Geçen hafta yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=gyzmMRiRUB0), Ayetü’l-Kübra Risalesi’nin İkinci Makamının, İkinci Bâbının Birinci Menzil’inin “hâkimiyet” başlıklı, aşağıdaki Dördüncü Hakikat’i okunup müzakere edildi:
“Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. وَ لِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْض âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünküلَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ إِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.”
Bir müzakereci hem usulî prensiplere dikkat çeken hem metnin anlaşılmasını kolaylaştıran, uzun fakat benim açımdan oldukça faydalı bir tefekkür ortaya koydu. Diğer müzakereleri ilgili kayda havale edip bu müzakereyi paylaşmak istiyorum. Müzakereci şöyle başladı, sözlerine: “Metinde, ‘Göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir’ (Feth 48/7) ayetiyle ilgili olarak kullanılan ifadeleri düşündüğümde, önemli bir nokta dikkatimi çekti. Metin zerrât ordusundan, nebatat fırkalarından, hayvanat taburlarından, yıldız ordularından bahsediyor. Bu, bana gelenekte bildiğimiz Süleyman (asm)’ın ordusunu hatırlattı. Demek ki onun ordusu böyle bir ordu imiş. Allah, Allah, halbuki biz onu kral peygamber, ordusunu da önüne gelene askeri güç gösterisi yapan bir ordu biliyorduk. İşte onun ordusunda hayvanlar varmış, kuşlar varmış, cinler varmış, hatta şeytanları bile dizgini altına almış, çok güçlü imiş vs. Ama o kadar büyük ordusuyla tanınan Süleyman (asm) hiçbir savaşa katılmamış, kimseyle savaşa girmemiş. Peki nedir ya bu ordu? Bu metinde anlatılan nebatat ordusu, hayvanat ordusu, zerrât ordusu! Demek ki Süleyman’ın ordusu, onun delil olarak kullandığı ordularmış, risalet mesajını tasdik etmek için. Onun hakkaniyetine delil olmuş. Yoksa bizim bildiğimiz kralların ordusu gibi önüne gelene meydan okuyan, kıran-döken bir ordu değilmiş. Eğer temsilleri doğru anlamazsak, Hz. Süleyman, ‘Beni kral mı zannettiniz’ diye ahirette yakamıza yapışır. O, peygamberdir, resuldür. Resullerin ordusu kainattaki şahitlerdir…”.
“İşte metinde, Nursi’nin nebatat ordusu, hayvanat ordusu, yıldızlar ordusu gibi ifadelerini Kur’an okuma usulünde çok önemli rehberlik olarak anlıyorum. Bu ifadeler bize Kur’an okumalarında temsilleri iyi anlamak gerektiği konusunda ipuçları veriyor. Maalesef biz Kur’anî terimleri sözlük anlamlarıyla, onu kendimizce haklı çıkarmak için okuduk, okuyoruz…”.
“Şimdi burada konunun önemi dolayısıyla biraz tarihe değineceğim. Medine’de nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturan müminlerin dışında müşrik Araplar vardı. Bunların dinî inançları yoktu. Pagan idiler. Ama bunlar, yanı başlarında bir topluluk görüyorlardı Yahudi diye bilinen. Bunların dinî inançları vardı, kitapları vardı, peygamberleri vardı, müesseseleri vardı. Paganlar basit, hurma dallarından yapılmış, hiçbir sanat değeri olmayan iptidai yerlerde yaşarken Yahudilerin, mesela kaleleri vardı. Eğitimli insanlardı. Eğitimin değerini bilen insanlardı. Savaşçı millet olmadıkları için serseriler gelir de saldırırlar diye korkularından büyük, içine kolayca girilemez kaleler yapmışlardı. Paganlar bunlara hayran oluyorlardı. Hatta çocuklarını eğitim alsın diye onların yanına köle olarak gönderiyorlardı. Kur’an geldikten sonra pagan Araplar Resulullah’ın getirdiği mesaja inandıkları gibi Yahudilerden de Kur’an’ı kabul edenler oldu. Araplardan Kur’an’ı yorumlarken ayetleri yer yer hayranı oldukları Yahudi kültüre adapte ederek yorumlayanlar oldu. Diğer taraftan Kur’an’ı kabul eden Yahudiler de kendi kültürlerine ait anlayışlarını, aralarında konu benzerliği olduğu yerlerde bazı ayetlere giydirdiler. Peygamber zamanında onu görerek Müslümanlığı kabul edenler sahabi kabul edildiği için, bu kimseler de sahabe olarak yerlerini aldılar. Bunların önceki kültürlerine dayalı olarak yaptıkları açıklamalar sahabe kavli olarak rivayet literatürüne yansıdı. Böylece bu tür açıklamalara meşruiyet de kazandırılmış oldu. İşte ‘tarihe temas edeceğim’ dediğim husus bu! Bu tarihi realiteyi bilmeden Kur’an tefsiri imiş vs. okumayalım arkadaşlar! Okursak ne yaparız? Süleyman peygamber şöyle imiş, atları severmiş, ordusu böyle imiş vs. diye yanlış tasavvurlara gireriz. ‘Efendim, Taberi Tefsiri böyle nakletti’ diye kendimizce temellendiririz. Oysa Taberî, tefsirine, çorba gibi ne bulduysa, ne duyduysa koymuş. İyileri var, kötüleri var; doğruları var, yanlışları var. Kimileri iyileri alıyor, kimileri kötüleri alıyor, kendini haklı çıkarmak için. Eski tefsirlerden biri olmak hasebiyle onu referans veriyorlar. Oysa eser neredeyse tamamıyla derleme. Yapılan kaynak çalışmalarının ortaya koyduğu üzere, toparladığı bilgilerin çoğu İsrailiyat. Bunu bilmeden tefsir okursak kafamız allak-pullak olur. Peygamberleri risaletleriyle bağdaşmayan tutarsız davranışlar içinde görürüz…”.
“Şimdi gelelim, konumuza. Bir arkadaşımız, ‘burada kainattaki nizam vurgulanıyor’, dedi. Evet, nizam varsa, düzen varsa karışıklık yok demektir. Karışıklık yoksa her şeyin bir İrade ve Kudretin eseri olduğu anlaşılmış olur. Bir derste gündeme gelmişti, bu vesile ile değineyim: Kainatta her şey aynı düzen içinde yaratılıyor. Mesela, aynı kanunlarla geçen bahar adeta sayısız varlık yaratıldı. Yine aynı kanunlarla bu bahar tekrar adeta sayısız varlık yaratılıyor. Fakat burada çok ince bir nokta var. Yaratılma düzeni aynı olmasına rağmen yaratılanlar birazcık birazcık farklı! O farklılığı görmek için herkes birkaç sene önceki haline baksın, bir de şimdiki haline. Cismaniyetteki farklılık kolayca fark edilir. Bu da gösteriyor ki nizam aynı olmasına rağmen düzenin neticesinde ortaya çıkan tek tek yaratılışlar farklı…”.
“Metin sözü izzete getiriyor. Burada izzeti iyi anlamak gerekiyor. İki ana hükmü var izzetin. Birisi onur, diğer güç. Metin diyor ki Onun izzeti yani onuru var, Onun izzeti ve onuru Onun mutlak oluşundandır. Mutlakiyet müsaade etmez ki bir başkası müdahale etsin. Bir de izzetin ikinci anlamı var yani güç, tatbikata koyma kudreti. İşte bu tatbikata koymasında, o yarattığı şey ne ise bizzat kendi tasarrufunu gösteriyor, ‘Benden başka bunu kimse yapamaz’ diyor. Düzen aynı. Bizim kafamızı ayarlamamız gereken nokta burası! Yaratılış düzeni aynı olmakla beraber -ki, materyalistler buna tabiat kanunları sabittir derler, bu anlamda doğrudur-, ama yaratılan ürünler farklı. Bu neyi gösteriyor? ‘Hey! Ben kainatı otomatik bir makine gibi, bir fabrika gibi bıraktım değil! Her an, her mahluk için tasarrufta bulunan Benim!’ diyor. İşte bu, esasında o tasarruf sahibinin kudretinin ‘mutlakiyet’ine delildir. Onun için biz, bu izzeti anlarken ‘aman efendim, sultanlar da kardeşini öldürtmüş, müsaade etmez, dünyevi saltanat bile rakip kabul etmez’ vs. diye dar anlamda düşünmeyelim. Hayır, hayır, yaratılış bunun şahididir! Hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiçbir yaratılışta Onun tasarrufunun bizzat gerçekleşmemesi söz konusu değildir. Bunun nesine, ‘küçük bir pay ver’ denilebilir?
Müzakere bundan sonra sözü Dâvûd Peygamber’in kıssasına getirerek şöyle devam ediyor: “Hani Dâvûd (asm)’ın misali var ya.. Gelmişler, aniden iki kişi, en tepeden. ‘Bizim aramızda bir anlaşmazlık var, hallet diye. Biri diyor ki, ‘Bunun 99 koyunu var, benim de bir tane. ‘Onu da bana ver’ diyor. Hikaye ne kadar basit değil mi, eğer yüzeysel bakarsak? Kur’an okurken dikkatli olmalıyız diye bunu paylaşıyorum. Kur’an’da bir peygamber kıssası anlatılıyorsa, onu peygamberlik özelliğine göre anlamak lazım. Kıssaya dönelim. Dâvûd (asm), ‘O kişi senin koyununu kendi koyunlara katmak istemekle sana haksızlık yapmıştır’, diye hüküm veriyor. (Sâd 38/24) İşte bu temsil! Sonra o iki kişi kayboluveriyor. Dâvûd, ‘İmtihan edildim’ diye anlıyor, hemen istiğfar ediyor. (Sâd 38/24) ‘Ya Rabbi! Niye iki tarafı dinlemeden karar verdim ki?..”.
“Şimdi, bizim konumuzla ne ilgisi var bu basit görünen hikayenin? Çok var. İki tarafı dinleyeceğiz. Kainattaki mesela 99 işi kainatın Yaratıcısı yapıyor da bir işi tabiat kanunu yapıyor, diyebilir miyiz? ‘Haydi canım, ne olacak?’ demeyeceğiz, iki tarafı dinleyeceğiz. Hani, ‘Şu küçük işi de ben yaptım’ diyenler var ya, onlara katılmayacağız. ‘Bu evi de ben yaptım canım, müsaadenizle, emek verdim, o kadar da uğraştım, o kadarcığı da benim olsun’ demeyeceğiz. Hayır, ortaya çıkan yaratılışa bakacağız, onu yapıyor gibi görünen elemana bakacağız. Sonra da sorgulayacağız. ‘Efendim, kainatı Allah yarattı, güneş de hayat kaynağı canım’ dendiğinde, ‘Hey güneş! Sen hayat kaynağı olabilir misin?’ diye sorgulayacağız, inceleyeceğiz. Yani sorgulamadan karar vermeyeceğiz. O zaman anlayacağız ki yüz koyunun yüzü de kainat sahibine aittir. O izzet sahibidir, mutlak özelliğe sahiptir. İzzet sahibi olan hiçbir yerde, hiçbir şeye, en küçük bir yetki vermez. Aksi halde, her bir varlığı incelediğimizde ulaştığımız ‘Onun mutlakiyet hakikatine’ ters düşmüş oluruz. Onun için şirkin hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiçbir yaratılışta, hiçbir biçimde barınma imkanı, ihtimali yoktur…”.
“Şimdi metinde geçen ayete bakalım, mealen: ‘Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de fesada gidip bozulurdu’ (Enbiya 21/22) deniliyor. Eğer küçücük küçücük dahi bir ilah olsaydı, o zaman sen ikisinin arasında olurdun. Yani birisinin 99 koyunu var, diğeri, mütevazı birisi, o da bir koyuna sahip olurdu. Hayır, hayır, asla! Kainatta, hiçbir varlıkta, hiçbir yaratılışta varlık kaynağı olabilecek hiçbir parçacık yoktur, bulamazsınız, bulamayız”.
Müzakere bu tür cümlelerle tamamlanmış olmakla beraber, ben dersten sonra zihnimde hem Peygamber kıssalarının anlaşılmasına yönelik prensipleri hem de özellikle Dâvûd Peygamber’in malum kıssasıyla ilgili olarak Ahd-i Atik’te geçen (II. Samuel, 11/1-5; 12/1-24) ve bazı tefsirlere de intikal etmiş olan nakilleri düşündüm. Bu nakillerin doğru kabul edilmesi halinde, -müzakerede dile getirildiği gibi- zihnin allak-pullak olmamasına imkan yoktu. Oysa bu nakillerde yer alan bilgilerin peygamberlikle ilişkilendirilmesi muhaldi. O halde, -yine müzakerede dile getirildiği üzere-, Kur’an’daki peygamber kıssalarını Allah’ın mesajını tebliğle görevli peygamberliğin gereği içinde anlamaya çalışmak ve temsilleri doğru yorumlamak zaruri idi. Allah razı olsun!