Ders Notları

Hz. Muhammed’in ‘Eli’ ya da ‘Mesajı’ Her Derde Devadır!

Hz. Muhammed’in ‘Eli’ ya da ‘Mesajı’ Her Derde Devadır! | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (02. 10. 2022) yapılan Mektubat dersinde, Hz. Muhammed’in (asm) mucizelerinin ele alındığı On Dokuzuncu Mektup’un okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Derste, eserin bazı baskılarında kuşe kağıda renkli olarak da yazılan ve başında “Bu parça altın ve elmas ile yazılsa liyakati var” notunun yer aldığı aşağıdaki pasajla ile ilgili olarak kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda (https://www.youtube.com/watch?v=aEdIrKCwhbY) havale edip bir kısmını aktarmak istiyorum. Parça şu:

“Evet, sabıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, “ve mâ rameyte iz rameyte” sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, “ve’nşakka’l-kamer” nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mucize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir. Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve a’dâya karşı küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, Kab-ı Kavseyn şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli böyle acip mu’cizâta mazhar ve medar olsa, o zâtın, Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet derecesinde anlaşılmaz mı?” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 136).

Metin, Resulullah’ın “eli” ile ilgili olarak gerçekleşen mucizeleri sıralıyor; onun (asm) eline ya da avucuna aldığı taşların Allah’ı tesbih etmesi, küçücük taş ve toprağı düşmana attığında mermi fonksiyonu görmesi, işaretiyle ayı iki parça etmesi, parmaklarından su akması, hastalara şifa olması… gibi harikalıklara dikkat çekiyor; bütün bunların “o elin ne kadar harika bir mucize-i Kudret-i ilahiye olduğunu gösterdiğini” ifade ediyor. Moderatörün metni okurken yaptığı kısa açıklamaları, gündeme getirdiği önemli soruları ve bazı terkiplerin altını çizerek dikkate sunmaları çerçevesinde katılımcılar söz alarak müzakere notlarını dile getirdiler. Bir müzakereci şunları söyledi: “Metin okunurken bazı notlar aldım, onları paylaşmak istiyorum: Önceki derslerde geçmişti, burada da işaret ediliyor; onun (asm) tükürüğünün şifaya vesile olması. Biliyoruz ki mucizeler Peygamber’in peygamberliğini te’yit etmek üzere Allah’ın gerçekleştirdiği fiillerdir. Eğer şifa Resulullah’ın tükürüğünden olsaydı, mesela Uhud savaşında dişi kırıldığında tükürüğünü sürer, iyileşirdi. Kızı Fatıma özel bir tedavi işlemi yapmazdı. Bu ilk notum. İkinci notum metinde geçen “Celâl ile kalktığı vakit kameri parçalayıp kâb-ı kavseyn şeklini verir’ ifadesi. Aklıma şöyle geldi: Kâb-ı kavseyn neyi ifade ediyor? Miraçta bir tarafta ‘abd’ var, bir tarafta “Mabûd’ ve doğrudan doğruya abd ubudiyetiyle, Rab uluhiyetiyle baş başa kalıyor. Dolayısıyla şakk-ı kamer mucizesinde Rabbin doğrudan doğruya kameri yarması olayı var, sebep yok ortada!”

Hayatta derdi ‘baş belası’ gibi görüyorsam da, Resul’ün getirdiği mesajla aslında derdi verenin Rahman, Rahim olan Yaratıcı olduğunu, Onun bana bunu, benim eğitimim için verdiğini anladığımda o dert benim için dermana dönüşüyor. Hastalıkları Resulün getirdiği mesajla okuduğumda, yaşlılığı Resul’ün getirdiği mesajla okuduğumda dert olarak andığım şeylerin dert olmaktan nasıl çıktığını görüyorum. Mesela müellifin bu açıdan yaklaşarak kaleme aldığı Hastalar Risalesini yahut İhtiyarlar Risalesini okuduğumuzda insanın adeta hasta olası geliyor, yaşlılığa muhabbet duyuyor.

“Yine metinde geçen cemal-celal meselesiyle ilgili olarak da şunu düşündüm: Bakıyoruz Resulullah’ın (asm) celalî (tavizsiz) tavrı da var, cemalî (şefkatle muamele edici) tavrı da var. Onun (asm) celalî tavrı nerede var? Mesela Kur’an’ın hukuku söz konusu olduğunda, diyelim ki bazı kimseler müminleri yok etmek istediklerinde ağırdan almıyor, gerekli hazırlığı yerine getirip savunmasını yapıyor. Yahut birisinin hakkına fiziken tecavüz edildiğinde onun hakkını almak için -hiçbir tereddüt göstermeksizin- ne gerekiyorsa yapıyor. Cemalî tavrına gelince, o (asm) insanların inançsızlıklarına karşı onların bedenine cemal ile zarar vermiyor ve fakat fikirlerine celal ile muhatap oluyor. Nitekim biz onun ‘inançsız’ birisine ‘müşrik’ veya ‘inançsız’ diye fiziken tecavüz ettiğine dair bir bilgi bulamıyoruz. Dolayısıyla cemal ve celal dengesinin muhafazasında Resulullah’ın (asm) tavrını kendimize örnek olarak almamız gerekiyor. Fiziken saldırıya maruz kaldığımızda kendimizi korumamız, inanç ile ilgili konulardaki saldırılarda ise gerekçeleriyle hak olarak bildiğimiz karşılığı vermemiz gerekiyor.”

Başka bir müzakereci şunları söyledi: “Bu derslerin başında ‘mucizeleri’ nasıl okumamız gerektiğini konuşmuştuk. Metin mucizeleri anlama noktasında çok güzel bir örneklik sunuyor. Peygamber’in avucuna aldığı taşların Allah’ı tesbih etmesiyle elinin ‘zikirhane-i tesbiye’ olduğunu ifade ediyor. Bu, müellifin Zerre Risalesini akla getiriyor. Müellif orada Kur’an’ın talim ettiği, Resulullah’ın öğrettiği şekilde zerreleri eline alıyor, her zerrenin her bir hareketinde ve sükununda Allah’ı nasıl tesbih ettiğini bize ders veriyor. Bu, Resulu’ün (asm) bize talim ettiği hakikate göre zerreleri, atomları okuma faaliyeti. İster taşı toprağı, ister daha küçük atomları, zerreleri elimize alalım, insanî bakımdan okumaya tabi tutalım, onların nasıl Allah’ı tesbih ettiklerini görürüz dost meclisinde. Ama aynı zerreyi ya da zerreleri avucumuza aldığımızda, düşmana karşı yani Allah’ı inkar edenlere karşı o atomların nasıl ‘Lâ ilâhe illallah’ dediklerini gösterdiğimizde yani onların zerrenin varlığında görünen özelliklerin kendiliğinden böyle oluşuyor diyerek inkar etmelerine karşı atomun parçalarında kendilerinden kaynaklanan bir özelliğin bulunamayacağını, varsa göstermeleri gerektiğini söylediğimizde bir bakıma top ve gülle hükmüne geçiyor, nübüvvet mesleğinde. Müellif adeta bize ‘gidin Hüve Nüktesini’ okuyun, orada bir hava zerresinin inanmayanların inkarlarını nasıl boşa çıkaran bir mermiye dönüştüğünü görün’ diyor.”

Peygamber mucizelerini iki şekilde okumak gerekiyor. Birisi tarihî arkaplan bakımından, diğeri risaletin misyonu bakımından okuma. İkinci okuma Resul’ün vefatından sonra günümüze kadar gelen süreçte insanların bu mucizeleri fiziki anlamda görmesi değil, mesajı incelemesi, mesajdaki mucizeyi görmesidir. Önceki müzakerelerde katılımcıların dile getirdiği gibi mesela, risaletle gelen mesajla benim dertlerim derman buluyor, sıkıntılarım izale oluyor, başıma gelen söz gelimi ‘belalar’ bela olmaktan çıkıp güzel eğitim vesilesi haline geliyor.

“Yine metinde ‘Resul-i Ekrem’in elinin yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczane-i Rahmanî olduğu, hangi derde temas etse derman olduğu’ belirtiliyor. Meşhur bir salavât var akla gelen; -mealen-, ‘Allah’ım, dert ve devalar sayısınca Muhammed’e salât eyle’ deniyor bu salavâtta. Niye? Çünkü Peygamber’in getirdiği nurla, nefesle, bana ulaşan mesajla hangi derdime dokunursam derman oluveriyor. Hatta derdimi bana derman yapıyor! Şu gibi: Mesela bir öğretmen bilmediğim bir konuda bana soru soruyor, problem veriyor. ‘Bunu nasıl çözeceğim’ diye dertleniyorum. Oysa öğretmen o soruyu benim öğrenmem gereken fakat öğrenmediğim bir konuyu öğrenmem için veriyor; çünkü problemin çözümü o konunun öğrenilmesine bağlı. Bu bana dert oluyor. Sonra konuyu öğreniyorum, bu suretle o dert bana derman oluyor. Hayatta derdi ‘baş belası’ gibi görüyorsam da, Resul’ün getirdiği mesajla aslında derdi verenin Rahman, Rahim olan Yaratıcı olduğunu, Onun bana bunu, benim eğitimim için verdiğini anladığımda o dert benim için dermana dönüşüyor. Hastalıkları Resulün getirdiği mesajla okuduğumda, yaşlılığı Resul’ün getirdiği mesajla okuduğumda dert olarak andığım şeylerin dert olmaktan nasıl çıktığını görüyorum. Mesela müellifin bu açıdan yaklaşarak kaleme aldığı Hastalar Risalesini yahut İhtiyarlar Risalesini okuduğumuzda insanın adeta hasta olası geliyor, yaşlılığa muhabbet duyuyor…”

Diğer bir müzakereci de şunları kaydetti: “Metinde Resulullah’ın eli üzerinden gerçekleşen mucizelere değiniliyor ve o elin ‘Hâlık-ı Kainat yanında ne kadar makbul olduğu ve o zatın davasında ne kadar sadık olduğu ve o el ile biat edenlerin ne kadar bahtiyar olacakları” zikrediliyor. Burada o ‘el’ derken Resulullah’ın (asm) kendisinin ve mesajının kast edildiği açık. Belağat ilminde bir mecaz türü var; ‘zikr-i cüz, kasd-ı kül’ diye. Burada Resulullah’ın ‘eli’ zikrediliyor ama ‘risaleti’ ile ‘ubudiyeti’ ile bütünün kast edildiği belli. Metne bakıldığında, moderatörün altını çizdiği dört terkip var: Zikirhane-i Sübhânî, cephane-i Rahmanî, ezcahane-i Rahmanî, çeşme-i rahmet. Daha önce bahsi geçtiği üzere, Resulullah’ın eli, -mazhar olduğu mucizeler itibariyle- hem bir zikirhane, hem bir cephane, hem bir eczahane, hem bir rahmet çeşmesi olduğu ifade ediliyor. Daha önce Ha-mim derslerinde ifade olunduğu üzere, ilk muhataplar açısından Resulullah (asm) fiziki anlamda mucizeye mazhar kılınıyor; eline aldığı taşların tesbihatı işitiliyor, elini mesh ettiği hastalar şifaya kavuşuyor, özel durumlarda elinin parmaklarından sular akıyor vs. Biz Resulullah zamanında yaşamadığımız için bu mucizeleri görmedik. Fakat biz onun getirdiği mesajı yani Kur’an’ı biliyoruz. Onun getirdiği mesajla alemde her şeyin, kendilerine yansıyan özelliklere kendilerinin kaynaklık edemeyip bunların Varlık Kaynağının özellikleri olduğunu öğrettiğini, dolayısıyla topyekun kainatın Allah’ı tesbih ettiğini, bu anlamda evrenin bir ‘zikirhane’, bir ‘mescit’ olduğunu görüyoruz. Bize getirdiği mesajla bunu öğreten Resul-i Ekrem’in (asm) henüz mesaj içeriğini tam olarak bilme ve inceleme imkanı bulamayan ilk muhataplara, Allah’ın bir fiili olarak fiziki anlamda avucuna aldığı taşların Allah’ı tesbih etmesinin işitilmesi, kabulü zor bir husus olarak görülmüyor. Eczahane, cephane, çeşme üzerinden gerçekleşen mucizeleri de buna kıyaslayabiliriz.”

Bundan sonra söz alan bir müzakereci de şu notları gündeme getirdi: “Burada mucize nakillerini okuyoruz. ‘Nedir canım bu kadar mucize rivayetleri’ denebilir. Mucizeleri iki şekilde okumak gerekir. İlki tarihî okuma. İkincisi ise Resul’ün misyonu ile okuma. İlk çeşit okuma itibariyle; o zaman şartlarında insanlar risalet nedir, resul kimdir… bilmiyorlar. Mucize ile karşılaşmadıkları sürece, ‘bu adam ne diyor, saçma şeyler söylüyor, sihir yapıyor, göz boyuyor’ vs. diyecekler. Ama fiziken mucizeyi görünce dikkat kesilirler. ‘Bak, harika işler oluyor, üstelik bu harika işleri ben yapmıyorum, bunlar benim işlerim değil diyor; ben dua ediyorum, ben istiyorum; Kainatın Sahibi de cevap vermek istediğinde cevap veriyor, duamı yerine getiriyor, istemediği zaman da cevap vermez diyor’ şeklinde değerlendiriyorlar. Böylece maddi mucizeler insanların dikkatini çekiyor, insanlar da ilgilenmeye başlıyorlar. Onların itimadını kazandıktan sonra insanlar onun (asm) getirdiği mesajı incelemeye başlıyor, bu mesajı kendi insanî özellikleriyle değerlendirmeye tabi tutuyorlar. Sonunda özgür iradesini kullanarak kabul eden ediyor, etmeyen etmiyor. İlk okuma bakımından durum bu. İkinci okuma Resul’ün vefatından sonra günümüze kadar gelen süreçte insanların bu mucizeleri görmesi değil, mesajı incelemesi, mesajdaki mucizeyi görmesidir. Önceki müzakerelerde katılımcıların dile getirdiği gibi mesela risaletle gelen mesajla benim dertlerim derman buluyor, sıkıntılarım izale oluyor, başıma gelen söz gelimi ‘belalar’ bela olmaktan çıkıp güzel eğitim vesilesi haline geliyor. Ben daha önce de Kur’an’da geçen ‘fitne’, bela’ gibi kavramların birer imtihan aracı olduğunu düşünüyor ve söylüyordum; bir ayette ‘belâen hasenen: güzel bir belâ’ (Enfâl 8/17) ifadesini görünce heyecanlandım. Evet her şey güzel bir eğitim aracı bu dünyada. Kendimizi eğitelim, geliştirelim, ebedî saadete elverişli hale getirelim diye. Resul bu mesajlarla geliyor!”

Derste, yapılan müzakereler ışığında hem Resul-i Ekrem’in (asm) elinin ya da getirdiği mesajın bir kere daha ne kadar hayır, şifa, huzur vesilesi olduğunu anladım hem de mucize nakillerini pratik hayatımız açısından nasıl okumak gerektiğine dair bir hafıza tazelemesi yaptım. Onun getirdiği mesaja biat edersem,yani o mesajın ışığında kendi varlığımın ve dünyanın anlamını kavramaya çalışırsam bütün sorularıma, tereddütlerime ve endişelerime tatmin edici cevap bulup huzura kavuşur, huzur içinde yaşarım diye anladım. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın