تَبَّتْ يَدَآ أَبِى لَهَبٍ وَتَبَّ
111:1. “Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da.”
Tevhid fikrini insana tanıtan bu Sure, nübüvvetin başlangıç yıllarında altıncı sırada nazil olmuştur. İlk bakışta belirli bir isim veya kişiden söz ediyormuş gibi gözükür. Fakat Kur’an’ın evrenselliği dikkate alındığında bu yaklaşımın yeterli olmadığı anlaşılır. Bu nedenle Sureyi okurken Yaratıcı sanki tarihte belli bir kişiye odaklanmış ve özellikle onu tehdit ederek cezalandırmak istemiş gibi düşünmek çok yüzeysel ve Kur’an’ın ana mesajıyla alakası olmayan bir yaklaşımdır. Bu anlayış ayetleri belli bir tarihte belli bir kişiye söylenmiş sözler olarak algılayıp kendini mesajdan uzak tutmaya neden olur. Ayetleri bu düşünceyle okumak onların taşıdığı manayı üstüne almamak demektir. Oysa Kur’an evrenseldir. Okuyan kişiye, okuduğu anda hitap eder ve mesajı kendisinedir. Öyleyse Kur’an’ın, Ebu Leheb veya eşinden söz etmesi herhangi bir insan için ne anlama gelir sorusunun cevabını aramak gerekir. Her ne kadar Peygamber’in (SAV) amcası olsa da Ebu Leheb’in vahye karşı takındığı tavır, genel olarak inkâr yolunu seçen insanların zihniyetini temsil eder. Ebu Leheb, her insanın içinde bulunan, yaratılmışlığını kabul etmeyip gerçekliğini reddedebilen inkâr veya tekebbür duygusunun temsilcisidir. Ebu Leheb, bir lakaptır. “Ateşin Babası” manasına gelir. İnsanı ateşe sürükleyen hasletlerin mücessem bir örneğidir. Tıpkı kedilerin babası manasına gelen Ebu Hureyre gibi mecazi bir mana taşır. Ebu Hureyre kedileri çok seven ve onlara şefkatle yaklaşan bir insandı. Bu haliyle, insandaki kediye yönelik sevgi ve şefkatin mücessem bir misalidir. Sadece bu ayetleri değil, Kur’an’ın herhangi bir bölümünü okurken de zihnen bu şekilde hazırlanmak şarttır. Aksi halde mesajdan faydalanmak oldukça zordur. Özellikle halkı Müslüman olan ülkelerin kültüründe büyümüş insanların belirli ön kabulleri aşarak mesaja ulaşabilmesi için daha fazla çaba sarf etmesi gerekir. Çünkü kendini doğuştan Müslüman zannedenlerin insaniyetlerini kullanarak varlıklarını sorgulamaları özellikle kültürel alışkanlıkları nedeniyle güçtür. İnsan “Hakka teslim olma” veya “müslim” kabiliyeti ile yaratılmıştır. Bu kabiliyeti kullanarak herkes hakka teslim olmak için kendini hazır bulur. Fakat insan, hür seçim yapma özelliğini temsil eden “irade-i cüz’iye” si ile bu teslimiyeti “Hakka” değil de kendi kişisel kaprislerine yöneltebilir. Kendini doğuştan “Müslüman” kimliği ile tanımlanan bir aile veya toplumda bulan bir kişi, hür iradesi ile bu kabiliyetini kullanarak Hakka teslim olmayı tercih ettiği zaman bu “Müslüman” kimliğine layık olur.
Leheb kelimesi dayanılması zor, yakıcı cehennem ateşini ifade eder. İnsan ne zaman bu ateşe duçar olur? Herhangi bir insan da Ebu Leheb olabilir. Her an yaratılıyor olduğunu kabul etmemek bunun ilk adımıdır. Mekke müşrikleri bir Yaratıcının varlığını kabul ediyorlardı fakat bu Yaratıcı, Kur’an’ın tabir ettiği biçimde her an her şeyi yaratan bir Yaratıcı değildi. Gündelik hayatlarını idame ettirmelerinde etkisi olduğunu düşündükleri kabile içindeki güçleri, servetleri, çocukları veya saygınlıkları idi. Kabile temsilcisi olan “putları” yüceltirken aslında onları kendilerini yüceltme aracı kullanıyorlardı. Kur’an’ın “şirk” diye tanımladığı bu putlara tapınmayı biz “Allah’ı temsil ettiği için tapıyoruz iddiasıyla icra ediyorlardı. Aslında bunun gerisinde kendi kişisel üstünlüklerini ilahlaştırma ve dolayısıyla kendilerine tapma fikri vardı. Yani kendilerine faydalı olan her şeyin varlık kaynağı, bu putların temsil ettiği kendi enaniyetleridir. Putların taştan olduğunu onlar da biliyorlardı fakat bu putların temsil ettikleri mana onlar için önemliydi. Günümüzde de insanların hayatlarını uğruna adadıkları taşlaşmış putların haddi hesabı yoktur. Mevki, makam, iş, maaş, ev, araba, konforlu hayat, liderler, teknolojik aletler, para, oyun, borsa, eğlence, unvan, milliyet, taraftarlık, cemiyetçilik, spor kulüpleri, tarihi şahsiyetler vb. sayısız put modern bir insanın hayatında yer alır. Milletinin yüceliğini ilan eden milliyetçilik akımının da gerisinde de aynı motivasyonların yattığına dikkat etmek gerekir. Kişinin üyesi olduğunu düşündüğü milleti yüceltirken kendisini yüceltmiş olduğu için milliyetiyle gururlanması kendisi ile gururlanması anlamına gelir. Taraftarlık hissiyle üzeri örtülen bu gurur türü, özellikle son zamanların önemli ve sinsi bir Şeytani tuzağıdır. Dikkat etmek gerekir. Günümüzde Mekke müşrikleri gibi Kâbe’ye gidip putları tazim etmeye gerek bile kalmamış. Ortalama bir insanın uğruna kendini feda ettiği taşlaşmış putlar kendisine her an, her vakit avucunun içi kadar yakındır. Oralarda bir yerlerde iğreti bir Yaratıcının varlığı, bunlar kadar hayata tesir etmez. Ebu Leheb temsili de bu düşünceyi yansıtır. Yaratıcı ayrı, gündelik hayat ayrı şeylerdir. Yaratıcı, gündelik hayata karıştırılmayacak kadar kutsal ve uzakta tutulur.
Kur’an, getirdiği mesajla birlikte Yaratıcının varlığını kabul edip O’nu hayatın dışına atan anlayışı ortadan kaldırmak gayesindedir. Her an insana verilen her türlü imkân ile yaratılıyor olduğunu kabul etmemek kendini ateşe atmak, yani her anki haliyle yaratılıyor oluşunu inkâr ile kendi gerçeğini yakmak demektir. “Sebep” diye algıladıklarımızın “sonuç” olarak yaratılanları var ettiğini düşünmek tam da bu manaya gelir. Fakat düşünemeyen, bilmeyen, sorgulayamayan insanlar bu yola kasıtlı olarak girmedikçe bir derece masumdur. Okuyan, düşünen ve kendinin farkında olduğunu iddia edenler, özellikle varlıklarını tek ve mutlak olan bir Yaratıcıdan başka kendiliğinden oluş, değişim, sebepler, tabiat, tabiat kanunu veya benim kendi başarım gibi bir şeye dayandırırlarsa kendilerini ateşe atarlar. Bulundukları zamanın Ebu Leheb örneği olurlar. Bu ayet, Ebu Leheb olmayı seçenlerin yaptıkları kötü seçimle insaniyetlerine aykırı davrandıklarını haber veriyor. Ellerin kuruması bir şey yapamaz olmayı tasvir eder. Yaratıcıyı tanımayan insanlar mallarını, evlatlarını ve itibarlarını kendi elleriyle kazandıklarını zanneder. Bunu reddeden bu ayet lanet okumanın ötesinde, böyle bir iddianın kaynağı olan o el kurusun, etkisiz hale gelsin ve insan da bu iddiasından vaz geçsin mesajını veriyor. İnsaniyetindeki sonsuz özelliklerin Varlık Kaynağını reddedip kendi kendine oluş veya başka bir sebebe dayandırmak tüm varlıkların bu şekilde algılanmasına neden olur ve onların hukukunu çiğnemeye yol açar. Bu anlayış sahibi olan biri, sayısız varlığın mutlak Varlık Kaynağı ile olan bağını kopararak algılar. Onları anlamsızlığa, rastlantıya ve yokluğa atarak hem kendi varlığına hem de çevresine hakaret ederek huzursuzluk verir. İşte bu hale gelmiş birinin bir şey yapamaz olması zararın daha fazla yayılmasını önler. Bu halin devam etmemesi insaniyetin yararınadır. İnsaniyetini kaybetmemiş, yaratılışına aykırı davranmayan her insan bu kötü halin durmasını ister. İnsanlara zarar veren bir bataklığın kurumasını istemek ne kadar insani ise Ebu Leheb, yani insanın gerçeğini yakan böylesi tavırlar gibi insanlığa zarar veren bir anlayışın ortadan kalkmasını dilemek de o kadar insanidir ve gereklidir. Ebu Leheb tavrının temsil ettiği varlık anlayışı insanı kendi eliyle fani dünya içine gömmeye sevk eder. Fanilik düşüncesi ise insanın vicdanında karşılık bulmaz. Vicdan fâniliği, geçici, her an sona erip insanın ellerinden çıkıp giden mutluluğu değil baki olan mutluluğu ister. Ellerin kurumasını dilemek, sonsuz iyilik ve ikrama karşı faniliği seçmenin vicdan tarafından reddedilmesini ve bu kötü seçimle bütün varlıkların hakkını yemiş olmaya karşı duyulan tepkiyi ifade eder. Nitekim insanlığın vicdanında faniliğin kabul görmemesi o düşünceyi savunanlara yardım eden ellerin kurumak zorunda olduğunu gösterir. Bu kâinatta her ne varsa, mutlak özellikleri olan bir Varlık Kaynağının eseridir. O’nu kabul etmemek demek bu varlıkların O’nun tarafından var edildiğini reddetmek demektir. Oysa hiçbir varlık O’nun kudretinin kuşatması dışında kalacak bir özelliğe sahip değildir. Böyle bir özelliğin olduğunu iddia edenlerin ellerinde hiçbir delil yoktur. Bu yargı, tamamen kişisel spekülasyonlara dayanır. Böyle bir varlık türü kâinatta yoktur. Diğer bir ifadeyle kendi kendine var olma özelliğine sahip bir varlık yoktur, kimse de gösteremez.
مَآ أَغْنَىٰ عَنْهُ مَالُهُۥ وَمَا كَسَبَ
111:2. “Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi.”
Yaratıcısını tanımayan birinin kazandıkları ve kendisinin zannettiği parası, malı, çocukları, şöhreti ve toplumun yöneticisi olma pozisyonu gibi ne kadar çok üstünlük aracı olursa olsun onu var edilmeye muhtaç olmaktan kurtarmaz. Kur’an bu ifadelerle, kazandığını sandıklarının kendisini terk ettiğinin farkında olmayan ve kazandıklarının her an elinden kayıp gitmesiyle içi yanan bir insanın ruh halini tasvir ediyor. Dünya şartlarında eline geçen malın ve kazancın çokluğu insanı uzun süre oyalayabilir. Bu geçici zenginlik, insanı kendine yeter hale geldiği düşüncesine sevk edebilir. Ebu Leheb, yani ateşin babası, hayatı ateş içinde geçen bir insan karakterinde olmak bu yanılgıyı derinleştirir. Öyle ki, bu anlayıştaki biri ancak ömrü bittiğinde kendi gerçekliğini yani kazandıklarının kendisini terk edip gittiğini görebilir. Oysaki o kazandıkları kendisini her gün terk ediyor ve bir daha geri gelmiyor. O zaman, artık her şey için çok geçtir. Zira ne dunun tekrarı ve ne de bu hayatın tekrarı yoktur. Geçmiş bir günü tekrar yaşamak nasıl mümkün değilse, yeniden dünyaya gelip sınanmak için de yeni bir fırsat bulmak da mümkün değildir. Hayatı var eden Yaratıcı, bu düzeni kurmuştur.
Varlığını fani varlık kaynaklarıyla izah etmeye çalışmak insana bir mana ve itminan duygusu vermez, bilakis çaresizlik, tatminsizlik ve ümitsizliğe sevk eder. Fakat geçici şartlardaki zenginlik ve refah, vicdanın sesini duymayı zorlaştırır. Vicdan, insana bunların geçici olduğunu, ebedi olana talip olması gerektiğini her zaman hatırlatır. Bu sesi dinlemek insaniyetine uygun davranmak demektir. Bu sesi bastırmak ise insaniyeti inkâr etmektir. İnsan, gözünün önünde olan bir kilogram altın ile bin gün sonra verileceği vaat edilen bir ton altından genellikle hazır olanı almaya meyleder. Kâinatın Yaratıcısını tanımak yerine, kendisini yaratıcı gördüğü için vaat edilen zamanın gelip gelmeyeceğinden emin olamaz ve sonuçta kısa vadeli kazancına odaklanır. Varlık kaynağını tanımayan bir insan hali hazırda olanı tercih etmek zorunda kalır. Var olan neyse odur. Onun dışında yeniden bir var edilme biçimi ona mümkün görünmez. Bu kâinat şartlarındaki bütün varlıklar var edilme biçimleriyle insana mutlak bir Yaratıcısının olduğunu ve bu hayatta O’nu tanıyarak sabrederse kendisine ebedi bir hayatı verebilecek kudrette olduğu mesajını taşır. Bu mesaja muhalif olan tüm anlayışlar ise insana, dünya dışında bir var edilme biçiminin olmadığını, ölünce yok olacağını ve bu nedenle dünyada olabildiğince yaşayıp mutlu olması gerektiği fikrini savunur. Vicdanını dinleyen bir insan, Yaratıcısının bu dünyada gözlemlediği özeliklerinin Mutlak olması gerektiğini henüz dünyadayken anlar ve daha ölmeden ebedî mutluluğu insani duygularında yaşamaya başlar. Vicdanının taleplerini reddeden biri ise sadece elindekilerle yetinip yine dünyadayken şahitlik etmeye başladığı sıkıntılarla birlikte ebediyen yok olmayı göze alır ve böylece ebedi mahrumiyet yeri olan Cehennemi hak eder.
Yaratıcıyı tanımayan anlayışları benimsemek insana huzursuzluk ve doyumsuzluk verir. Bu nedenle daha çok maddiyatın içine dalarak bu halin sıkıntılarını unutmaya çalışır. Daha çok uyuşmuş ve sarhoş biçimde yaşayarak kendi gerçekliğinden kaçmaya çalışır. Acziyetini ve var edilmek zorunda olduğunu hatırlamak istemez. Oysa hastalıklar ve ölüm bu acı görünen ve fakat Rahmet eseri olan gerçeği insanın gözünün önüne koyar. Tevhidin karşıtı olan inkâr fikrinin insana kazandırdığı sadece bu dünyadayken kısa bir süreliğine bedenin sıhhatinin elverdiği ölçüde maddi zevkler ve vicdanını reddedip canının istediği gibi davranma özgürlüğüdür. Bunlar kazanım gibi görünür. Halbuki kötü birer yanılgıdır. Çünkü insan duyguları ancak ebedi mutluluk ile tatmin olabilecek özellikte yaratılmıştır. Herkes eğer kendini dinlemek için bir an durup dikkat etse, bu duyguların çığlıklarını duyabilir. Yeter ki, peşin bir kabul ile, duygular ister fakat böyle bir şey yoktur inkârcı tavrını kendisine prensip edinmiş olmasın. Maddiyat ve inkâr insan için birer kazanç ise acziyeti ve ölümü ortadan kaldırabilmelidir. Böyle bir var edilme biçimi yoktur. İnsan ne kendini var edebilir ne de ölümü öldürebilir. Öyleyse mantıklı olan, ölüm dahil bütün var edilme biçimlerinin Varlık Kaynağını tanımak ve O’nun koruması altına girmektir. Bütün varlıkları Var Edenin himayesine girmek, insanın vicdanının aradığı ebedi mutluluğa kavuşmaktır. Böyle bir varlık anlayışına ulaşmak bir insanın dünyadayken kazanabileceği en büyük saadet derecesidir. Ebedi olanı tanımak, varlığının ancak Onun var etmesiyle mümkün olabileceğini anlamak ve O’na itaat etmek, ebediyen emniyet ve huzurda olmak demektir. İnsanın bu saadete ulaşabilmesi için kendisine verilmiş olan istidatlarını, bilincini, aklını, vicdanını ve bütün insaniyetini kullanarak bunların Varlık Kaynağını tanıma eğitimine girmesi gerekir. Bu eğitim kâinat, Kur’an, Peygamber (SAV) ve insanın vicdani rehberliğinde ömür boyu sürer. Eğitim sabır ve sebatla, yaratılmışlığını kabul edip acziyetini itiraf ederek başlar. Ebu Leheb, yani ateşin babası, daima kendine yeter bir tavır içinde olmak, bu eğitime girmeyi reddetmenin ve kendi kendine yeterlik zannının sembolik bir figürüdür. Değilse, Ebu Leheb lakaplı bir kişiyi, kendi dışımızda aramak, Kur’an’ın eğitim usulüne temelden ters düşer. Ancak iman eğitimine giren insanlar, kazandığını anında bir daha geri gelmemek üzere ateşte yakıp kaybetme halinden uzaklaşmayı seçmiş olurlar.
- Ha-mim Youtube kanalında yayınlanan “Soru ve cevaplar” bölümündeki 14. Dersin video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.