Manadaki müteselsil hakikatleri görme
19. yüzyıl başlarında hermönetiks (Hermeneutics, Yorumbilim, Tefsir)adı verilen özellikle metinlerle ilgili yorumlama metodolojisi Batı dünyasında yeniden ortaya çıktı. Bu metodoloji, hem felsefede hem de edebi metinlerde sıklıkla kullanılan bir yöntem oldu. Bilhassa beşeri kültürü ve insan davranışlarını inceleyen bilimlerin tamamında kullanılmaya başlandı. Bir metni anlama ve yorumlama usulü olan Hermönetiks önceleri sadece felsefede kullanılmaya başlandı. Bu konuda ihtisas sahibi olanların çoğu filozof olarak tanınır ama önemli olan nokta bir metni anlamada takip edilecek prensipler olduğu için bu konu herkesi ilgilendirir. Mesele sadece felsefe olarak algılanmamalıdır. Bizim de Kur’ân’ı anlamada nasıl bir yol takip edeceğimize, ana prensiplerin neler olduğuna karar vermemiz gerekir. İslam aleminde Kur’ân’ı anlama teşebbüsünde bulunan insanların (vefat etmiş olanlara Allah rahmet eylesin) nasıl bir usûl takip ettiklerini, bu usûlün doğru olan yerlerini, eksik olan yönlerini gözden geçirmeliyiz. Bu insanlar, Kur’ân’la olan ilişkilerinde ne kadar haklıydılar veya ne oranda geri kaldılar? Bizim de buna göre ilahi kelamla olan ilişkilerimizi kontrol etmemiz gerekiyor. Amacımız tabii ki tefsir yazmak değil ama Kur’ân talebesi olarak Kur’ân’dan faydalanmanın en iyi yolunu bulmaktır. Hangi öğretmen en yararlı yöntemi gösteriyor? Hangi öğretmeni takip edersek Kur’ân’dan daha iyi faydalanabiliriz? Bu öğretmenlerin isimleri değil, hangi usûlle Kur’ân’a muhatap oldukları önemlidir.
Said Nursi’nin Muhakemat adlı eserinin İkinci Makalesi olan Unsuru’l-Belâgat’ta Kur’ân’daki kelimelerin lügat anlamları ile Kur’an’ın insanlara ulaştırmayı hedeflediği manası arasındaki farklılıklara dikkat çekiliyor. Nursi, Kur’ân’ın manasının lafzından daha önemli olduğu vurgusunu yaparak, lafızdaki nizamdan daha çok manadaki nizama konsantre olmamız gerektiğini söyler.
Said Nursi bir konuya başlarken, hitap ediş şekliyle birlikte o konunun hangi açıdan değerlendirilmesi gerektiğinin şablonunu kafasında oturtmuştur. Ve açılış duasını da ona göre yapar. Unsuru’l-Belâgat’ın Birinci Mesele’sine “ettayyibatu lillahi vessalavatu ala nebiyyih” salavatı ile başlar. “Tayyibler”, bütün güzelliklere vakıf olan evliya, enbiya, ehli tahkik, ehli keşf olarak isimlendirdiğimiz insanlardır. Bu insanlar imanlarının meyvesi olarak, kainatta tecelli eden güzelliklere mukabele ederek takdirkarane memnuniyetlerini ifade ederler, müteşekkirane konuşmalarla tazarrularını, niyazlarını sergilerler. Bütün bu tazarruların, niyazların hepsine “ettayyibat” denir. Gerek kainatın yaratılışındaki gerekse Kur’ân’ın manalarındaki özellikleri ifade eden her türlü takdirkarane konuşmalar, yani tayyibat Allah’a aittir, O’na yöneliktir, O’nun yaratmasıdır, O’nun nimetidir. Kur’ân’ı çok iyi anlayıp, Kur’ân’ın anlattığı güzellikleri bize anlatan insanları dinlediğimizde, bu güzelliklerin anlatana değil, Allah’a ait olduğunu bileceğiz, fark edeceğiz. Namazların teşehhüdünde okuduğumuz “ettehiyyatu, essalavatu, elmubarakatu, ettayyibatu lillah”da da bu manaları kastediyoruz. “Vessalavatu ala nebiyyih” ile, bütün bu memnuniyetlerimizin sonucunda desteklediğimizi belirten salavatların da Allah’ın Nebisine ait olduğu vurgusu yapılmaktadır. Salavatlar, O Nebinin getirdiği mesajı bütün kalbimizle desteklediğimizi, O’ndan memnun olduğumuzu, O’ndan razı olduğumuzu, dualarımız da O’nun olduğunu belirten manaları içerir.
“Belağatın ruhuna taallûk eden birkaç meselenin beyanındadır.”
Bu cümle ile İkinci Makale’nin girişinde Said Nursi belağatın ruhuna, özüne, aslına taalluk eden meselelerden on iki ayrı açıdan bahsedeceğini belirtir.
“Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, Kelâm-ı Mudârî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin ve acemîlerin belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâyı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lâfza çevirmişlerdir.”
Tarih bize üzülerek, teessüf diliyle ders veriyor. İlk kez İslamiyet’in Arap yarımadasında yayılmasıyla birlikte bu bölgede çok önemli bir medeniyet gelişmeye başladı. Medeniyetteki bu terakki çevredeki diğer kabileleri, diğer milletleri de etkisi altına almaya başlayınca Arapların saltanatı, hakimiyeti kendini gösterdi. Arapların saltanatının hakimiyetinin cazibesine kapılan Acemlerin –Arap olmayanlar- Araplara karışmasıyla birlikte gramer kurallarını en beliğ, en mükemmel bir şekilde kullanan Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça melekesi denilen belağat-ı Kur’aniyenin madenini bozdular ve karmaşık hale getirdiler. Yani Arapçanın güzelliğinin, Kur’ân dilinin güzelliğinin ana hattından, ana kaynağından sapmasına sebep oldular. Arapça lisanına vukufiyetleri yüksek olan Arap olmayanlar (Acemler), Kur’ân’ın belağatına gölge düşürdükleri gibi ana dilleri Arapça olmadığı için ve dolayısıyla bu konuda acemi olduklarından dolayı Arapça belağat sanatını anlama, ifade etme, ortaya koyma çabasına giriştiler. Acemler yani acemiler Arap belağatının sanatına müdahale ettiklerinden, o sanatı ifade etme çabasına giriştiklerinden dolayı fikrin, düşüncenin, tefekkürün tabii mecrası, akış yeri olan manaya ilişkin nazımdan, manaya ilişkin düzenden belağatın zevkinin güzelliğine dikkatleri çevirdiler. Yani manadaki o güzelliği lafzın, sözün, kelimenin bizzat gramatik yapısına zevklerini çevirdiler. Kelimelerin hangi kökten türediği, nasıl türediği, ne tür anlamlara geldiği konusunda Arapça dilinin kelimelere yüklediği manayı çıkartma, oradaki düzeni bulma, oradaki kuralları bulma çabalarına yöneldiklerinden dolayı manadaki nazımdan daha çok lafızdaki nazma yönelmişlerdi.
Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil olan hakâike müteveccihtir. Hakâike giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-ı mâhiyatta nafizdirler. Dekâik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemmiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise, mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır.
Fikirlerin, hislerin tabii akış yeri (kanalı) mananın nazmıdır yani mananın birbiri ardı sıra düzenlenmesidir. Mananın birbiri ardına geliyor oluşunu mantık bilimi de tasdik eder, onaylar. Mantıkın üslûbu ise, müteselsil (zincirleme, birbirine bağlı) olan hakâike müteveccihtir. Metinde önce mana, sonra manadaki nazım daha sonra da bunların mantıkla desteklenmesi gerekir. Mantık hangi üslup ile (hangi tarz ile) manayı destekler? Mananın içerisinde birbirini takip eden, birbirini desteleyen müteselsil hakikatler varsa mantık bunu tasdik eder. Mesela okuduğumuz bir yazıda mana birbirini takip eder şekilde düzenlenmemişse mantık onu tasdik etmez. Yani bir konudan bahsederken sonra olmadık bir konuya geçiyorsun daha sonra başka bir konuya atlıyorsun. Kurulan üç cümlenin de birbiriyle bağlantısı yoksa, birbirini destekleyen cümleler değilse bunların manasındaki düzeni mantık kabul etmez, çelişkili sözler olarak görür ve reddeder. Bu nedenle hakikatler ardı sıra ifade ediliyorsa mantık bunu tasdik eder. Mananın belli bir düzen içerisinde aktarılması çok önemlidir. Hakâike giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-ı mâhiyatta nafizdirler. Hakikatleri arayanlar, hakikatlere talip olan fikirler ve düşünceler, o hakikatlerin ifade edildiği cümleler ve kelimelerin mahiyetindeki incelikleri görürler ve o inceliklere girerler. Lafzın yapısından ve düzeninden daha çok, o lafız ile taşınan mananın takip edilmesi gerekir.
İnsan hakikati ararken bütün duygularıyla birlikte arar. Önce aklı sorar ve tefekkür eder, sonra o bulduğu güzelliği takdir eden duygular devreye girer. Bir şeyin güzelliğini, ondaki mantıkî tutarlılıktan anlarız. Mantıkî tutarlılığı olan güzelliğin, insanın iç dünyasındaki etkisi ve diğer insanî duygularını, hislerini tatmin ettiği oranda o güzelliğe (hakikate) daha çok sahip çıkar. Bir şeyin iç yüzündeki inceliklere yani arka planındaki anlama talip olan akıl, o anlamın içine girdiği zaman tatmin olur. İnsan duygularıyla, belâgattaki mananın birbirini takip eden güzelliğini kavrayabildiği oranda o metnin ne kadar hakikatli bir metin olduğunu takdir eder. Hakikate giren fikirler, karşısındaki metnin mahiyetindeki inceliklere nafizdirler. Söylenilen sözün özündeki inceliklere girerler ve oradan hakikatleri, girdikleri inceliklerden çıkarmak isterler. Fikirler, düşünceler cümlenin özünde taşıdığı manayı takip ederler. Özellikle burada akıllar demiyoruz, düşünceler ve fikirler diyoruz çünkü insan yalnız aklıyla metnin güzelliğini takdir edemez. Mesela beliğ bir şiirdeki güzelliğe muhatap olan insan, önce aklıyla o şiirin manasını anlar, o mananın güzel ifade edilişindeki lezzeti duyguları takdir eder ve böylece o şiiri ezberler, hayatı boyunca da tekrar eder durur. Şiir yalnız manasından ibaret olsaydı, manasındaki güzelliği akıl anlar ve anladığı bu güzelliği hayatına uygulardı. Ama akıl, şiiri, belâğatındaki güzelliğinden dolayı kendi kendine tekrar edip durmaz; manayı anladıktan sonra olayı sonuçlandırır. Cümlenin tekrar edilip durması, o mananın aktarılmasındaki güzelliğe hayran olan duyguların o güzelliğini tekrar tekrar tazeleme istediğinden dolayı ona sahip çıkmasıdır. Yalnızca mantığın, anlamı tasdik etmesinden ibaret kalmıyor, ifadedeki güzellikler de duyguları cezbediyor. Bu nedenle bir metni okurken, içeriğindeki lafızların (kelimelerin) yapısının düzenine, kurallarına dikkat etmek gerekir ama esas mesele orada değildir. Lafız bir araçtır kullanılır, geçilir; önemli olan o metinde kullanılan kelimelerin taşıdığı anlamların tutarlı bir düzen içerisinde ifade edilişidir.
Said Nursi Muhakemat adlı eserinin İkinci Makale’sinin Birinci Mesele’sinde nazm-ı maâînin, nazm-ı lafza tercih edilmesi gerektiğini söyler. Lafızların değil, manaların birbiri ardına gelişindeki güzelliklere dikkat edilmesi gerektiğini belirtir. Lafızların düzenine dikkat edildiği zaman, mananın düzenini gören akıl (mantık) o mananın düzenini tasdik eder. Manasında güzellik olmayan bir metne sahip çıkılmaz. Manasında güzellik olmayan bir şiiri, uygun bir zamanda yeri geldiğinde tekrar edip durmayız. Mesela, şairin maksadı başkadır ama, her zaman örnek verdiğim bir mısra vardır: “Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.” Bir hilal uğruna bir güneş batar mı? Evet! Batabilir. Bir sevap uğruna ya Rab ne imani meseleler ihmal ediliyor. İnsan, iki rekat nafile namaz kılacağım veya misafire yemek ikram edeceğim diye iman tahkik dersini ihmal ediyor. Bu durumu ifade etmek için bu mısrayı kullanırım. Burada şairi veya şiiri takdir etmiyorum, bu cümlenin belâgatına secde ediyorum. Bu cümlenin belâgatı benim hislerimi, taşımak istediğim manayı ifade eden çok güzel bir araç oluyor. Eğer bu cümlede, “hilal” hangi kelimeden geliyor, “batmak” ne demek, gibi kelime yapılarının tahliline indirgendiğinde belâgatının güzelliğini çöpe atmış oluruz. (Devamı)
Not. Fatma Özten tarafından hazırlanmıştır.