varlığa aşık olan insan için en büyük acı kaynağı, kendisindeki özelliklerin ve kainattan edindiklerinin yokluğa gitmesidir.
İnsanın evini sırat-ı müstakim (emniyet) üzerine yapmasının yolu, varlığa nazar ederken kendisine emanet olarak verilen özellikleri doğru kullanmasından geçer. Hem kendisindeki ve hem de eşyadaki özelliklerin her an onlara “veriliyor” olduğu, yani her şey üzerindeki her özelliğin emaneten taşındığı hakikatinin şuuru ile varlığı yorumlar. Böyle bir yorum ise insan için ölüm kalım meselesidir, çünkü bu kâinatı var eden, eşyada tecelli ettirdiği özelliklerinin insan tarafından tanınmasını, insanın kendisi için inşa ettiği teorik modelin temelinin olabilmesine şart koşmuş. Adem’e (as) tüm esmanın öğretilmesi de bununla alakalı. Kâinatta gözlemlenen her bir özelliği tanıyıp tartacak, ona ayna olacak karşı bir özellik potansiyel olarak insanın mahiyetine konulmuş. İnsan kendisindeki esma okuma potansiyelini eşyada gözlemlediği özelliğin kaynağını tanımada kullanınca, hem o eşyayı bir anlamda “edinir”, hem de kendisindeki bu potansiyeli geliştirir. Yani varlığına varlık katar.
Mesela geceleyin gökyüzüne baktığında, yıldızlar üzerindeki süsleme fiilini tanır. “Yıldızları bu şekilde bana algılatan ve bana süslemeyi tanıyacak özelliği veren, yıldızları, bana esmayı okumamda hizmet etsinler diye var etmiş” der, evine süslü bir dam edinir. Yıldızları göz kırparak kendine secde ediyor bilir. Tabii yıldızları incelemeyi meslek edinenin durumu ile herhangi bir avamın durumu bir olmaz. Yıldız uzmanının evinin damı çok daha süslü inceliklere haizdir.
Kendisindeki esmayı tanıma potansiyelini kullanmayan insan için ise eşya adem rengini alır. Bu kişi için her gün, ayrı bir “varlıktan mal ve lezzet kaçırma” operasyonundan ibarettir. Fakat nereye? Zira kâinat sürekli ona kendisinden çaldıklarını depolayabileceği bir “cep”in olmadığını haykırır. Hayatı içinde bulunduğu ana ve mekâna sıkışmış olan kişi için her şey bir sonraki anda helak olmaya namzettir. Tüm kâinata aşık olsa da, hiç bir şeyi edinemez. Kurduğu evin en küçük zelzelede yerle bir olduğunun farkındadır. Herkesin başına geldiğini bildiği o büyük zelzelenin de her geçen gün yaklaşmasının endişesi ile ömrünü tatminsizlikler içinde geçirir… ta ki kâinattan alabileceği tek şeyin teorik bir model (iman) olduğunu anlayana ve temeli daha sağlam yeni bir ev arayışına girene kadar.