Geçen hafta yapılan ve maalesef benim fiilen katılamadığım derste (https://www.youtube.com/watch?v=30sBZ8MGcSI&t=3153s), kayıtlardan dinlediğim kadarıyla, Lemaat’tan, “Kışrı Lüb Zannetmek, Lübbü Zayi Etmektir” başlıklı zor bir metin okunup müzakere ediliyor. “Beş şey, beş şeye perde: Şehadet ise gayba, tabiat meşiete, kör kuvvet de kudrete, lafız medlûl-i zihniye, medlûl dahi mânâya” diye başlayan ve mantık terimlerine yer verilen metnin anlaşılmasına yönelik faydalı izahlar ortaya konuluyor.
Başlıkta ifadesini bulduğu üzere metin, gayba göre şehadeti, ilahî iradeye göre tabiatı, kudrete göre kör kuvveti, medlûl-i zihniye göre lafzı, mânâya göre medlûlü perde olarak anıyor; bir bakıma bunların kışır olduğunu, ‘öz’ün perdenin gerisindeki hakikatte olduğunu dile getiriyor. Metnin ana mesajına göre hakikate ulaşmak için perdeyi aşarak şehadette gaybı, tabiatta ilahî iradeyi, kör kuvvette kudreti, lafızda medlûl-i zihniyi, medlûlde mânâyı görmek gerekiyor.
Metnin saydığı beş perdeden, nispeten son ikisi yani “lafzın medlûl-i zihniye, medlûlün de mânâya perde” olması daha zor anlaşılır gibi görünüyor. Malum “lafız” burada, ağızdan çıkan sözlü veya yazılan kelime yahut ifade, “medlûl-i zihni” de bu sözün ya da ifadenin ifade ettiği zihnî tasavvur anlamına geliyor. Mesela, sözlü veya yazılı olarak dile getirilen “ağaç” kelimesi bir lafız, ağacın zihindeki tasavvuru ise medlûl-i zihni oluyor. “Mânâ” ise, burada, zihnî tasavvurun ifade ettiği hakikat yani “ağacın hakikati” demek oluyor.
Müzakerelerde gerek bu paragraf gerekse devam eden paragraflarla ilgili olarak metni anlamayı kolaylaştırıcı kıymetli tefekkürler ortaya konuluyor. Ben diğerlerini ilgili kayda havale edip bunlardan birisini paylaşmak istiyorum. Şöyle başlıyor müzakere: “Diyor ya ‘karıncaya sığmayan hakikat’ yani Risalelerde hakikatü’l-hakâik diye bahsedilen hakikat: Esmâ-i ilahiye. Diğer bir ifadeyle kainatı yaratanın özellikleri. İşte bir insan, diyelim ki, Allah kavramına ulaştı. Sonra da, ‘Bu kainatın bir Yaratıcısı var canım, işte Allah O, ben Onu tanıdım’ derse bu, ‘Ben Allah’ı tanıdım’ anlamına gelmiyor. ‘Ben Onu tanıdım’ deyince, bu, özün kaçırılmasına neden oluyor. Çünkü ‘Allah fikrine ulaştım’ demek yahut ‘Onu tasdik ettim’ demek Onu tanımak mânâsına gelmiyor. Onu tanımak kainatın bize taşıdığı hakikatü’l-hakâike ulaşmakla mümkün olur. Yani kainatın hangi hakikatlere delalet ettiğini görmekle. Yani kainatta Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının tecellilerini gördüğün zaman Allah’ı tanımış olursun. İşte bunu onaylayabilirsen Onun tanımış olursun…”.
Müzakere şöyle devam ediyor: “Bir karıncaya sığmayan hakikat veya bir karıncanın cesedine sığmayan hakikat, nedir o? Bütün kainatı sarmış olan esma tecellilerinin karıncanın bedeninde de yansımış olması. Yani karınca öyle bir ayna gibidir ki tüm kainatı sarmış olan hakikat o karıncanın bedenciğinde mevcuttur. O halde karıncanın küçücük bedenine yansıyan esma tecellilerinin gerçekte bütün kainatı kuşatmış olan esma tecellilerini temsil ettiğini kavramak lazım. Bunu kavrayamazsak işte özü yitirmiş oluyoruz…”.
“Aslında metin benim sınırlarımı aşıyor. Anlaşıldığı kadarıyla müellifin burada delil-medlûl terimlerini klasik mantıktaki anlamıyla kullanıyor. Fakat müellif bu anlayışı bir derece daha ileri götürüyor. Klasik mantıkta delil-medlûl üzerinden muhakeme yürüten alimler delilin neye işaret ettiğini anlayınca, ‘tamam, medlûl bu, medlûlü yakaladık’ deyip bırakıyorlar. Müellif bunu bir adım daha ileriye taşıyor; ama bu, kainat çapında bir taşıma oluyor. Nedir o? ‘Sen delilin neye işaret ettiğini yani medlûlü anladın. Ama öteye git, bunun içerdiği en geniş anlamı yakala’! Mesela, Kur’an’da ‘Siz bir sivri sineği bile yaratamazsınız’ (Hac 22/73) deniliyor. Ulema burada medlûl, ‘insanların sivri sineği yaratamayacağı, sivri sineği ancak Allah yaratacağı hususudur’, deyip kalıyorlar. Oysa bu medlûlün ifade ettiği mânâya bakmak lazım. Yani sivri sineği düşündüğümüzde anlıyoruz ki, onun yaratılması bütün kainatın yaratılmasına bağlı. Onu ancak gözüne uygun güneşi yaratan, kanatlarına uygun havayı yaratan, ihtiyaçlarını temine dönük bütün bir dünyayı yaratan halk edebilir. İşte hakikatü’l-hakâike geçilmesi lazım. Eğer bu geçiş yapılmazsa medlûl mânâya engel oluyor. Tekrar sivri sinek örneği üzerinden ifade etmek gerekirse, sivri sineğin yaratılışına bakarsanız, bütün kainatı yaratma özelliğine sahip olmayan onu yaratamaz, demek oluyor bu. Dolayısıyla, Evet, bir sivri sineği yaratamazsınız, çünkü onu yaratmak için bütün kainatı yaratmanız lazım, o halde bir sivri sineği de yaratamazsınız!..”.
Müzakere şöyle bitiyor: “O halde biz bütün Kur’an okumalarımızda, hadis okumalarımızda, İslam klasikleri yahut Risale okumalarımızda kast edilen mânâyı anlamak için kelimelerin sözlük anlamına bakarak ‘tamam, bu şu mânâya gelir’ diye yetinmemek zorundayız. Ne yapmak lazım? Medlûlün arkasındaki mânâya yani hakikate bakmak yahut bakmaya çalışmak gerekir. Eğer o kelimenin hangi anlamı temsil ettiğini düşünmezsek kelimelerin sözlük anlamları içinde boğulur gideriz. Kur’an okumalarına atıf yaparak söylemek gerekirse, hele bir de ayetlerle ilgili kaynaklardaki tarihi malumatları gündeme getirir, şu kavim, şurada şöyle şöyle yapmış’ der, orada kalırsak ayetin özünü kaçırmış olur, böylece bu tavrımız gerçek mesajın anlaşılmasına perde olmuş olur”.
Gerek metinden gerekse bu müzakereden siz ne çıkardınız ya da çıkarırsınız bilmiyorum da, benim kendi adıma kendime çıkardığım en önemli sonuçlardan birisi, okumalarımızda mânâya ya da hakikate ulaşmak için her türlü perdeyi aşmamız ya da aşmaya çalışmamızın zorunluluğu oldu. Allah razı olsun!