Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (01. 10. 2023) yapılan Lahikalar dersinde Kastamonu Lahikası’dan İkinci Mektubun devamı ile Üçüncü Mektup ve Dördüncü Mektup’un bir kısmı okunup müzakere edildi. Mektup ne zaman ve kime yazılmış olursa olsun, her derste olduğu gibi, metinlerin özellikle bize bakan yönleriyle ilgili olarak önemli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=veBRHUAC2O0) Dördüncü Mektup’ta yer alan ve -aşağıda alıntıladığım- kısma dair gündeme getirilen bir tefekkürü aktarmak istiyorum:
“…Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevi ve ilmî bir mürşidi olan Risaletu’n-Nur’un heyet-i mecmuası, şair şahsi büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarinda azim kerametleri olduğu gibi, üç keramet-i zahiresi bulunan Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve yetu’l-Kubrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş. Hatta şekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine, müteaddit vakıalar şüphe bırakmıyor…” (Kastamonu Lahikası, [İstanbul 2020], s. 13-14).
Görüldüğü gibi Mektup’un bu parçası Risale-i Nur’un manevi ve ilmi bir mürşit olduğunu, iman hakikatlerini en güzel şekilde izah ettiğini ifade ediyor. Son cümlede de sekeratta bulunan talebelerinin imanını kurtarmak için mürşit gibi yetiştiğini belirtiyor. Derste moderatörün bu cümleyi nasıl anlamak gerektiği ile ilgili sorusu üzerine bir müzakereci -sonradan bana ulaştırdığı yeni notları ile- şunları söyledi: “Bu güzel bir soru. Hani Anadolu’da halk arasında yaygın bir anlatım vardır, bilirsiniz: Ölüm döşeğinde, sekeratta olan kişi çok susarmış, -bundan dolayı, yanında olanlar bu halde olan kimselerin dudaklarına ıslak bez sürerler-, o esnada şeytan bir tas su ile karşısına geçip, ‘imanını verirsen, bu suyu sana veririm’ dermiş… Avamî bir anlatım, avamdan beklenen de budur! Sekeratta olan birisi çok susamış olacak, şeytan bir bardak su getirecek, imanını isteyecek. Şunu biliyoruz ki, Risale-i Nur’da sıklıkla kullanılan bir usul vardır. Kainattan şahitler gösterir, o şahitlerin tanıklığı altında kainatın yahut kainatta olan her hangi bir şeyin kendisinin ne kendisine ve ne de bir başka şeye varlık verme özelliğine sahip olmadığını delillendirir. Özellikle gençlere okullarda bir şeyin varlığının nedenini ‘sebep-sonuç ilişkisi’ adı altında açıklamayı empoze etmek için her bir varlığı kendisinden bir an önce var edilmiş olan ve adına ‘sebep’ denen bir şeyin, ‘sonuç’ denen bir başka şeyin varlığını gerçekleştirdiğini iddia ederler. Gerçekte, bu ‘sebep’ denilen şeyin, ‘sonuç’ denilen şeyin varlık nedeni olabilecek bir özelliği var mıdır, diye incelediğimizde, hem ‘sebeb’in ve hem de ‘sonuç’un ayrı ayrı yaratılmaya muhtaç ve tamamen farklı özelliklerle donatılarak varlık verildiklerini görürüz. Risaleler, Kur’an’ın sunduğu usulü esas alarak bu gerçeğin basit bir gözlemle bile anlaşılabileceğinin örneklerini sunar. ‘Sebep’ gibi görünen yaratılış düzeninde gözlemlediğimiz varlıkların hiçbir ‘sonuç’un varlığına neden olamayacağını, onların ‘sonuç’u varlık alemine getirme, yani yaratma özelliğine sahip olmadığını anlatır. Örneğin, bir domates bitkisinin varlık nedeni olarak sunulan domates çekirdeğinin içerisine yerleştirilen DNA’sında yazılı olan bilgilerin varlık nedeninin, ne o DNA hücresinin varlığında görevlendirilmiş olan elementlerde ve ne de DNA’nın kullandığı elementlerde, yani toprak minerali, su, hava, güneş ışığı gibi varlıklarda, domateste görülen özellikleri var edecek hiçbir güçlerinin, iradelerinin, ilimlerinin, geleceği görerek hazırlık içinde olmalarının izine bile rastlanmadığını anlatır. Hiçbir şeyin, hiçbir varlığın ‘ilah’ yani ‘yok olan bir şeye varlık verme özelliği’ olmadığını, olamayacağını delillendirir, ‘Lâ ilâhe’ hakikatini gözümüzün önüne serer.”
“Su örneği üzerinden konuşursak, ne buharlaşan hava zerrelerinin, ne bulutun, ne su şebekesini tesisi eden kurum ya da şahısların suya varlık vermediğini, onlarda su yaratacak bir özellik bulunmadığını anlamak hiç de güç değildir. Suyun kendisinin de bizim su ihtiyacımızı karşılayacak rastlantılar sonucu kendiliğinden oluşmuş olabileceğine dair bir delil yoktur, akıl bunu kabul edemez. Suyun ne bizi tanıma, ne bedenimizin nasıl çalıştığını bilme, ona göre canlı varlıklarla ilişkiye girmesine neden olacak hiçbir özelliği yoktur, nitekim kendisi bir madde olan parçacıklar yığınından ibarettir. Fakat bu hayatsız, akılsız, iradesiz parçacıklar, var edildikleri düzenin dışında bir tercih yapma özelliğine sahip değildirler. Kimse bu elementlerde böyle özelliklerin izini bile gösteremez. Gerek suyun bize ulaşmasında aracılık yapan ‘sebeplerin’ gerekse bizatihi suyun bizim ‘susama ihtiyacımızı gideren’ olmadığını, suyun oluşumundan bardağa koyuluncaya kadar bütün aşamaların ‘yaratılış düzeni’nin Mutlak özelliklere sahip bir Yaratıcı tarafından gerçekleştirilmesinden ibaret olduğunu, suyun susuzluğumuz giderme özelliğinin de yine yaratılış düzeni içinde yer aldığını, suyu ancak ve ancak kainatı yaratan mutlak Yaratıcının yaratıp istihdam ettiğini, yani görevlendirdiğini her akıl sahibi anlar. Suyun kendisi değildir bizim susuzluğumuzu gideren; onu böyle bir görevin gerçekleşmesi için bilinçli bir şekilde tercih edilerek kurulan şu alemde gözlemlediğimiz düzenli yaratma aşamalarında bir basamak olarak görevlendirendir bizim susuzluğumuzu gideren. ”
“Halk arasındaki anlatıma dönelim. Şeytan ne demişti? ‘İmanını ver, elimdeki suyu sana vereyim’. Yani, ‘Allah benim susuzluğumu giderir demiştin, haydi gidersin bakalım. Oysa ben sana suyu verirsem, su senin susuzluğunu giderir, sen hem Allah diyorsun hem de susuzluktan perişan vaziyettesin. Allah’tan iste bakayım, senin susuzluğunu giderecek mi?’ Şeytan şeytani bir mantıkla gerçekleri karıştırır. Suyu yaratanın insana ‘Yarattığım suyu içersen susuzluğunu gideririm’ vadini, ‘suyun kendisi susuzluğu giderendir’ şeklinde sunar. Şimdi buradaki espriyi iyi kavramak lazım. Hem suyun bardağa gelinceye kadar geçen aşamaları hem de bardaktaki su gerçek anlamda susuzluğu gideren değildir. Susama ihtiyacını gideren onları yaratılış düzeninin basamaklarında görevlendiren, evrenin tümüne bir düzen içerisinde anlamlı, algılanabilir, hikmetli ilişki kurulabilir bir şekilde varlık veren Allah’tır. Allah susuzluk ihtiyacımızı su aracılığıyla gideriyor. Suyun bize intikalindeki vasıtalarda ve suyun kendisinde, kendiliğinden veya tesadüfler sonucunda oluşmuş bir özellik yok! Suyun kendi varlığında görevlendirilen tüm elementler ve bir su molekülü olarak varlığı, varlığına verilen özelliklerin tümünün varlık kaynağı, suyu evrenin düzeni içerisinde belli bir konumda var eden, yani evrenin tümünü gözlemlediğimiz bu alemi bir düzen içerisinde yaratandır susuzluğu gideren. İşte Risale-i Nur’u bu usul çerçevesinde okuyan ve anlayan bir kimse hiçbir varlığın, hiçbir varlıktaki özelliğin kendisinden kaynaklanmadığını, kaynaklanamayacağını yani ‘lâ ilâhe’ hakikatini kesin bir şekilde anlar, yaşar. Bu aşamayı kat ettikten sonra ‘Sulayan’ın (es-Sakî: susuzluğu gideren), su değil, suyun yaratıcısı olduğunu tasdik eder. Şeytanın elindeki suya bu anlayış içinde bakarak ‘Allah’ın yarattığı suyu alıyorum’ der, şeytani tart eder. Yani ‘lâ ilahe’den sonra, madem suda yaratma özelliği yok, onun kendisi yaratılmaya muhtaç, o halde onu ve onun gibi her şeyi, yani beni, suyu, benim susuzluk hisseden duygumu, yani bu evreni bir bütün olarak yaratandır susuzluğumu gideren anlamına gelen ‘illallah’ der, her şeyin arkasında O mutlak olanı görür, tasdik eder, daima bu tasdik üzere olur. Şeytanın ‘susuzluğu gideren bu sudur’ iddiasının hiçbir gerçeği olmadığını anlar, suyu Allah’ın bir hediyesi olarak alır ve gerçek susuzluğu gideren Allah’ın (es-Sakî) olduğunu anlar ve Onun bir hediyesi olarak afiyetle içer. Hayatında suyu hep bu anlayış ile içtiği için zaten alışık olduğu hayatın son anını da bu anlayış ile noktalar. Hayatını böylesi bir alışkanlığı kazanmadan geçirenler ise Şeytanın tuzağına düşerek, Şeytanın iddiasına kanarak suyun kendilerini tatmin ettiğini zannederek hayat defterin kapatır. Rabbimiz bize böyle bir yanlışa kapılmadan yaşamayı nasip etsin.”
“Bu hakikat günlük hayatımız açısından da çok önemli bir konu. Aynı şekilde mesela, yediğimiz yemeğin, kendisinin ürünü olan özellikleri ile bizi doyurmadığını, o yemeği böyle bir görevde yaratarak düzen içerisinde var eden Allah’ın doyurduğunu bilmemiz ve bunun farkında olarak yaşamamız lazım. Peki karnımızı doyurmak için yemek yemiyor muyuz? Açlığımızı gidermek için yemek yememiz, ‘beni doyur’ anlamında evrenin yaratıcısı, Rabbi olan Allah’a, Onun yaratma düzeni içinde yapılmış bir duadan ibarettir. Demek ki, biz yemeğimizi yerken bu anlamda bir duada bulunuyor olduğumuzu bilerek yemek yemeliyiz. Allah’a inananların yemeğe başlamadan önce ‘Bismillah’ demelerinin gereği, yenilen yemeğin Yaratıcısının ancak evrenin Yaratıcısının Allah olduğunu onaylamalarının yanı sıra, yemek yerken de böyle bir dua içinde olduklarını kendilerine hatırlatmaları içindir.”
“O halde böyle bir anlayışı sürekli canlı tutmak gerekiyor. Böylece hayatta iken veya sekeratta iken, şartlar normal iken veya çok güç iken -susuzluk hali çok çetin bir haldir-, hem suyun, hem susuzluğun ve hem de susuzluğun giderilmesinin yaratıcısının Allah olduğunu bilir, bu inancın gereğine uygun bir hayat geçirmiş oluruz. Su, yemek, giyeceklerimiz, evimiz, kullandığımız diğer araçlarımızın hepsine karşı, ‘sen Allah’ın yaratma usulüne göre (sünnetullah) bana ikram ettiği bir görevlisin, sen kendiliğinden var olacak ve beni tanıyıp bana yardımcı olacak durumda değilsin, böyle bir özelliğin yok’ deriz. Böylesi şiddetli bir susuzluk hali sekeratta yaşanırsa aynı inanç içinde davranır, suyun Sahibinin, suyun bizim susuzluğumuzu giderdiğini iddia eden Şeytanî anlayışı ‘la ilahe’ ile reddederiz ve böylece imanımızı muhafaza edebiliriz.”
“Tekrar vurgulamak gerekirse, burada önemli olan soru şu: Suyun kendisi mi yoksa, suyu yaratarak görevlendiren mi benim susuzluğumu gideriyor? Her öğrenci bilir ki final imtihanları vardır dönem sonunda. Öğrenci dönem aralarında vizelere tabi olur, sonra da final imtihanına girer. Asıl mesele final imtihanını geçmektir. Onun için, -bir bakıma- sekerat hali final imtihanı gibi oluyor. ‘En son nereye geldin arkadaş?’ demek bu. ‘Hayatın boyunca çalıştın, çabaladın, şimdi bana bunların hepsiyle ulaştığın sonucu göster’ demeye gelen bir durumdur sekerat hali. ‘Seni sulayan, su ihtiyacını karşılayan suyun kendisi mi yoksa, sana Kendisinin kurduğu yaratma düzeninin içerisinde su vererek gerçekte susuzluğunu gideren Allah mı?’ Bu sorunun cevabını, vize sınavlarında yani sağlığında doğru şekilde verenin final imtihanında da, yani sekeratta da geçeceği muhakkaktır, denilebilir.”
Ardından söz alan başka bir müzakereci de kısaca şunları paylaştı: “Müzakerecinin ifade ettiği gibi konu günlük hayatımız açısından da önemli. Sıklıkla vurgulandığı üzere, önce ‘lâ ilahe’ aşamasında bizi doyuranın da, sulayanın da, giydirenin de, hasta olduğumuzda iyileştirenin de ‘sebepler’ diye yanlış olarak tanımlanan yaratılmaya muhtaç varlıkların kendilerinin olmadığını teslim edip daha sonra ‘illallah’ aşamasında, onların varlıklarını gerçekleştirenin Rabbü’l-alemin olan Allah olduğu sonucundan emin olmamız için hazırlanmamız gerekiyor. Vahyin öğretisi de bu! Nitekim Allah’ın, kendisini ‘dost’ edindiğini belirttiği Hz. İbrahim (Nisa 4/125) Yaratıcıyı tavsif ederken, ‘Şüphesiz O beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. O beni doyuran ve beni içirendir. Hastalandığımda bana O şifa verir…’ (Şuara 26/78-81) diyerek tam da bunu dile getiriyor.”
Derste bu konudan başka Mektuplarda işaret edilen diğer hususlarla ilgili olarak çok faydalı tefekkürler paylaşıldı. Ben “hüsn-i hatime” konusuyla ilgili olarak gündeme getirilen bu tefekkürü sadece sekeratımız için değil, devam eden hayatımız için de çok önemli ve daima hatırlanması gereken yaklaşım olarak gördüm. Allah razı olsun.