Geçen hafta yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=4BMBqLOsE_M), Ayetü’l-kübra Risalesi’nden şu parça okunup müzakere edildi:
“Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi: “Ehl-i imanın hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyle ise, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, her bir şeyle Rabbini bulabilir. Ve her şeyde Hâlık’ına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz.”
İlk paragrafla ilgili olarak söz alan bir müzakereci özetle şunu söyledi: “Metin müminlerin ve özellikle de tarikat mensuplarının her vakit tekrarla ‘lâ ilâhe illâ hû’ demelerinin tevhidin çok mertebeleri bulunduğuna delil olduğunu söylüyor. Biz, -Ha-mim derslerinde temellendirildiği üzere-, uluhiyetin ‘mutlak’ yani sınırsız ve sonsuz olması gerektiğini biliyoruz. Uluhiyet sınırsız ve sonsuz ise sınırlı ve sonlu olan insanın bunu kuşatması elbette mümkün olmamalıdır, diye düşünüyorum. Metin, bir müminin tevhidi her tekrarında yeni bir tecrübe ile tevhidin sınırsız ve sonsuz mertebelerinde bir basamak daha yukarıya çıktığına, bir derece daha terakki ettiğine işaret ediyor, diye anlıyorum”.
Başka bir müzakereci de şöyle başladı tefekkürünü paylaşmaya: “Dile getirilen hususa ilaveten, olaya bir de tersinden bakmak lazım diye düşündüm. ‘Ehl-i tarik böyle yapıyor, bunda bir hakikat olması lazım’ demek bu müellifin genel usulü ile örtüşmüyor. Burada başka bir maksat var diye düşündüm. Nedir o? Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla! Siz iyi niyetli insanlarsınız, -gerçekten de öyle-, bunun bir hakikati var, gelin bunu bir konuşalım sizinle, diye olumlu bir yaklaşım örneği sergiliyor. Yani, ‘Siz bunu niye yapıyorsunuz, belki haberiniz bile yok’ diye değil de konuşalım diye. Tevhidin çok mertebeleri bulunduğunu, onu günde beş bin defa, on bin defa paylaşmanın bir hakikati olduğunu söylüyor. Takip eden cümleler de bunu teyit ediyor. Tevhidin ‘en ehemmiyetli’ yani çok önemli, ‘en halâvetli’ yani çok tatlı, ‘en yüksek bir vazife-i kutsiye’ yani insan fıtratının çok mukaddes göreceği, maddenin ötesine geçen ve ruhunun çok tatmin olacağı vazife, ‘fariza-i fıtriye’ yani insan yaratılışına uygun bir gerekçe, ‘bir ibadet-i imaniye’ yani imanî bir ibadet olduğunu söylüyor. Baktığımızda, insan hep bir gayenin peşinde koşar. Her işimizde bir maksat güderiz. ‘Şunu yapacağım, şu sebeple’ deriz. O halde yaratılışımızla ilgili olarak da bir amacımızın olması lazım: ‘İbadet-i imaniye’! Nedir bu? Moderatör değindi, ibadet deyince aklımıza gelen namaz, oruç vs. değil; -bunlar muhakkak ki çok önemli-, ama buradaki ifade ‘imanî ibadet’. Yani imana dayalı olan, imanın gereği olan, imanın hayata geçirilmiş şekli olan ibadet! Bu bağlamda, imanı, ‘İnsanın kainatı anlama yahut anlamlandırma faaliyeti sonrasında ulaştığı sonuç’ diye tanımlarsak, insan hangi sonuca ulaşırsa, onun ibadetini yapacak yani onu yaşamaya çalışacaktır. Diyelim, kendisini ve gördüğü alemi ‘doğa yapıyor’ mu dedi, ‘’tabiat” mı dedi, ‘gaybî bir Kudret mi var’ dedi, her ne dedi ise iman ettiğinin gereğini yapacak, inandığının kulluğunu gerçekleştirecektir. Dinsizler bile, hatta inananlardan daha fazla, inançlarını empoze etmek için çırpınıyorlar. Hatta karşı çıkanları cezalandırıyorlar…”.
“Biliyorsunuz şimdiki dünyada, kainatı kendi içinde yorumlama çabası içine girenlerin en büyük davası, başka türlü yorumlayanlara adeta savaş aşmak oldu! Demek ki, onlar da bir ‘ibadet-i imaniye’ yapıyorlarmış.. İmanları tabiatmış.. Biz şunu düşüneceğiz: Benim fıtrî farizam yani görevim nedir? Kendimi şartlandırmaksızın ulaştığım sonucun götürdüğü yer neresi? Yani insan olarak anlamlılığı arıyorum, amaçlı yaşamak istiyorum ya, işte ulaştığımı hayata geçirmem, o amaç etrafında çaba harcamam gerekiyor. Bu kainatın varlığı ne diyor bana? ‘Ben kendi kendime olabilirim’ diyor mu diye dürüst biçimde, hiçbir şartlanmaya girmeksizin düşünmek lazım. Ondan sonra ulaştığımız şey imanımızdır. Eğer imanımız, ‘bu kainatın bir Yapıcısı olması lazım’ hükmü ise yani ‘lâ ilâhe illâ hû” ise, her an tazelenen ve tekrarlanan bir şekilde bu hakikati yaşamamız, özümsememiz ve sürekli olarak canlı tutuyor olmamız lazım. Sonuç olarak metin, böyle bir nasihatta bulunuyor, ‘lâ ilâhe illâ hû’ diyenlere diye anlıyorum…”.
“Burada dile getirilen ‘lâ ilâhe illâ hû’dan başka bir de ‘lâ ilâhe illâ Allah’ ifadesi vardır. Bu ikincisini söylemek biraz zordur. Onun için kolayından başlatırlar. ‘Lâ ilâhe illâ hû” yani ‘O var ya işte O’, Ondan başkası O değildir, Onun özelliklerine sahip değildir. Lâ ilâhe illâ hû’ diyen bir kimse, ‘İşte ben Ona ulaştım’ demiş oluyor. Sonra buradaki ‘hû’ yani ‘O’, Kur’an’ın açıklamasında ‘Allah’ olacak ve ifade ‘lâ ilâhe illâ Allah’ şeklini alacaktır. Eğer Kur’an’ın eğitimine girmezsek ‘lâ ilâhe illâ hû’da kalırız. Yani ‘Bir yaratıcı olması lazım’ deriz de, O yaratıcının adını koyamayız. Yani ille de isim takma anlamında değil, Onun ne olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla önce ‘lâ ilâhe illâ hû’ olursa, ondan sonra da Kur’an’ın rehberliğinde ‘lâ ilâhe illâ Allah’a geçilir…”.
“Bu da pratikte, belli mesleklerde uygulanan bir şey. Maalesef biz de, mesela Risale okuyanlardan birisi olarak ben, ‘Biz ehl-i tarik değiliz’ diye tutturmuşuz, ‘lâ ilâhe illâ hû’yu da diyemiyoruz. Yani dilimiz bunu söylemiyor, pratik hayatımız bunu söylemiyor. ‘Allah’ın varlığının şu delilleri var’ diye konuşuyoruz da, ‘lâ ilâhe illâ hû’dan başlayan ve ‘lâ ilâhe illâ Allah’ ile sonuçlanan, yani güzel bir Kur’an okumasıyla, vahiy okumasıyla sonuçlanan aşamalar zincirinden geçmiyor, ‘Biz ehl-i tarik değiliz’ deyip muhakemenin ötesine intikal etmiyoruz. Dolayısıyla da bir türlü o ‘halavetli hali, o tatlı hali’, ‘o kutsiyeti’ yaşayamıyoruz. Ben kendimi böyle bir halde buldum, kör bir kuyunun içinde buldum, kurtulmaya çalışıyorum, inşallah kurtulurum. Muhakeme ediyorum falan güzel ama hayatıma ‘halâvet’ verecek, onu günlük hayatımda canlandıracak, her yerde ‘lâ ilâhe illâ hû’yu diyecek hale gelip, ondan sonra ‘Madem öyledir, ‘O’ dediğim kim ise bana benim kapasiteme göre Kendisinin ne olduğunu anlatması lazım’ diyecek, sonra da vahyin eğitimine girerek ‘lâ ilâhe illâ Allah’ı söyleyecek aşamaya gelmem lazım. Oysa biz Kur’an da okumuyoruz yahut yüzünden okuyoruz veya okumaya çalışıyoruz da onun terbiyesine girmiyoruz. Bu nereden belli? ‘Lâ ilâhe illâ hû’ aşamasına takılıp kalmışız da, bunun bile farkında değiliz! Her halimizde, hayatın her anında ‘lâ ilâhe illâ Allah’ diyemiyoruz. Niye? Kur’an’ın eğitiminden geçmedik de ondan. Her ne ise… Bunlar benim ilk paragrafla ilgili aklıma gelen düşüncelerdi, paylaşayım dedim”.
Bana kendimi sorgulayıcı ve çok faydalı gelen bu tefekkürden sonra, başka bir müzakereci, ikinci paragrafla ilgili olarak özetle şunları dile getirdi: “Metin, devam eden cümlelerde tevhidi ‘mantıktaki tasavvurdan ibaret marifet olmayıp bundan çok kıymetli olan ve burhanın neticesi olan tasdik’ olarak tarif ediyor. Bilindiği üzere mantıkta tasavvur ‘bir şeyin zihindeki tasarımı ve mefhum’ anlamına geliyor, ayrıca ‘tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik…’ diye sıralanan bilgi süreçlerinden ikincisini teşkil ediyor. Tasdik ise tasarım düzeyinde bulunan bilginin kesin bir hükme bağlanması demek oluyor. Tasavvur daha çok aklî bir faaliyet iken tasdik yani hükme bağlama veya ‘doğrulama’ ya da ‘onaylama’ akılla birlikte kalbî bir faaliyet olarak anlaşılıyor. Eğer tasdike giden yol burhandan geçiyorsa, ulaşılan sonuç mantıkî açıdan kesinlik vasfı kazanıyor. Zira burhan, ‘Doğruluğunda şüphe bulunmayan, zorunlu ve kesin bilgi’ şeklinde tanımlanıyor. Yine mantıkta burhan, ‘Mukaddimeleri (yani birinci ve ikinci öncülleri) ‘yakîniyyât’ diye anılan kesin bilgilere dayalı kıyas’ şeklinde açıklanıyor. Başka bir ifadeyle burhan, ‘kesin önermelerin sonucu olarak ortaya çıkan zorunlu ve kesin bilgi’ demek oluyor. Mesela, eserini okuduğumuz müellifin başka yerlerde dile getirdiği, ‘Her eserin ustası olduğu’, ‘her fiilin faili olduğu’, ‘her harfin katibi olduğu’, ‘her köyün muhtarı’ olduğu şeklindeki mukaddimeler yakînî yani kesin bilgilerdir. İkinci öncüller olarak zikrolunan ‘kainatın sanat eseri olduğu’, ‘kainatta sayısız fiiller bulunduğu’, ‘varlıkların birer kitap gibi anlamlı olduğu’, ‘dünya memleketinin mükemmel bir yerleşim merkezi niteliği taşıdığı’ da yakînî yani kesin bilgiler olduğu açıkça müşahede olunuyor. İşte bu sağlam ve doğru öncüller üzerine kurulan, ‘O halde kainatın bir ustası olmalıdır, bir faili olmalıdır, bir katibi olmalıdır, bir hakimi olmalıdır’ şeklindeki neticeler kesin bilgi niteliği taşıyor. Kainatı sorgulayarak kendisini böyle bir muhakemeden geçiren bir kimsenin ulaştığı sonuç yani iman artık tasavvurun çok ötesinde, ‘tasdik’ özelliği taşıyor. Ancak, az önce dile getirilen müzakereye atıf yapmak gerekirse, bu aşamalardan geçerek tevhide ulaşmak, ‘olup-biten, donuk, durağan’ bir faaliyet olmayıp Kur’an’ın irşadıyla o neticenin “marifet’e dönüştüğü, sürekli gelişen, kişinin duygu ve dünyasında devamlılık arz eden, hayatın her alanını ve her anını kapsayan, canlı ve tatlı bir hale ulaşması gerekiyor, diye anlıyorum. Nitekim ilgili paragrafın son cümlelerinde böyle bir tevhid-i hakikiye ulaşan kimsenin her an kendisini ilahî huzura taşıyacağına, her şeyde Hâlık’ına giden bir yol bulacağına işaret ediliyor”.
Bundan sonra, önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları kaydetti: “Müzakereleri dinleyince şöyle bir nokta dikkatimi çekti: Bir ‘vahidiyet-ehadiyet’ meselesi vardır, Risalelerde zaman zaman vurgulanır. Bir de şöyle bir tabir kullanır, ‘isbât-ı vâcibü’l-vücûd’. Mesela Ayetü’kübra’nın Birinci Bölümü ağırlıklı olarak bununla ilgilidir. Bir de ‘ehadiyet’ tabiri vardır. Az önce, ‘olması lazım gelenin’ lâ ilâhe illâ hû’da olduğundan bahsedildi. Fakat bu ‘olması lazım gelenin kim olduğu’ ancak ehadiyetle gerçekleşir. Bakıldığında görülür ki, Kur’an ehadiyet eğitimi yapar. Kur’an vahidiyet eğitimi değil de ehadiyet eğitimini merkeze alır. Vahidiyet eğitimini başlangıç olarak ele alır, sonra ehadiyeti detaylı bir şekilde sunar. Çünkü Kur’an geldiği, inzal edildiği dönemde vahidiyet dünyada vardı. Yahudiler bir Allah’a inanıyorlardı, Hıristiyanlar Hz. İsa ile ilgili olarak kastı aşan yorumlar yapmakla beraber sonuçta Allah’ın bir olduğunu söylüyorlardı. Yani Yaratıcının olması lazım geldiği konusunda yaygın bir anlayış vardı. Fakat tevhid kaybolmuştu. Onun ihyası gerekiyordu. Peki tevhid nedir ya? ‘Canım Yaratıcı var, Yaratıcı birdir, iki tane demedik ki’ değil. Tevhid gerçekte ehadiyet tecellisidir. Ehadiyet, her bir parçada, O yaratıcıyı yani ‘lâ ilâhe illâ hû’yu görmek, tasdik etmektir. Kainatın tümünde Yaratıcının vahidiyetine ulaşırız ama ehadiyetine ulaşamayız…”.
“Evet, ehadiyet en ufak bir varlıkta, en küçük bir varlıkta Onu özellikleriyle görebilmektir. Yani ben en ufak bir şeye baktığımda neler göreceğim? O ufak şeyde bütün detayı ile gerçekleşen tüm özellikleri göreceğim. Şimdi Kur’an eğitimi başladı. Ne demek tüm özellikleri görmek? Evvela ‘bu şey var’. O halde ‘bir var eden olması lazım’. Bu, vacibü’l-vücûdun anlaşılmasına gidiyor. Ama bir de vahid-i ehad var. Yani Kur’an’ın getirdiği mesaj var. Kendim için söyluyorum, benim derdim orada. Kur’an’ın verdiği ehadiyet eğitimini almıyorum, diye kendimi gördüm ben. Hâlâ vacibü’l-vücûdun ispatı ile meşgulüz. Tabiri caizse, okuduğumuz Ayetü’l-kübra’nın Birinci Bölümünde kaldık. İkinci Bölümüne bir türlü geçemedik, uygulamada, diye düşündüm ben, kendim. Neden? Çünkü en küçük bir varlıkta, Varlık Kaynağını araştırdığımda bu, kaçınılmaz olarak beni, o varlıktaki özelliklerin tümünün nereden geldiğini sorgulamaya götürüyor. ‘İşte bir tane var canım, işte bunu var eden olması lazım dedim, lâ ilâhe illâ hû’. O diyorum çünkü O, olması lazım gelen. Ama mesela bir tek hücreyi, bir tek meyveyi, bir tek yaprağı elime alıp, ‘bu neyin nesidir’ diye detayına indiğim zaman, ondaki bütün özelliklerin varlık kaynağını sorgulamam, araştırmam gerekiyor…”.
“Şimdi bakalım en ufak bir şeye. Önce bunun bir var edicisi olması lazım, diyorum. Bu bir. Diyelim ki hücreye bakıyoruz, hücrede görünen özellikler var. İnsan ise duygularıyla tüm o özelliklerin karşılığını taşıyan, -temellendirmeksizin bir terimi kullanacağım-, ‘esma-i hüsna külçesi’. Ne durumda? Yaratılmış aletler külçesi durumunda. Şimdi bakıyorum, artık aletler çalışmaya başlıyor. Yahu burada bir güzellik var. Burada bir düzen var, Burada bir suret var. Burada ilim var. Burada rahmet var. Burada hikmet var. Burada duyan, gören birisinin eseri var, buraya yansımış, diyorum. Bende de özellikler var. Görmek istiyorum, koklamak istiyorum. Bir de bakıyorum ki, bunlara karşılık gelen özellikler bu hücrenin içerisinde var. Ne yapıyorum bu sefer? Bu özelliklerin varlık kaynağını tanıma çalışmasına girince, Onun yani ‘hû’nun alîm, hakîm, kadîr, rahîm, semî, basîr, vedûd… olduğunu anlıyorum. Ne yapıyorum şimdi? O duygu aletleri ile o küçücük varlıktaki özellikleri incelemeye çalışıyorum. Kainatın tümüne baktığımda ‘Onun bir yapıcısı var’, deyip geçiyor ve o düzeyde kalıyordum. Şimdi Yaratıcıyı özellikleri ile tanıyor, sonra kendimdeki özellikleri inceliyorum; bakıyorum ki seviyorum, özlem duyuyorum, ümit ediyorum, kaygılanıyorum, beklentilerim var, planlarım var, planlarımın gerçekleşmesini istiyorum, kalben tatmin olayım istiyorum, başkalarını da memnun etmek istiyorum, onlarla bu hakikatleri paylaşmak istiyorum, onlar da bundan memnun olsunlar istiyorum… Böylece bir hayat yaşayalım istiyorum, adaletin gerçekleşmesini istiyorum… Bakıyorum, bunların hepsinin ölçülülük ile hücrede, düzenlilik ile hücrede, güzellik ile hücrede, suret ile hücrede… olduğunu anlıyorum. Ne yapıyorum? Yaratıcının hücrede gördüğüm özellikleriyle bendeki özelliklerimi kaynaştırıyorum. Bendeki özelliklerin varlık kaynağının yalnız bu hücrenin yaratıcısı olabileceğini görüyorum. Bu hücrenin Yaratıcısının da ancak kainatı yaratan olabileceğini anlıyorum. Başka bir ifadeyle bu hücreyi yaratan kim ise kainatı yaratan ancak O olabilir, diyorum. Böylece Kur’an’ın eğitimine giriyorum. Çünkü Kur’an’ın %97’si iman eğitimi ise bunun üçte birisi insan terbiyesidir. Ama diğer üçte biri hatta daha fazlası da bu insan terbiyesinin örneklerle anlatılmasıdır. Önceki toplulukların yaşadıkları ile, peygamberlerin kıssaları ile, Resul-i Ekrem zamanında yaşanan olaylar ile. Kur’an bendeki özellikleri bu yaşanmış örnekler temsilleriyle yoğurur. Biz bu eğitimden mahrum kaldık. Benim içimi yakan nokta bu, şimdi!”
Bu tefekkür zincirini takip etmeye çalıştığımda, müzakerecinin son cümle olarak söylediği “iç yakıcılığı” benim hal olarak hissedip hissetmediğim bir tarafa, bunun gerçekten “iç yakıcı” bir nitelik taşıdığına ben de şahsen ikna oldum. İnşallah duygularım da bundan nasibini alır ve burada dile getirilen vahyî eğitim ile ehadiyete dayalı bir hayat yaşar, hepimiz imanın “halâvet”ini hissetmede nasiptar oluruz, diye dua ettim ve ediyorum.
Allah razı olsun İlyas abi. bu ders özetlerinden çok istifade ediyorum. sorunun teşhisi yani Kur’an’ın eğitimine bilhassa ehadiyyet eğitimine girememe konusunda hemfikirim. peki bu problemin çözümü için ne yapabilirim bunu çok bilmiyorum. elimden gelen bu dersleri takip edip çalışmak ama, bu işi yapmakla vahyin ehadiyyet eğitimine girmiş oluyor muyum? bu konuda tereddüdlerim var. daha evvel derslerde zikredilen bir şey vardı, bu dersler vahye eğitim giriş dersleri diye, acaba bu tahkiki iman derslerini çalışmakla vahyin ehadiyyet eğitimine girmiş oluyor muyum? yoksa bu dersler giriş dersleridir, bu şekilde kendimi eğittikten sonra kendi Kur’an okumamı mı gerçekletireceğim?
selam ve hürmetle