Bu soruya cevap bulabilmek için her şeyden önce insanın kendini tanıyıp, anlaması ve kendi benliğindeki “ene” nin mahiyetinin ve fonksiyonunun ne olduğunu bilmesi gerekmektedir.
Ene konusunun iyice anlaşılması için 30. Sözün çok ciddi çalışılması gerekiyor ama aşağıda yapılan alıntı ene nin konumuzla alakalı olan kısmını özetler mahiyette.
“Demek ene, âyine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkısaf ve mânâ-yi harfî gibi, mânâsi kendinde olmayan ve başkasının mânâsini gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hüllesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tır ki, o elif’in iki yüzü var:
Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.
Bir yüzü de serre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.”
Eğer enenin mahiyeti ve fonksiyonu yukarıda izah edildiği gibi ise, enenin nasıl kullanıldığına bağlı olarak bir şey şerre yada hayra inkılap eder. Bunun nasıl olduğunun izahı, birinci soruya cevap ararken izah edilmişti ama bir kez daha hatırlamakta fayda var.
“Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayri kabul etmek,serre merci olmak için yaratılmışsınız….” yani ene doğru kullanılmadığında hayri mutlaktan gelen hayra doğru bir şekilde ayine olamayınca o hayır gizlenip serre inkılap etmiş oluyor.
Demek ki enenin mutlak hayırdan gelen hayra ayine olmak gibi ve dış alemde cereyan eden olayların benim kendi iç alemimde nasıl yansıyacaklarını tespit etmek gibi iki temel işlev görüyor.
İlk soruya cevap ararken tesis edilmeye çalışılan ” her şey ahsen şekilde yaratılmıştır” ve kainatta hakikatte şer yoktur gerçeğini, peki nasıl oluyorda ben kendi dünyamda şer var gibi algılıyorum? gizemini çözmek, enenin nasıl olupta dış alemi kendi rengine boyayarak benim iç dünyama yansıttığını anlamak ile mümkün!
Anladığım kadarı ile Üstad tamda bu noktaya açıklık getirmek için 18. Sözün kinci noktasında
اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ
“O [Allah] herşeyi en güzel şekilde yarattı.” (Secde Sûresi, 32:7)
ayetini çalıştığı yerin devamında konuyu şu şekilde izah ediyor;
“Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlik cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsina ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtiranın büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsiz telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, karı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlik ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-i edebî olan şeyleri hilâf-i edep zanneder. Meselâ, alet-i tenasul-u insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-i fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-i edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.”
Bu paragraflardan çıkan sonuç şu ki; eneyi var oluş maksadına göre kullanmak ve öyle bir muhakeme terbiyesine girmek icap ediyor ki kainattaki her hadiseyi zahiren eneye bakan yönüyle değilde Sa’ni ine bakan yönü ile algılamak ve yorumlamak gerekiyormuş.
Kainatta neden bu kadar çok şer, çirkinlik, acı, ölüm vs. var diyen insana; divane olma! şer diye algıladığın şeyler sadece senin kendi dünyanda senin ayinene yansıyan şeyler; şer diye algıladığın şeyler senin ayinenin pisliğinden dolayı alemdeki güzellikleri yansıtmamasından ileri geliyor, ayineni temizle, enenin veriliş maksadını ve fonksiyonunu anla, Kur’anın muhakeme terbiyesine gir, algılamanı değiştir, işin hakikatini gör, miraca yüksel diye hatırlatmak lazımmış!
İşte bu algı konusunu, receptörlerin bozuk olduğunu ve nasıl düzeltilebileceğini, Üstad,
اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ
“Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder).” (Bakara Sûresi, 2:255.)
اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ
“Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” Âl-i İmran Sûresi, 3:19
ayetlerini çalıştığı 8. Sözde, dinin esasının tanımını yaparken şu şekilde ifade etmiş.
“Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis muşkirlerle sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.
Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” (Nisa-4:79) olan hükm-ü Kur’ânînin sırrı zâhir oluyor.
Bu paragraftan, sekizinci sözdeki hikayaden ve sekizinci sözün tamamından çıkardığım sonuç şu ki; bir şeyi kendine şer yada hayır yapan kişinin kendisi ve enesidir, enesini nasıl kullandığıdır. Din ise insana kendi varlığını tarif etmek ve enesini nasıl doğru olarak kullanıp, kendi algısını düzeltebileceğini öğretmek için gönderilmiştir.
Bu tefekkür yolculuğunda ulaştığım bir kaç sonucuda şu şekilde sizinle paylaşmış olayım.
- Allah’a imanı, bütün mutlak sıfatları ile tesis etmeden şer konusuna girme; girersen boğulursun.
- İnsan kendi gerçeğini, enenin mahiyetini ve fonksiyonunu anlamadan şer konusunu çözmesi ve izah etmesi mümkün değildir.
- Din insana kendi varlığını tarif etmek, varoluşsal sorularına cevap vermek için gelmiştir; o nedenle din olmadan; muhakeme terbiyesine girip, nazarları eneden ve zahirden eşyanın hakikatine çevirmek mümkün değildir.
Bu konudaki ilk yazımı buradan okuyabilirsiniz: https://ha-mim.org/ser-konusu-1-varlik-noktasinda-ser-gercekten-varmidir
osman abi allah razı olsun çok istifadeli oluyor,ancak empatik yaklaşınca şu örneğe (her iki yazınızı hesaba katsamda)cevap bulmakta zorlanıyorum;7-8veya12-13 yaşında saldırıya uğramış bir kız çocuğu olsam veya annesi-babası olsam imani perspektiften nasıl düşünmeliyim?
ikinci olarak şer meselesinde ahiret inancını nereye oturtmalıyız?
cok garip. Bu konunun konusuldugu baska bir ortamda da bir baskasi tam olarak bu soruyu sormustu. Uzerinde dusunulecek ince bir nokta.
Bana daha can alici gelen soru ise su: seytan bir adama musallat olup, imanini kaybetmesine neden oluyorsa, bu isi nasil izah ederiz bu ser mevzusu ile?
Bahsi gecen 8-9 yasindaki bir kiz cocugunun maruz kaldigindan cok cok daha buyuk bir seye maruz kaliniyor imanin yitirilmesi durumunda…
Allah razi olsun Osman abi, yazi icin de izah icin de.
İnsanı tefekküre sevk eden sorularınız için Allah razı olsun…
“(her iki yazınızı hesaba katsamda) cevap bulmakta zorlanıyorum”
Demek ki üçüncü bir yazıya ihtiyaç varmış:)
Bu konuda yazılmış olan son yazıyıda okumanızı tevsiye ederim, zira son yazı cüz-i iradenin şer ile ilişkisini anlamaya çalışıyor.
Ama sorunuza kısaca cevap vermek gerekirse; kainata, eşyaya tevhid nazarı ile bakılmadığında her şey şer olmaya mahkumdur. Yaşamak, hayatınızı devam ettirmek istiyorsunuz ve bunun için daima nefes almaya muhtaçsınız; dolayısıyla aldığınız her nefes hayatınızın devamını sağladığı için hayr zannederken şerrin ta kendisi oluyor çünkü ciğerlerinize çektiğiniz her hava sizi ölüme yani ebedi yokluğa bir nefes daha yaklaştırmış oluyor.
O nedenle tevhid nazarı ile değilde, nedensellik içerisinde eşya ile ilişki kurduğunuzda; kainattaki her şey ama her şey şer olmak zorundadır çünkü insanı anlamsızlığa götürüyor. Hiç bir şeye değişilmeyecek anne şefkati ve muhabbet bile firaktan gelen elemle şerre dönüşüyor, en belalı şey halini alıyor.
Bundan dolayıdır ki şer konusunun tevhidi tesis etmemiş bir insana izahının mümkün olmadığına inanıyorum. Bu bağlamda yapılan her teşebbüs nafile bir gayrettir.
“İkinci olarak şer meselesinde ahiret inancını nereye oturtmalıyız?”
Ahiret inancıda, tevhid inancı gibi şer mevzusunu anlamak noktasında olmazsa olmaz temel şartlardan birisidir. Ahirete imanı tesis etmemiş bir insanın büyük resmi görmesi mümkün değildir. Herşeyi nedensellik noktasında değerlendirmek zorunda olup; olayın hakkatine, meleküt boyutuna geçmesi imkansızdır.
Bu nedenlerden dolayidir ki şer konusunda konuşmaya başlamadan önce kişinin dünyasında bütün mutlak esması ile birlkte Allah inancını ve ahiret inancını tesis etmiş olmak şarttır.
Bu ön bilgiden sonra sorunuza direk cevap vermek gerekirse; kendimize sorduğumuzda sizin örneğinizdeki hal bize sevdirilmemiş hatta nefret ettirilmişiz. Bu hislerin kaynağı biz olmadığımıza göre, bu Allah’ın hayri tecelli ettirmek istediğinin en büyük delilidir.
Sizin örneğinizde fiili işleyen kişi açısından; Allah’ın kendisinde tezahür ettirmek istediği hayra mani olmasından dolayı ortaya çıkan şer tamamıyla şahsın kendisine aittir, işlediği şerden dolayı mesuldur.
İstenilmeyen o hale maruz kalan masum açısından ise; büyük resmin tamamına birden bakmak icab ediyor. Çünkü büyük resmin tamamında Allah cüz-i şerleri hayra kalbediyor. Bu örnekte büyük resme bakmak demek ise; o an içerisinde sıkışıp kalmadan, geçmişe ve geleceğe birden bakmak; yani ahirete imanı denkleme koymak gerekiyor.
(“İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için, teâkub suretiyle eşyaya taallûk ettiği gibi, himmeti de cüz’îdir; nöbetle eşya ile meşgul olabilir.”
İnsanın mahiyeti böyle olunca cüz’i bağlamda yaratılmasını talep ettiği ve iradeyi eneden yana kullandığı her şey şer olmaktadır ama Rahmet-i İlahiye ve Kudret-i Ezeliye geçmişe ve geleceğe birden; aynı anda hükmettiği için cüz’i anlamda şer olan birşey külli manada, büyük resmin tamamında hayır ve husundur.)
Ayrıca gene tevhid imdada yetişiyor ve Allah’ın Adil-i Mutlak olduğu, kimsenin hakkını zayı etmediği ve o an itibarı ile olmasa bile büyük resmin tamamına bakınca herkese hakkını verdiğini görebilmek gerekiyor. Sorun, bizim olayı an itibarı ile değerlendirip Allah’ın bize musibet vererek cezalandırdığını düşünmemizden kaynaklanıyor. Halbu ki Allah o ani “şahid ve şehid” kılarak kulunu büyük resmin tamamında nimetlendirmeyi irade ediyor. Şehid olana öldü denilmez, bilakis daha güzel bir hayat mertebesine çıktı denilir. O masum o an itibariyle anın şehidi olmuştur.
Sonuç olarak; İbrahim’e “nari berden ve selemen” yapan şey İbrahim’in tevhid anlayışı idi. İbrahim çok iyi farkındaydı ki ateş yakmaz, her hali yaratan O dur. O ateşin içinde de olsan o halin berden ve selemen olması tercih etmişse bitmiştir olay. Ne acı, ne suffering, yaratılmadı ki olsun!!! İt does not exist!
O nedenle şer kounusunda sorulan sorular genellikle şu şekilde başlar; “Eğer Allah var ise…., Eğer ahiret var ise…” buda gösteriyor ki şer problemini çözmek; tevhidi ve ahireti anlamaktan geçer. O nedenle şer ile muhatab olduğumuzu düşündüğümüz her an dönüp tevhid anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz gerek!