İlk iki yazıda, “kainatta gerçekten şer var mıdır?” ve “insan algılaması ile ilişkisi nedir?” sorularına kendi dünyamda cevap bulmaya çalışmıştım. Üçüncü ve benim için anlaşılması en komplike olan soru ise “Şer olayının cüz-i ihtiyari ile ilişkisi nasıldır?”
Bu soruya cevap aramaya başlamadan önce, sanırım ilk yapılması gereken şey “cüz-i ihtiyari nedir?” ve “yaratılmış alemdeki yeri ve fonksiyounu nasıldır?” sorularına cevap bulmak ve cüz-i ihtiyarinin Mutlak İrade ile ilişkisinin nasıl olduğunu anlamak olsa gerek.
Cüz-i ihtiyari denen şey nedir?
Şimdi, buraya kadar dedik ki kainatta şer yoktur; her şey hakikatinde güzeldir, kendi dünyamda şer diye algıladığım şeyler ise aslında enenin mutlak hayırdan gelen hayra güzel bir ayine olamadığından hayrin gizelenmesinden dolayı ortaya çıkan şeylerdir.
Mevcudatta tek bir zerre yoktur ki O’nun ilmi, kudreti ve iradesi dışında vücuda gelsin; tevhid bunu iktiza ediyor. Bu durumda tevhid anlayışına göre öyle bir noktaya varıyoruz ki aşağıdaki durum ortaya çıkıyor.
“Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-i Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ül ve mükellefsin” der.Sonra, ondan şudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.””
Peki nedir bu cüz-i ihtiyari?
“Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarin vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte, şu cüz-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatimiza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.”
Yani kısacası mahiyetinin ne olduğunu bilmediğimiz ama varlığının vicdanen, fıtraten farkında olduğumuz bir seymiş, cüz-i ihtiyari.
“Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Mâturidîce bir emr-i itibarîdır, abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdır. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyari ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir ruchâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu serdir, yapma.”
Sanırım dananın kuyruğunun koptuğu ve benimde anlamakta en çok zorlandığım nokta burası! O nedenle bu paragrafı anlamamda bana yardımcı olursanız sevinirim.
Benim özetle bu paragraftan anladığım şey şu ki: tarihte iki farklı düşünce tarzı cüz-i iradenin mahiyetinin ne olduğunu anlamaya çalışmışlar. Maturidi demiş ki cüz-i iradenin farazi bir varlığı vardır o nedenle varlığı abde verilebilir. Harici bir varlığı olmadığı için tevhidin iktizası gereğince meyelanın varlığını Allah’a vermek icab etmez.
Eş’ari’de demiş ki; Hayır! cüz-i iradenin harici bir varlığı vardır, o nedenle tevhidin iktizasınca onu Allah’a nispet etmek gerekir ama o meyelandaki tasarruf abde isnat edilebilir ve buda tevhid ile çelişmez.
Ve Üstad bu olayı aşağıda ki şekilde hülasa etmiş:
“Hulâsa: Âdetullahin cereyanı üzerine hâsil-i bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkiftir. Masdarın esası ise meyelândir. Meyelân veya meyelândaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Mâdum da değildir ki, hâsil-i bilmasdar gibi mevcut olan birşeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.”
Yani ister meyelan ister meyelanda ki tasarruf olsun farketmez, her halükarda harici bir vücudu olmadığından onu Allah’a vermek zorunda değiliz. Madem vicdanı bir şekilde o meyelanı tecrübe ediyoruz, o zaman tamamen yokta olmadığı için abde verilebiliyormus.
Buraya kadar yazılanlar cüz-i ihtiyarinin mahiyetini ve yaratılmış alemdeki yerini anlama çabasıydı, şimdi cüz-i ihtiyarinin şer ile olan ilişkisi nasılmış onu anlamaya çalışalım.
Madem cüz-i ihtiyarinin kendine ait bir vücudu yok, o zaman kendine ait vücudu olmayan bir şey, başka şeyleri vücuda getiremez ve varlık kaynağı olamaz. Daha önce ispat edildi ki vücuda gelen her şey hayırdır, güzeldir dolayısıyla mehasin ancak ve ancak Allah’a isnat edilebilir.
Bununla beraber cüz-i irade tamamıyla madum değil; bir meyelanı vicdanen biliyoruz, o meyelandan; tasarruftan dolayı bir hayrin vücuda gelmesine mani olmak nedeniyle şerre sebebiyet verdiğinden sorumlu oluyor.
“Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler. Yoksa, mutemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-i kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.”
“Cüz-ü ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsıne masdar olarak tefer’un etmek için değildir.”
Evet, Kur’ân’in dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes’uldur. Çünkü seyyiâti isteyen odur. Seyyiât, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.”
Bu paragraftanda bir kez daha ortaya çıkan sonuç; insan kendine verilen cüz-i ihtiyari ve ene gibi iki tılsımlı özellikle çok dehşetli şerlere sebebiyet verebilecek potansiyelde yaratılmış. Cüz-i ihtiyarinin eneden yana yaptığı her tercih şerdir, bir seyyiata sebebiyet vermektedir.
Halbu ki bu iki tılsımlı özelliğin veriliş hikmeti Rahmet-i İlahiyeden gelen hayra ve hüsne güzel bir ayine olarak Rabbi bütün güzel Esması ile tanımak içindir. Ene adına yapılan her tercih bu maksadı gölgelemektedir çünkü enenin de kendi başına harici bir vücudu yoktur; sadece farazi bir vücuda sahiptir ta ki Vücud-u Mutlaka ayine olabilsin.
“İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î öldüğü için, teâkub suretiyle eşyaya taallûk ettiği gibi, himmeti de cüz’îdir; nöbetle eşya ile meşgul olabilir.”
İnsanın mahiyeti böyle olunca cüz’i bağlamda yaratılmasını talep ettiği ve iradeyi eneden yana kullandığı her şey şer olmaktadır ama Rahmet-i İlahiye ve Kudret-i Ezeliye geçmişe ve geleceğe birden; aynı anda hükmettiği için cüz’i anlamda şer olan birşey külli manada, büyük resmin tamamında hayır ve husundur.
Ene ve cüz-i ihtiyari kendilerine ait harici bir vücudları olmadan farazi bir vücud verilmiş ta ki İlm-i Ezeli ve Kudreti Mutlaka ile çepeçevre kuşatıldığının farkında olsun. İnsanın gerçeği bu iken, hala daha kendine ait varlık iddiasında bulunarak; ayine vazifesini yapmayıp Esmanın nükuşlarını ademe göndermesine mukabil hayatının sonuda ulaşacağı yer, kendisi için hayatı boyunca topladığı şerlerin yani ademin toplandığı yer olacak. Bu dünyada iken hakikatinde hayr-i mahz olan mevcudatı kendi su-i tefehhümünden dolayı sürekli şer olarak algılayıp cehennem vari bir hayat yaşamasıda çabası.
Buna mukabil kendi gerçeğini kabul edip, gerçeğine muvafık hareket ederek Esam-ı Hüsna’ya güzel bir ayine olsa bu hayati daima hayır ve hüsün ile yaşamakla beraber, vücuda bakan bu algılamasından dolayı ebedi bir cennet kazanır.
Üstad bu manayı aşağıda çok güzel ifade etmiş;
Kat’a ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ravh ve reyhâni veren ve emn-u emâni temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makàsid ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahatla, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânina meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz’î hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.
Sonuç olarak bu konuda anladıklarımı şöyle bir örnekle özetleyerek bitireyim.
İnsanın bu dünyadaki hali, nehirde belirli bir yöne doğru akıp gitmekte olan kayıktaki insanın haline benziyor. Kayık motorsuz bir kayık ve nehrin akışını takip etmek zorunda. İnsan kayık içinde kısıtlı bir alanda kayığa yön veriyormuş gibi gözüksede aslında çok iyi farkında ki akıntı onu bir yöne doğru götürmekte. Kayıkta bu şekilde ilerlerken; hem kayık içinde, hem nehir kenarında bir takım olaylar, varlıklar görüyor ama esasında bu olaylara hiç bir dahli yok. Tek yapabildiği kayık ilerledikçe uzaktan seyrettiği nehir kıyısında olan olaylara anlam vermeye çalışmak.Yorumlamakta tamamen serbest istediği gibi yorumlayabilir. Vardığı yerde o nehir boyunca şahit olduğu olayların hakikati ona anlatılacak.
İşte insan ve insanin cüz-i iradesi sanki ancak böyle bir alanda faaliyet gösteriyor. İşin hakikatinde değiştirebildiği hiç bir şey yok sadece kendin için olayları nasıl algılıyorsun, “perception” nin nedir? Cüz-i iradenin nüfuz edebildiği tek alan buymuş gibi geliyor bana.
Yani özetle; hakikatte şer yok, algılamanı düzelt, eneni tanı, foksiyonunu anla ve cüz-i iradeni eneden yana kullanma. So there will be no evil for you!!!
Başka bir ifade ile Allah eşeğini öyle sağlam bir kazığa bağlamış ki ne yapsan nafile…Ne zaman O’na şer isnad etmeye kalksan bumerang gibi dönüp seni buluyor.
IMPLICATIONS: Bu konuları okuyup düşünürken, bir yandan da ibadet, amel-i salih, ubudiyet, dua, Kur’anın her bir harfinden binler sevap alma gibi konular konuşulup tartışlıyordu.
Çalışıtığım bu konu bağlaminda ya bu kavramları birde hayır-şer, ego/ene, cüz-i irade bağlamında yeniden tanımlasam ne olur diye düşündüm. Şöyle bir sonuca ulaştım. İbadet, ubudiyet, amel-i salih, dua, sevap bütün bunlar aslında kendi gerçeğini idrak etmek demekmiş. Cüz-i irademiz var, seçiyoruz dediğimiz noktada bile cüz-i ihtiyarinin ancak farazi bir vücudu varmış. Bütün dava, bunu anlamak ve gerçeğinle tamamen yüzleşip mutlak acziyetini hissetmek miş. Hayr yapıyorum, Kur’an okuyup sevap işliyorum dediğin noktada bile eğer kendine atfediyor isen, hayr iş işlediğini düşündüğün noktada aslında şirkin tam ortasında kalıveriyormuş insan. Çünkü hayrın vücudu var ve insanin bir hayri vücuda getirecek harici varlığı olan bir cüz-i ihtiyari yok.
Bana öyle geliyor ki Üstad aşağıda ki cümlede tamda bunu ifade ediyor.
“Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.”
Buna mukabil “hasenatı yapan, sevabı işleyen, talep eden benim” gibi bir tavra sahip olmak yukarıda çalışılan konu bağlamında düşünüldüğünde esbaba tesir vermek oluyormuş aslında. Yani işlediğimiz sevaplara bizi ahirette cehennemden kurtaracak kurtarıcılar gözüyle bakmak. Bu bana birazda yahudilik tavrını hatırlattı…amelin ruhu olan iman, şuur olmadan şeriatın en ince detayında kaybolup gitmek ve kurtarılmayı amelden beklemek, İsa’da (AS), Musa’nın (AS) şeriatına dokunmadan iman ile ruhlandırıp canlandırmak için gelmemişmiydi?